Vahşî bin Harb’in Hz. Hamza’yı şehit edişinin üzerinden yıllar geçmişti… Geçen zaman içinde müşrikler günden güne zayıflamış, İslam ise güçlenmişti.
Günler ilerledikçe, Vahşî, Hz. Hamza gibi bir İslam kahramanını katletmenin suçluluğunu ve ıstırabını daha fazla hisseder olmuştu. Nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedildi. Vahşî hemen Tâif’e kaçtı…
Bir müddet sonra bir Tâif heyeti, İslamiyet’i kabul etmek üzere Resûlullah’a gidiyordu. Vahşî böyle bir durumu öğrenince dünyalar başına yıkılacak gibi oldu. Demek artık buralar da İslamlaşıyordu… Vahşî korkuyordu. Hz. Muhammed’in ﷺ, amcasının katilini çok feci bir şekilde cezalandıracağına inanıyordu. “Acaba nereye gitsem?” diye düşündü. Şam’a mı gitmeliydi, yoksa Yemen’e mi? Acaba Müslümanlar hangisini daha önce fethederdi?… Tam bu düşüncelerin kıskacında kıvranıp dururken, o heyetten birisi Vahşî’ye gelip şöyle dedi:
“Yazıklar olsun sana! Sen bilmiyor musun? Bu dine giren kim olursa olsun, öldürülmez, eski günahlarından dolayı hesaba çekilmez.”
Bu sözler Vahşî’yi rahatlatmıştı. Tâif heyetiyle birlikte Resûlullah’a gitmeye karar verdi. Ancak yine de emin değildi. Acaba Hz. Muhammed ﷺ kendisine nasıl bir muamele edecekti?
Resûlullah’ın huzuruna geldiklerinde Vahşî, kendisini tanıtmaksızın Kelime-i Şehadet getirdi. Heyecanlıydı. Resûlullah nasıl mukabele edecekti? Resûl-i Ekrem başını kaldırdı ve “Sen Vahşî değil misin?” dedi. Vahşî “Evet.” dedi. Engin, şefkatli, İslam’ın Yüce Peygamber’i en küçük bir kızgınlık alameti göstermeksizin, “Buyur, şuraya otur.” dedi. Sonra da amcası Hz. Hamza’yı nasıl katlettiğini anlatmasını istedi. Vahşî sözünü bitirdikten sonra Resûlullah ancak şunu söyledi:
“Ey Vahşî! Sen benim gözüme görünme!”
Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz, Vahşî’yi her görüşünde, İslam’ın bir bahadırı olan amcası Hz. Hamza’yı hatırlayacaktı. Buna da nazenin kalbinin dayanması mümkün değildi. Çare olarak sadece bu yolu tercih buyurmuştu.
Vahşî, artık “vahşi” olmaktan kurtulmuş, hidayete ermişti. Sahabe olmuştu. “Hazret” diye anılacaktı. Hz. Vahşi Radıyallahü Anh denecekti. İman insana neler kazandırıyordu! Vahşetten kurtuluşa, “vahşi”likten nura çıkarıyordu…
Vahşî bin Harb, İslam’a girdikten sonra, o bitmez tükenmez hakikate öyle kuvvetli bir şekilde sarıldı ki, eski kötü adını unutturdu. Nihayet Yalancı Peygamber Müseylimetü’l-Kezzâb ile Yemâme Harbi yapılacaktı. Vahşî, uçarcasına harp meydanına koştu. İşte İslam düşmanları, karşısında idi. Vaktiyle küfür içindeyken bir İslam erini katletmişti. Bunun ıstırabı ciğerini dağlıyordu. Yüreğine su serpecek nasıl bir iş yapmalıydı ki biraz rahatlasın? Kaderin garip tecellisi, Vahşî’nin elinde, yıllar önce Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağı vardı.
İşte, Yalancı Peygamber Müseylime, elinde kılıcıyla karşısında duruyordu. Bütün gücüyle onun üzerine hücum etmek üzere hazırlandı. Aynı anda, Ensâr’dan bir sahabi de Müseylime’ye hücum etmişti. Nihayet Vahşî, mızrağını Müseylime’ye sapladı ve cehenneme gönderdi. Böylelikle Müslümanların başındaki mühim bir gaile bertaraf edilmiş oluyordu. Artık Vahşî’nin saadetine sınır yoktu. Daha sonra hatıralarını naklettiğinde şöyle derdi:
“Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm.”[1]