Mekkeli müşrikler, İslam nurunu söndürmek için ellerinden gelen her şeyi ya­pıyorlardı. Re­sû­lul­lah ﷺ ve müminlerin Mekke’de dinlerini rahatça yaşa­malarına müsaade etmemişler, Medine’deki hayatlarına bile mâni olmaya çalı­şıyorlardı. “İslam’ı yok etmek” emelindeydiler.

O nuru Allah yakmıştı. O ağacın kökü tâ derinlere kadar kök salmıştı. Onun uğrunda malından, canından, her şeyinden vazgeçebilecek fedailer vardı. Bun­lar bulunduğu müddetçe düşman ne yapabilecekti?

Bin kişi civarındaki kuvvetleriyle Bedir Kuyusu civarına kadar gelmişlerdi, ama karşılarında gözünü budaktan esirgemeyen Allah’ın arslanlarını bulmuş­lardı. Gerçi bu mücahitlerin sayıları azdı, ama onların sayılarından çok çok kuv­vetli imanları vardı. Ölüme gülerek giden, inandıkları dava uğruna sadece mal­larını değil, en çok sevdikleri canlarını dahi esirgemeden verebilen insanlara ne yapılabilirdi? Müminler çelikten bir kale hâlinde imansız güruhun karşısına dikilivermişlerdi. Re­sû­lul­lah ﷺ kesin talimatı veriyordu: “Hiçbiriniz emretmediğim müddetçe bir şey yapmasın.” Sahabiler can kulağıyla Re­sû­lul­lah’ı dinliyordu. Hareketleriyle emirlerine amade olduklarını gösteriyordu. Müşrikler ise iyice yaklaşmışlardı. Re­sû­lul­lah ikinci talimatını verdi: “Yer ve gökler genişliğinde olan cenneti kazanmak için hazırlanın!”

Düşmanın elinde böylesine bir kazanç imkânı yoktu. Tatlı hayatlarını göz göre göre ölü­me atmak da akıl kârı değildi. Ama mümin için, kâfirin korkup ürper­diği ölüm, ebe­dî saadetin başlangıcıydı. Hele bu yolda ölüm, ölmek değil, ger­çek manada dirilmekti. Böylesine bir fırsat kaçırılır mıydı?

Allah Resûlü’nün ruhlara can katan, kalpleri heyecanlandıran bu sözlerini duyduktan sonra daha beklenir miydi? Bunun ötesinde yer ve gökler genişliğin­de cennet vardı.

Ensar’dan birisi derhâl ileri atıldı. İşte bu, Umeyr bin Humam’dı. Duydukları kalbinde heyecan dalgaları uyandırmıştı. Hayal mi görüyordu, yoksa yanlış mı duymuştu?

Resûllullah’a yaklaştı, bir daha sordu:

“Genişliği yer ve gökler kadar olan cennet mi dediniz, yâ Re­sû­lal­lah?”

“Evet.”

Gönlü rahatlamıştı. Demek duydukları gerçekti, hayal değildi.

“Ne iyi şey!” dedi.

Re­sû­lul­lah niçin böyle söylediğini sorunca da:

“Vallahi yâ Re­sû­lal­lah! Başka bir şey için değil, cennetlik olmayı arzuladığım için böyle söyledim.”

Re­sû­lul­lah, “Zaten sen cennetliksin.” buyurdu.

Umeyr’in elinde hurmalar vardı. Onlarla ayaküzeri karnını doyuracak, açlı­ğını giderecekti. Fakat bu sözleri duymasıyla okunu mahfazasından çıkarması bir oldu. Ağzından şu cümleler duyuldu:

“Eğer bu hurmaları yiyip bitirinceye kadar yaşarsam, geç kalmış olurum!”

Daha sözlerini bitirmeden hurmaları yere fırlattı. Beklemeye zamanı yoktu. Allah için vuruşmalı, birkaç kâfiri tepelemeli, sonunda da muradı olan cennete girmeliydi. Üstelik Re­sû­lul­lah da onu müjdelemişti.

Çok geçmemişti ki Umeyr’in şehit olduğu görüldü. Ebedî hayatına Bedir’i bir köprü yapmış, Bedir kahramanları arasında yerini almış, hak dava uğruna feda­kârlığın en güzel bir örneğini verip arzuladığı âleme uçmuştu.[1]


___________________________________

[1]Tabakât, 3: 565.