Âlimler günahlardan tövbe etmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. İşlenen günah yalnız Allah’a karşı olup kul hakkını içermiyorsa, bu tür günahtan tövbe etmenin üç şartı vardır:
1. O günahı kesin olarak terk etmek,
2. Onu işlediğine pişman olmak,
3. O günahı bir daha işlememeye azmetmektir.
Bu üç şarttan birisi eksik olursa tövbe sahih olmaz.
Eğer işlenen günah, insan hakkını ilgilendiriyorsa, o tövbenin dört şartı vardır. Bunlar yukarıda zikrettiğimiz üç şartla birlikte hak sahibinin hakkını ödemektir. Eğer bu hak, mal ve benzerleri ise tövbe eden kimse onu sahibine iade eder; eğer bu hak, zina suçlaması veya benzeri bir ithamdan dolayı terettüp eden bir ceza (had) ise, bu günahı işleyen kimse, hak sahibinin bu cezanın icrası için hakkını aramasına imkân verir yahut bağışlanmasını diler; eğer o hak, gıybet ise hak sahibinden af diler.
İşte bu şekilde bütün günahlardan tövbe etmek vaciptir.
Eğer bir kimse günahlarının bazısından tövbe ederse, o günahla ilgili tövbesi gerçekleşmiş olur. Diğer günahları ise üzerine vebal olarak kalır.
Tövbenin vacip olduğuna dair Kitab, Sünnet, icma-ı ümmet gibi deliller birbirini desteklemektedir.
…Ey müminler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.
(Nûr, 24/31)
…Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin…
(Hûd, 11/3)
Ey iman edenler, Allah’a içtenlikle tövbe edin…
(Tahrîm, 66/8)
13. Ebû Hüreyre’nin (ra), Resûlullah’tan şöyle işittiği nakledilmiştir:
Yemin ederim ki ben, Allah’a günde yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ediyorum.1
14. Eğar b. Yesâr el-Müzenî’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar, Allah’a tövbe ve istiğfar edin; ben günde yüz kere tövbe ediyorum.2
15. Resûlullah’ın hizmetlerini yürüten Ebû Hamza Enes b. Mâlik el-Ensârî’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Kulunun tövbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın sevinci, sizden birinizin çölde devesini kaybedip de tekrar bulduğu andaki sevincinden daha fazladır.3
Müslim’in diğer bir rivayeti şöyledir:
Kulunun tövbesinden dolayı Allah’ın sevinci, sizden birinizin çölde devesi ile giderken onu, üzerindeki yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırmasının ardından bir ağaç altına gelerek ümitsiz bir hâlde yaslanıp yattığında, devesini yanıbaşında görüvermesi üzerine devenin dizginini tutarak, (Ey Allah’ım, sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum diyecek yerde) yanlışlıkla, “Allah’ım, sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim!” dediği andaki sevincinden daha çoktur.4
16. Ebû Mûsâ Abdullah b. Kays el-Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, gündüz günah işleyenlerin tövbe etmesi için gece mağfiret elini uzatır. Gece günah işleyenlerin tövbe etmesi için de gündüz mağfiret elini uzatır. Güneş batıdan doğuncaya (kıyamet kopuncaya) kadar bu durum böyle devam eder.5
17. Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Bir kimse güneş batıdan doğmadan (kıyamet kopmadan) evvel tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.6
18. Ebû Abdurrahmân Abdullah b. Ömer b. Hattâb’dan (ra) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul can çekişmeye başlamadıkça, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.7
19. Zir b. Hubeyş anlatıyor:
Mestlere nasıl mesh edileceğini sormak için Safvân b. Assâl’ın (ra) yanına gittim; bana:
–Zir, niye geldin, dedi.
–İlim öğrenmek için, dedim.
–Melekler, ilim öğrenmek isteyen kimsenin bu tutumundan memnun oldukları için onun üzerine kanatlarını gererler, dedi.
–Abdest bozulduktan sonra mest üzerine meshetmek konusu kalbimi kurcaladı. Siz, Peygamber’in ashâbından olduğunuz için Resûl-i Ekrem’in bu konuda bir şey söylediğini işitmişsinizdir,
diye düşündüm ve size geldim, dedim.–Evet, yolculuğa çıktığımızda yahut yolcu olduğumuzda [ravi tereddüt ediyor], cünüplük hâli dışında, üç gün ve üç gece mestlerimizi çıkarmamamızı, abdestsizlikten ve uykudan sonra (abdest alırken) mestlere meshetmemizi bize emrederdi, dedi.
–Sevgiye dair bir şey söylediğini işittin mi, dedim.
–Evet, işittim. Peygamber ile bir yolculukta idik. O sırada bir bedevi, gür sesi ile “Yâ Muhammed” diye bağırdı. Hz. Peygamber de onun sesine yakın bir ses ile “Evet, buradayım” diye cevap verdi. Ben, bedeviye:
–Yazık sana, Resûlullah’ın huzurundasın, sesini kıs, böyle kaba ve yüksek sesle bağırmaktan nehyedildin, dedim.
Bunun üzerine:
–Vallahi sesimi kısmam, dedi. Bedevi sonra:
–Bir topluluğa yetişmediği hâlde kişinin onları sevmesi konusunda ne dersiniz, diye sordu. Resûl-i Ekrem ona:
–İnsan, kıyamet günü sevdiği ile beraber olacaktır, buyurdu.
Safvân b. Assâl sözüne devam etti (Hz. Peygamber uzun bir konuşma yaptı.):
Hatta batıda bir kapı vardır. Bu kapının eni kırk yahut yetmiş yıllık yoldur, yahut atlı bir kimse onun bir tarafından diğer tarafına kırk yahut yetmiş yılda varır, dedi.
Şamlı hadis ravilerinden biri olan Süfyân demiştir ki:
–Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı gün, o kapıyı tövbe için açık olarak yaratmıştır. Güneş batıdan doğuncaya kadar, o kapı kapanmayacaktır.8
20. Ebû Saîd Sa’d b. Mâlik b. Sînân el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sizden önceki milletlerin içinde bir adam vardı. Tam doksan dokuz kişi öldürmüştü. Sonra, dünyanın en büyük âlimi kimdir, diye soruşturdu. Ona bir rahip gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına gitti, “Ben doksan dokuz adam öldürdüm, hâlâ tövbe edebilir miyim?” diye sordu. Rahip:
–Hayır (senin tövben kabul olmaz), dedi. Bunun üzerine adam rahibi de öldürdü; onunla sayı yüzü buldu. Sonra yeryüzü halkının en büyük âlimini sorup, araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu:
“Yüz adam öldürdüm, tövbe etsem kabul olur mu?” dedi, Âlim:–Evet, senin tövbe etmene ne engel olabilir ki; filan yere git, orada Allah’a ibadetle meşgul olan insanlar var. Onlarla birlikte Allah’a ibadet et, memleketine dönme, zira orası kötü bir yer, dedi.
Bunun üzerine adam yola çıktı. Ancak yarı yola varınca öldü. Rahmet melekleri ile azap melekleri bu adam hakkında ihtilafa düştüler. Rahmet melekleri:
–Bu adam, bütün kalbiyle Allah’a yönelerek geldi, dediler. Azap melekleri:
–Bu adam hiçbir iyilik işlemedi ki dediler. Bunun üzerine insan suretinde bir melek onların yanına geldi. Melekler bunu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: “İki taraftaki mesafeyi ölçün. Hangi tarafa daha yakın ise adam o taraftandır.” Mesafeyi ölçtüler, adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.9
Sahîh-i Müslim’deki başka bir rivayete göre o kimse, halkı iyi olan yerleşim yerine bir karış daha yakın olduğundan, o yerleşim yerinin halkından sayıldı.10
Bir başka rivayette ise Allah Teâlâ meleklere vahyederek: “O taraftan uzaklaştırın ve bu tarafa yaklaştırın.” diye vahyetti ve “Mesafeyi ölçün .” dedi. Melekler adamı bu tarafa bir karış daha yakın buldular. Adam da böylece bağışlandı. Başka bir rivayette ise: “Adamın göğsünü bu tarafa doğru buldular.” şeklinde yer almaktadır.11
21. Ka’b b. Mâlik (ra) gözlerini kaybettiği zaman ona eşlik eden oğlu Abdullah şöyle anlatıyor:
Babam Ka’b b. Mâlik’i Tebük Seferi’ne katılamayıp, Resûlullah’tan ayrı (nasıl Medine’de) kaldığını anlatırken dinledim, (Allah ondan razı olsun) şöyle demişti:
Tebük Savaşı dışında Allah Resûlü’nün hiçbir savaşından geri kalmamıştım. Yalnız Bedir Gazası’nda bulunamamıştım. Bu savaşa katılamadığı için hiç kimse kınanmamıştı. Resûlullah ve Müslümanlar, sadece Kureyş’in (ticaret) kervanını takibe çıkmışlardı. Allah onları, önceden bir karşılaşma planı olmaksızın düşmanlarıyla bir araya getiriverdi. Akabe gecesinde İslâm’a bağlı kalacağımıza söz verdiğimizde Allah Resûlü’nün yanında ben de vardım. Bedir Gazvesi, insanlar arasında her ne kadar Akabe gecesinden daha meşhur ise de, ben Akabe’de bulunacağıma (keşke) Bedir Savaşı’nda bulunsaydım demem. Tebük Seferi’nde Resûlullah’la birlikte savaşa iştirak edemeyişimin hikâyesi ise şöyledir:
Hiçbir zaman fizikî ve maddi durumumo günlerdekinden daha iyi olmadı. Bu gazveye kadar hiçbir zaman iki binek sahibi olmamıştım. Bu sırada ise iki binek hayvanım vardı. Ayrıca Allah Resûlü bu gazaya gelinceye kadar, herhangi bir gaza için hazırlandığında gidilecek yeri söylemez, başka bir yere gider gibi görünürdü. Bu sefer çok uzak bir yere hareket ettiğinden ve bu gazayı aşırı sıcak bir mevsimde yaptığından, kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelme ihtimalini dikkate alarak durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlıkta bulunabilmeleri için Müslümanlara gidecekleri yeri söyledi. Resûlullah’ın ordusundaki Müslümanlar o kadar çoktu ki, isimleri büyük bir kitaba sığmayacak kadar kalabalıktılar.
Ka’b sözlerine devam ederek şöyle dedi:
Herhangi bir kimse, asker arasından sıvışsa, bu işin vahiy nâzil olmadıkça anlaşılamayacağını zannedebilirdi.
(Yukarıda zikrettiğimiz üzere) Allah Resûlü bu seferi, meyvelerin yetiştiği ve (serin) gölgelerin (çok) arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara çok düşkündüm. Resûlullah ve onunla birlikte Müslümanlar hazırlığa başladılar. Ben de hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan dönüyordum ve kendi kendime, bu işi ne vakit olsa yapabilirim, diyordum. Bu hâlim devam etti. Herkes işini ciddi tuttu. Derken bir gün Resûlullah Müslümanlarla birlikte erkenden yola çıktı. Ben ise henüz hiçbir hazırlıkta bulunmamıştım. Ertesi gün sabahleyin hazırlık için yine çıktım. Yine hiçbir şey yapmadan evime döndüm. Benim bu hâlim devam etti. İnsanlar orduya erişmek için acele etti, fakat savaş vakti geçmişti. Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım, fakat o da mümkün olmadı. Resûlullah bu gazaya gittikten sonra, halk arasına çıktığımda kendime arkadaş olarak ancak münafık damgası vurulmuş kimseleri, yahut Allah’ın mazur gördüğü aciz kimseleri görmek beni kederlendirdi. Allah Resûlü , Tebük’e varıncaya kadar beni anmamış, Tebük’e varınca orada topluca otururlarken:
–Ka’b b. Mâlik ne yaptı, demiş. Bunun üzerine Selimeoğulları’ndan bir adam:
–Yâ Resûlallah, cübbesine ve endamına bakıp gururlanmak onu yola çıkmaktan alıkoydu, demiş. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, adama:
–Ne çirkin bir söz söyledin, demiş. Sonra Peygamber’e , dönerek,
–Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz, demiş. Bunun üzerine Allah Resûlü bir şey dememiş. Bu hâlde iken beyaza bürünmüş, serap içinde dalgalanarak gelen bir adam görmüş ve:
–Ebû Hayseme olaydı, demiş. Bir de ne görsün, o adam gerçekten Ensar’dan Ebû Hayseme imiş. Bu zat, bir savaş hazırlığı sırasında, bir sâ’ (ölçek) hurma tasadduk ettiği için münafıklar tarafından alay konusu edilen kimsedir.
Ka’b şöyle devam etti:
–Resûlullah’ın Tebük’ten dönüp Medine’ye yöneldiğini haber aldığımda beni bir kaygı sardı. Yalanlar düşünmeye başladım; yarın Allah Resûlü’nün hışmından nasıl kurtulacağım, dedim. Yakınlarımdan aklıma gelenlerin fikirlerine müracaat ettim. Uydurmayı düşündüğüm bütün yalanlar “Resûlullah dönüp geliyor.” denildiği zaman, kafamdan dağıldı gitti. Nihayet bunların hiçbirisi ile ondan kurtulamayacağıma kanaat getirdim. Ona doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Allah Resûlü döndü. O, seferden dönünce önce mescide uğrar ve orada iki rekât namaz kılar, sonra halkın işlerini görüşmek için otururdu. Resûlullah bu işleri yapınca, sefere katılmayıp, geri kalanlar yanına geldiler, mazeretler ileri sürdüler, onu inandırmak için yeminler ettiler. Bu durumda olanlar seksen küsur kişiydi. Resûlullah bunların zahirde gösterdikleri mazeretleri kabul edip onlarla biat tazeledi ve onlar için istiğfar ederek içyüzlerini Allah’a havale etti. Nihayet ben geldim. Selâm verdiğimde bana (baktı ve) acı acı gülümsedi, sonra:
–Gel, dedi. Bunun üzerine yürüyerek yanına geldim ve önünde oturdum. Bana şöyle dedi:
–Niye savaşa katılmadın. Binek satın almamış mıydın? Ben de şöyle dedim:
–Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a yemin ederim ki dünyada senden başka birisine özür beyan edecek olsaydım, mutlaka onun hışmından kurtulmayı becerirdim, zira nasıl söz söyleneceğini bilirim. Vallahi biliyorum ki bugün yalan söyleyip seni memnun edersem de Allah Teâlâ seni bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem sen bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek hakkımda Allah’tan hayırlı sonuç beklerim. Yemin ederim ki savaşa katılmamak için hiçbir mazeretim yoktu. Hiçbir zaman, seninle beraber olamadığım bu zamandan daha güçlü ve zengin de değildim.
Resûlullah :
–İşte bu doğru söyledi. Haydi, kalk, hakkında Allah’ın hükmü vahyedilinceye kadar bekle, dedi. Ben de kalktım. Selimeoğullarından birçok kişi peşime takıldı ve:
–Allah’a yemin ederiz ki bundan önce hiçbir günah işlemediğini biliyoruz. Savaşa gitmeyip geride kalanlar gibi Resûlullah’a mazeret beyan edemedin. Suçun için Allah Resûlü’nün istiğfarı kâfi idi, dediler. Beni o kadar payladılar ki, bir ara Resûlullah’a geri dönüp kendimi yalanlamayı düşündüm. Sonra onlara sordum:
–Benimle birlikte bu cezaya uğrayan başka kimse var mı?
–Evet, seninle beraber iki kişi daha cezaya uğradı, dediler.
Mürâre b. Rebî’a el-Âmirî ile Hilâl b. Ümeyye el-Vâkıfî, dediler. Bedir Gazası’na katılan ve örnek olabilecek iki iyi ve salih adamın adını bana söylediler. Bunları söyleyince ben yoluma devam ettim. Allah Resûlü , bu gazaya katılmayıp, geride kalanlar içerisinde bizim üçümüzle konuşmayı (insanlara) yasakladı.”
Ka’b şöyle devam etti:
“Bunun üzerine ahali bizimle konuşmaktan çekindi ve bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta memleketim bana yabancı gelmeye başladı, tanıdığım yer olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşıma gelince, onlar sindiler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben bunların en genci ve en ısrarcısı olduğumdan evimden çıkar, cemaatle namaza gelirdim ve çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Resûlullah’ın yanına gelir ve namazdan sonra oturduğu yerde ona selâm verir de kendi kendime, “Acaba selâmımı almak için dudaklarını kımıldattı mı?” der, sonra ona yakın bir yerde namaz kılar (ve namaz içinde) Peygamber’e gizlice bakardım. Namaza daldığımda Allah Resûlü bana bakar ve kendisine baktığım zaman da benden yüzünü çevirirdi. Müslümanların bu suretle benimle ilişkiyi kesmeleri uzun sürünce, gidip en çok sevdiğim kişi olan amcamın oğlu Ebû Katâde’nin bahçesinin duvarını atladım ve ona selâm verdim. Vallahi o da selâmımı almadı. Bunun üzerine:
–Ey EbûKatâde, Allah için sana soruyorum. Allah’ı ve Resûlü’nü ne kadar çok sevdiğimi biliyor musun? Sustu, sorumu tekrarladım ve “Allah için sana soruyorum.” dedim. Yine sustu. Yine sorumu tekrarladım: “Allah için sana soruyorum.” dedim.
–Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözümün yaşı dolup taştı, arkama dönüp bahçeden uzaklaştım.
(Günün birinde) Medine çarşısında geziyordum. Yiyecek satmak için Medine’ye gelen Şamlı çiftçilerden birisi:
–Ka’b b. Mâlik’i bana kim gösterir, diyordu. Halk da beni gösterdi. Yanıma geldi ve bana Gassân Meliki’nin mektubunu verdi. Ben de eli kalem tutanlardan olduğum için mektubu okudum. Şöyle diyordu:
“Selâmdan sonra derim ki, efendinin seni sıkıntıya soktuğunu haber aldım. Allah seni hukukun çiğnendiği ve kıymetin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gel, sana eşit muamele ederiz.” Mektubu okuyunca bu da bir bela dedim ve mektubu ateşe atıp yaktım.
(Durumumuzla ilgili) vahiy gelmeksizinelli günün kırkı geçince
Allah Resûlü’nün elçisi geldi:
–Resûlullah sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi. Bunun üzerine:
–Ne yapacağım, onu boşayacak mıyım, dedim.
–Hayır, ondan ayrı oturacaksın, ona yaklaşmayacaksın, dedi. Peygamber iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine eşime, anne ve babasının yanına gitmesini söyledim ve “Allah, bu konuda bir hüküm verinceye kadar onların yanında otur.” dedim.
Hilâl b. Ümeyye’nin eşi, Allah Resûlü’ne geldi ve:
–Yâ Resûlallah, Hilâl b. Ümeyye düşkün bir ihtiyardır. Hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsünüz, dedi. Peygamber :
–Hayır, görmem fakat sana yaklaşmasın, dedi. Kadın da şöyle cevap verdi:
–Vallahi onun kımıldayacak hâli yoktur. Allah’a yemin ederim ki, başına gelen o durumdan beri hiç durmadan ağlıyor, dedi.
Ka’b şöyle devam etti: Ailemden bazıları;
–Eşin için, Resûlullah’tan izin isteseydin olmaz mı? Hilâl b. Ümeyye’ye hizmet etmesi için onun hanımına izin vermiş, sen de hanımın için izin istesen ya.” dediler.
–Ben gencim, bu hâlimle izin istersem bilmiyorum ki Allah Resûlü bana ne der, dedim. Bu şekilde de on gün kaldım; halkın bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden itibaren elli gün geçti. Ellinci gecenin sabahında evlerimizin birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın bizimle ilgili olarak andığı üzere canımın sıkıldığı ve yeryüzü genişliğine rağmen, bana dar geldiği hâlde otururken Sel Dağı’nın tepesinde birisinin bağırdığını işittim. Çok yüksek bir sesle “Ey Mâlik’in oğlu Ka’b, müjde müjde!” diyordu. Bunun üzerine kurtuluş gününün geldiğini anladım ve secdeye kapandım.
Resûlullah , sabah namazını kılınca, tövbemizin Allah tarafından kabul edildiğini halka ilan etmiş. Bunun üzerine ahali müjdeli haberlerle bize koştular. İki arkadaşıma da müjdeler gitti. Biri bana atla koştu. Eslem’den bir adam da benim tarafıma yaya koştu ve adı geçen dağa çıktı; bunun sesi atlıdan evvel bana ulaştı. Sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımdaki iki elbiseyi de çıkardım ve müjdesine karşılık olarak ona giydirdim. Allah’a yemin ederim ki, o gün bundan başka elbisem de yoktu. Emanet iki elbise alıp onları giydim. Allah Resûlü’nü görmek için yola düştüm. İnsanlar bölük bölük beni karşılıyor; tövbemin kabulünü tebrik ediyorlar ve “Allah’ın affı sana kutlu olsun.” diyorlardı. Mescide girdim. Resûlullah cemaatin ortasında oturuyordu. Talhâ b. Ubeydullâh (ra) kalktı ve koşarak gelip elimi sıktı, beni kutladı. Allah’a yemin ederim ki muhacirlerden Talhâ’dan başkası kalkmadı.
Ka’b, Talhâ’nın bu nezaketini hiç unutmazdı.Sözlerineşöyle devam etti: Allah Resûlü’ne selâm verdiğimde sevincinden yüzü parlıyordu ve şöyle dedi:
–Annenin seni doğurduğundan beri yaşadığın günlerin en hayırlısı ile seni müjdelerim.
–Yâ Resûlallah, sizin tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı, dedim.
–Benim tarafımdan değil, Aziz ve Celil olan Allah’ın katından, dedi.
Sevindiği zaman Allah Resûlü’nün yüzü daha da nurlanır, hatta ay parçası gibi olurdu. Çok sevindiğini bundan anlardık. Resûlullah’ın önüne oturduğumda:
–Ey Allah’ın Resûlü, tövbemi tamamlamak için bütün malımı Allah ve Resûlü uğrunda tasadduk edeceğim, dedim. Peygamber ,
–Malından bir kısmını çoluk çocuğun için bırakman daha hayırlıdır, dedi. Ben de;
–Hayber’deki hissemi onlara bırakıyorum yâ Resûlallah!Allah beni ancak doğru sözlülüğüm sayesinde kurtardı. Hayatta kaldığım müddetçe hep doğruyu söylemek de tövbemin tamamıdır, dedim.
Allah’a yemin ederim ki Resûlullah’a bu sözleri söylediğim günden beri doğru sözlülük yüzünden Allah Teâlâ’nın, kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yine yemin ederim ki Resûlullah’a bu sözleri söylediğim günden bugüne kadar bilerek hiç yalan söylemedim, kalan ömrümde de Allah Teâlâ’nın beni yalandan koruyacağını umarım.
Ka’b devamla şöyle dedi: Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“And olsun, Allah, Peygamber’in ve içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, güçlük anında ona uyan muhacir ve ensarın tövbelerini kabul etti. (Evet) bir kere daha onların tövbelerini kabul etti. Çünkü o, onlara karşı çok esirgeyendir ve çok merhamet edendir.
Savaşa katılmayıp geride kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.
Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” meâlindeki âyetleri inzâl buyurdu.
Ka’b şöyle devam etti: “Allah’a yemin ederim ki Cenâb-ı Hak beni, İslâm nimetine mazhar ettikten sonra, Resûlullah’ın huzurunda doğru söylediğimden dolayı, yalan söyleyip helâk olanlar durumuna düşmekten kurtararak bana bundan daha büyük bir nimeti vermedi. Vahiy nâzil olduğu zaman da Allah Teâlâ, yalan söyleyenler hakkında kimseye söylemediği ağır sözü söyledi. Ve şöyle buyurdu:
“Yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerine ilişmemeniz için size Allah adıyla yemin edeceklerdir. Artık onlara ilişmeyin. Çünkü onlar pistir. Kazandıklarının karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin edeceklerdir. Siz onlardan razı olsanız bile Allah o fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.”
Ka’b sözlerini şöyle bitirdi: “Biz üçümüz, Resûlullah’ın yeminlerini ve biatlarını kabul edip istiğfar ettiği kimselerden geriye bırakılmıştık. O, bizim durumumuzu geri bıraktı ve nihayet Allah Teâlâ bu hususta yukarıdaki şekilde hüküm verdi. Allah Teâlâ “Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti.” buyurdu. Allah’ın zikrettiği bu “ayrılış”tan maksat, bizim gazadan geri kalmamız değil, aksine Peygamber’in, kendisine yemin edip özür beyan edenler içerisinden özürlerini kabul ettikleri kimselerin durumunu bizim durumumuzdan ayırıp geriye bırakmasıdır.”12
Diğer bir rivayette; “Peygamber , Tebük Seferi’ne perşembe günü çıktı. Yola perşembe günü çıkmayı severdi.”13
Başka bir rivayette, “Ancak gündüzün, kuşluk vakti seferden evine dönerdi. Seferden döndüğünde ilk önce mescide girer ve iki rekât namaz kılar, sonra orada (biraz) otururdu” denilmektedir.14
22. Ebû Nüceyd İmrân b. Husayn el-Huzâî’den (ra) anlatıyor:
Zina sonucu hamile kalan, Cüheyne kabilesinden bir kadın Peygamber’e geldi ve:
–Yâ Resûlallah, had (ceza) gerektiren iş yaptım, bana cezamı ver, dedi. Bunun üzerine Peygamber emir verdi ve kadının velisini çağırdılar. Ona:
–Bu kadına iyi davran ve doğum yapınca da bana getir, dedi. Adam Resûlullah’ın dediği gibi yaptı ve kadın doğum yaptıktan sonra onu getirdi. Hz. Peygamber emir verdi ve kadının elbisesi sımsıkı bağlandı. Sonra Peygamber’in emriyle kadın taşlandı. Peygamber (kadının cenaze) namazını kıldı. Bunun üzerine Ömer (ra):
–Yâ Resûlallah, zina ettiği hâlde bu kadının namazını mı kılacaksın, dedi. Allah Resûlü şöyle cevap verdi:
–O kadın öyle bir tövbe etti ki, Medine halkından yetmiş kişiye taksim edilseydi, hepsine yeterdi. Allah için canını vermesinden daha hayırlısını biliyor musun?15
23. İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre
Resûlullah şöyle demiştir:
Âdemoğlunun birvadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder.16
24. Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle demiştir:
Biri diğerinin canına kıyan ama (sonunda) ikisi de cennete giren şu iki kişiye yüce Allah güler. Bunların biri, Allah yolunda savaşırken diğeri tarafından şehit edilir. Öldüren sonra pişmanlık duyar ve Allah onun tövbesini kabul eder ve adam Müslüman olur; o da Allah yolunda savaşırken şehit düşer.17
- B6307 Buhârî, Deavât, 3 ↩︎
- M6859 Müslim, Zikir, 42 ↩︎
- B6309 Buhârî, Deavât, 4; M6952 Müslim, Tevbe, 1 ↩︎
- M6960 Müslim, Tevbe, 7 ↩︎
- M6989 Müslim, Tevbe, 31 ↩︎
- M6861 Müslim, Zikir, 43 ↩︎
- T3537 Tirmizî, Deavât, 98 ↩︎
- T3535 Tirmizî, Deavât, 98 ↩︎
- M7008 Müslim, Tevbe, 46; B3470 Buhârî, Enbiyâ, 54 ↩︎
- M7009 Müslim, Tevbe, 47 ↩︎
- B3470 Buhârî, Enbiyâ, 54 ↩︎
- B4418 Buhârî, Megâzî, 80; M7016 Müslim, Tevbe, 53 ↩︎
- B2950 Buhârî, Cihâd, 103 ↩︎
- M1659 Müslim, Müsâfirîn, 74 ↩︎
- M4433 Müslim, Hudûd, 24 ↩︎
- B6439 Buhârî, Rikâk, 10; M2415-M2417 Müslim, Zekât, 116-117 ↩︎
- B2826 Buhârî, Cihâd, 28; M4892 Müslim, İmâre, 128 ↩︎