Peygamberimizi görmek ve sohbetinde bulunmakla şereflenen Hz. Hansâ, ser­vet gibi, evladın da insanın yanında Allah’ın bir emaneti olduğunun şuurundaydı. İcap ettiğinde o emaneti hakiki sahibine vermek gerektiğine inanıyordu. Dört oğlunu hep bu düşünceyle büyütmüştü. Artık gözü gibi baktığı, büyüttüğü ciğerpareleri Allah yolunda cihat edebilecek yaşa gelmişlerdi.

Bu arada İslam mücahitleri zaferden zafere koşuyorlardı. Müslümanlar artık İran sınırına dayanmışlardı. Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İran’ı fethetmek için ordu hazırlanıyordu. Bu haberi alan Hz. Hansâ, dört oğluyla birlikte gönüllü olarak bu mücahitler ordusuna katıldı. Ordu, Medine’den dualarla, salavatlarla uğurlandı. Yorucu bir yolculuktan sonra mücahitler, İran ordusuyla karşı karşı­ya geldiler. Vakit gece idi. Gün ışığıyla birlikte kıyasıya bir savaş başlayacak­tı.

Asıl ismi “Temâdur bint-i Amr” olan Hz. Hansâ (r.anha), bir anne olarak çocukları­nı çok seviyordu. Ancak Allah’a ve Resûl’üne duyduğu sevgi her şeyin üzerindeydi. Onun Rabb’ine teslimiyet ve bağlılığını hiçbir şey engelleyemezdi. Allah rızası için canından, malından, evladından geçebilirdi. Hem onları bugün için büyütmemiş miydi? Bir anne için yavrularının şehitlik makamını kazanmala­rından daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi? Oğullarını yanına çağırdı. Onlarla konuşmak, konuştukça coşturmak istiyordu.

Hz. Hansâ şairdi. Cahiliye Devri’nde yapılmış çeşitli şiir yarışmalarına katıl­mış ve pek çok derece almıştı. Hattâ şair Cerirî’nin ve “şairlerin reisi” unvanının sahibi Şair Nâbiga’nın takdirlerini kazanmıştı. Bunun için hitabeti çok kuvvetli ve tesirliydi. Oğullarının yüzüne anne şefkatiyle şöyle bir baktıktan sonra ağ­zından şu ifadeler döküldü:

“Yavrularım, sizi Müslüman olmaya kimse zorlamadı. Kendi isteğinizle Müslüman oldunuz. Kendi iradenizle mücahit ordusuna katıldınız ve buralara kadar geldiniz. Ken­disinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’a yemin ede­rim ki, siz hep bir annenin oğlu olduğunuz gibi, hep bir babanın da çocuklarısı­nız. Ben sizin babanızın namusunu korudum, ona ihanet etmedim. Dayınızı da mahcup edecek bir ahlaksızlıkta bulunmadım. Şerefinize leke sürdürmedim. Soyunuzu değiştirip bozmadım.

“Sizler, Allah yolunda savaşan mücahitlere Rabb’inizin hazırladığı sevabı bi­li­yor­su­nuz. Baki olan ahiret yurdunun fâni olan dünyadan daha hayırlı olduğu­nu da biliniz. Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Sabredin, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihat için hazırlıklı olun, birlik ve beraberlik içinde bulunun.’[1]buyurduğunu ha­tırlayınız.

“Ciğerparelerim! Yarın inşallah sağ salim sabaha erişirseniz, basiretli bir şe­kilde, sa­bır ve sebatla düşmana saldırın. Onlara karşı sadece Allah’tan yardım isteyin. Harp kı­zıştığında düşmanın can alıcı yerine kadar gidin. Onların ku­mandanıyla dövüşün. Zafer elde ederseniz ganimete kavuşursunuz; şehit olur­sanız cennete girer, ikrama nail olursunuz.”

Sabah olduğunda Hz. Hansâ’nın oğulları yerlerinde duramıyorlardı. Bir an önce şehit olmak ve annelerini sevindirmek istiyorlardı. Harp bütün şiddetiyle başladı. Hansâ’nın (r.anha) oğulları ve diğer mücahitler arslanlar gibi savaştılar. Tarihe mal olan kahramanlıklar gösterdiler. Ve nihayet şehitlik makamına nail oldular.

Biraz sonra savaş Müslümanların galibiyetiyle neticelendi. Hz. Hansâ’nın dört oğlu da şehitlerin arasındaydı. Haber vermek için gelenler üzgündü. Bu acılı haberi nasıl bildireceklerdi? Bütün metanetlerini toplayarak, dört oğlunun da şehitler içerisinde bulunduğunu söylediler. Hz. Hansâ’nın feryatlar içerisin­de bağırmasını beklerken, onun son derece sakin hâlini görünce şaşırdılar. Da­ha da şaşıracaklardı; çünkü onların vermekte tereddüt ettiği bu haberi Hz. Hansâ bir müjde olarak karşılamıştı. Evet, onun gibi kadere inanmış ve teslim olmuş, Re­sû­lul­lah’ın sohbetinde bulunmuş, çocuklarını böyle bir gün için yetiş­tirmiş bir anne için bundan daha büyük bir müjde düşünülebilir miydi? Nitekim sevincini şu dua ile açığa vurdu:

“Yavrularımın şehit olmasıyla beni şereflendiren Allah’a hamd olsun! Rabb’imden beni onlarla birlikte rahmetinin altında toplamasını ümit ve niyaz edi­yorum.”[2]

Hayatın, servetin ve evladın kendi yanında Allah’ın bir emaneti olduğunun şuurunda olan ve gerektiğinde bu emanetleri hakiki sahibine vermekten çekin­meyen annelere müjdeler olsun!


______________________________

[1]Âl-i İmrân Sûresi, 200.
[2]İstiâb, 4: 297; İsâbe, 4: 288; Üsdü’l-Gàbe, 5: 443.