Huneyn Harbi’nde Müslümanlar karşısında hezimete uğrayan Sakifliler, yurtları olan Taif’e gidip sığınmışlardı; şehrin kapılarını üzerlerine kapayarak, savaşmaya hazırlanmışlardı.

Burası, şirkin son sığınaklarından biriydi. Bir daha iman ve İslam’a karşı koyacak cesareti kendisinde bulama­yacak bir şekilde başı ezilmeliydi. Havazin ve Sakiflileri Müslümanlara karşı ayaklan­dıran Mâlik b. Avf da gelip buraya sı­ğınmıştı. Onun da yakalanıp hakettiği cezaya uğratılması gerekiyordu!

Bu sebeple Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Ta­if’e doğru yol al­maya başladı. Burasını çok iyi biliyordu. Seneler önce, burada hayatının en acı ve acıklı günlerini yaşamıştı. Taiflileri İslam’a davet etmeye gelmişken, onlar kendisini taşa tutmuşlar, kan revan içinde bırakmışlardı.

İslam ordusu kısa zamanda Taif önlerine vardı. Fakat Sa­kifliler kuvvetli ka­lelerine kapanmışlar ve bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak bol mik­tarda yiyecek stoğu da yapmışlardı.

Bu surları yarıp şehre dalmak elbette mümkün değildi. Bu sebeple Resûl-i Ekrem, şehri muhasara altına aldı. Ordugâh surlara çok yakın kurulmuş oldu­ğundan, mücahit­ler düşmanın yağmur gibi oklarına maruz kaldılar. Bu ara­da birkaç mücahit de atılan oklarla şehit oldu.[1]

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, ordugâhı surlardan uzaklaştırdı ve bugünkü Taif Mescidi’nin yanına nakletti.[2]Bu arada, yanında bulunan hanımlarından Hz. Üm­mü Seleme ile Hz. Zeyneb için iki çadır kuruldu. Resûl-i Ek­rem, na­mazla­rını bu iki çadır arasında kılar ve orada otu­rurdu. Sakifliler, Müslü­man olduktan sonra burada bir mescit yapacaklar ve adına da “Sariye Mes­cidi” di­yecekler­dir.[3]

Muhasara esnasında çarpışma, karşılıklı şiddetli ok atışlarıyla devam etti.

Mancınık Kurularak Taiflilerin Taşa Tutulması

Muhasaranın uzadığını ve Sakiflilerin teslim olmaya niyet­li görünmedikle­rini anlayan Peygamber Efendimiz, bu sefer mancınık kurulup düşmanın taşa tutulması hususunda mücahitlerle işti­şâ­re­de bulundu.

Selmân-ı Fârisî Hazretleri, “Ben de bunu uygun görürüm! Çünkü biz Fars ül­kesinde düşman kalelerine mancınık dikerdik; onlar da bize karşı mancınık­lar dikerlerdi. Böy­lece, birbirimizi yenmemiz mümkün olurdu! Mancınık ku­rul­madığı zamanlarda uzun müddet beklemek zorunda kalırdık” diye fikir beyan etti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu teklifi güzel karşıladı ve man­cınık yapılma­sı­nı emretti. Emri yerine getirildi. Daha önce orduda bulunanlarla birlikte man­cı­nıkların sayısı üç oldu. İslam ordusunda ayrıca iki debbade [sığır deri­sin­den yapılmış kuvvetli araba] vardı.

Mücahitler bu debbadelerin altına girerek şehir kalesine yaklaş­mak ve du­varını kazıp delmeyi denedilerse de, bunda başarılı olama­dılar. Zira, düşman askerleri tarafından atılan ok­lar, kızgın demir parçaları ve şişler, bu derileri de­lip ilerlemelerine mani oluyordu. Hatta bu arada İslam ordusu şehit de verdi.

Üzüm Asmalarını Kesmeye Teşebbüs

Muhasara uzuyor ve arzu edilen netice elde edilemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu: Düş­manı, iktisadî baskı altına almak için, şehrin dı­şındaki, Taif­li­le­rin ileri gelenlerine âit, kaliteli ve nâdir üzümler yetiştiren bağ ve bah­çelerinin tahrip edilip kesileceğini duyurdu ve kesilmesini mücahitlere emretti!

Tek geçim kaynakları olan bağ ve bahçelerinin kesildiğini gören Sakifliler, telâşa kapıldılar ve Pey­gam­be­ri­mize, “Ey Muhammed! Mal­larımızı neden ke­siyorsun? Bizi yenersen, ya onları alırsın yahut da dediğin gibi Allah’ın rızasını ve akrabalık[4]hakkını gözeterek bize bırakırsın!” diye seslendiler.[5]

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben, bağınızı, Allah rızasını ve akrabalık hakkını gözeterek bırakıyorum!” dedi ve üzüm asmalarının kesilme­sini menetti.[6]

Bu arada, kahraman sahabe Hz. Hâlid b. Velid ortaya atılarak, düşmandan çarpışacak er diledi. Fakat düşmanda bu yolda hiçbir hareket görülemedi. İçle­rinden biri, Hz. Hâlid’in er dilemesine şu cevabı verdi:

“Bizden hiçbiri seninle çarpışmak üzere kaleden inmeyecektir. Biz, kale­miz­de oturmaya devam edeceğiz; çünkü yıllarca bize yetecek yiyecek stoğumuz var! Eğer bu yiyecekler tükenir ve sen de o zamana kadar beklemeyi göze alır­san, o takdirde hepimiz kılıcımızı sıyırır, senin karşına çıkar ve son ne­fe­si­mize ka­dar seninle çarpışırız!”[7]

Yeni Bir Taktik

Kuşatma uzadıkça uzuyordu. Sakiflilerinse kaleden çıkıp göğüs göğüse çar­pışmaya niyetleri yoktu. Teslim olmayı da düşünmüyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, bir başka tedbire başvurdu. “Kaleden inip yanımıza gelen ve Müslüman olan köle, hürdür!” diye ilan ettirdi.[8]

Bu ilan üzerine yirmiye yakın köle kaleden indi ve İslam ordusuna katılıp Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz de onları azat etti; sonra da hepsini ha­li vakti yerinde olan Müslümanlara teslim ederek, onlara Kur’an okutmala­rını ve sünnetleri öğretmelerini emretti.

Sakifliler, Müslüman olduklarında, bu kölelerin kendilerine geri verilmesini Pey­gam­be­ri­mizden isteyecekler, Pey­gam­be­ri­miz ise, “Onlar, Allah’ın azat et­miş olduğu kimselerdir; sizlere geri veremem!” buyurarak isteklerini reddede­cektir.[9]

Uyeyne b. Hısn’ın İkiyüzlülüğü

Bir ara Uyeyne b. Hısn huzura çıkarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! İzin ver de gidip on­larla konuşayım, onları İslamiyete davet edeyim. Olur ki Allah onlara hida­yet ihsan eder!” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz izin verince, Uyeyne çıkıp Taiflilerin yanına gitti; Peygamber Efendimize söylediklerinin tam aksine onlara, “Vallahi, Muham­med hiçbir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı. Kaleleriniz korunmaya müsait­tir. Direnmenize devam ediniz!” dedi.

Bundan sonra dönüp geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Uyeyne! Onlara neler söyledin?” diye sordu.

Uyeyne hiç bozuntuya vermeden, “Onları Müslüman olmaya davet ettim! ‘Muhammed, sizi teslim almadıkça geri çekilmeyecektir. Kendiniz için ondan eman alınız’ dedim!” diye konuştu.

Uyeyne sözlerini bitirince, Peygamber Efendimiz hiddetle, “Yalan söylü­yor­sun! Sen onlara, şöyle şöyle söyledin!” dedi ve onun söy­lemiş olduğu söz­leri teker teker nak­letti.

Kızarıp bozaran Uyeyne af diledi: “Doğru söylüyorsun, yâ Re­sû­lal­lah! Söy­lediklerimden dolayı Allah’tan affımı dilerim! Pişmanım. Allah’a tevbe ediyo­rum!”[10]

O sırada Hz. Ömerü’l-Faruk, “Yâ Re­sû­lal­lah! Müsaade buyur da, götürüp şu­­nun boynunu vurayım!” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Ashabımı öldürüyorum diye, insanlar hakkımda söz ederler!”[11]diye buyurdu.

Resûl-i Ekrem’in Rüyası

Bu arada, Peygamber Efendimiz bir rüya gördü. Rüyasında ken­di­lerine bir kap tereyağı ikram ediliyor, bir horoz ise gagasıyla kabı devirip içindeki yağı döküyordu.

Efendimiz rüyasını anlatınca, Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sanırım, Taif­li­ler hakkında umduğun şeye bugünlerde eremeyecek­sin!” dedi.

Peygamber Efendimiz de aynı kanaatte idi; “Buna, ben de imkân görmüyo­rum!” buyurdu.[12]

Muhasaranın Kaldırılması

Resûl-i Ekrem, Taif’i fethetmenin o anda kendisine nasip olamayacağını ar­tık anlamıştı. Bundan sonraki bekleme, vakit kaybet­mek­ten başka bir işe yara­mayacaktı.

Bu arada ashabına, şimdilik kendilerine Taif’i fethetme izni verilmediğini de duyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek, “Göç etmeye hazırlanmaları, hal­ka duyu­rulacak mıdır?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Evet…” diye buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, Müslümanlara Taif’i terk etme hazırlıklarına geç­melerini ilan etti. Hz. Ömer, o arada bir de, “Yâ Re­sû­lal­lah! Sakifliler aleyhinde dua etsen olmaz mı?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Allah, onlar aleyhinde dua etmeye de izin ver­me­di” buyurdu; sonra da, “Siz hemen göç etmeye bakınız” di­ye emretti.[13]

Fakat mücahitlerin bir kısmı, netice almadan buradan ayrılmak istemi­yor­du; hatta “Taif’i fethetmeden nereye gideceğiz?” dedikleri de duyuluyordu.

Bu mücahitler, gidip Hz. Ebû Bekir’e başvurdular. Hz. Sıd­dık onlara, “Bu işi, Allah ve Resûlü daha iyi bilir! Emir, Re­sû­lul­lah’a gök­ten gelir” diyerek ce­vap verdi.

Bunun üzerine Hz. Ömerü’l-Faruk’un yanına vardılar, onunla ko­nuştular. Hz. Ömer ise, onlara şu cevabı verdi:

“Biz, Hudeybiye Hadisesi’ni gördük. Hudeybiye’de içime, Allah’­tan başka­sına malum olmayan bir şüphe girmişti. O gün, Re­sû­lul­lah’a ﷺ, hiç söy­le­mediğim sözlerle başvurdum. Az kal­sın, ev halkım ve malım mahvolup gi­de­cekti! Re­sû­lul­lah’ın ﷺ, Allah ta­rafından yaptığı işte bizim için hayır vardı. Halk için, Hudeybiye Sulhü’nden daha hayırlı bir fetih olmamıştır. Re­sû­lul­lah’ın ﷺ Pey­gamber olarak gönderildiği günden Hu­dey­biye’de sulh şart­la­rı­nın yazıldığı güne kadar Müslüman olanlardan da­ha çok kimse, kı­lıç kul­la­nıl­madan Müslüman oldular! Re­sû­lul­lah’­ın yaptığı işte ha­yır vardır! Ben, o Hu­deybiye işinden sonra, hiçbir zaman, hiçbir iş hak­kında ona dönüp itiraz ede­mem. Bu iş Al­lah’ın işidir; O, dilediğini Peygamberine vahyeder!”[14]

Peygamber Efendimiz, umumî kanaatin, Taif’te bir müddet kalmak yö­nünde olduğunu fark edince, mücahit­le­re, “Öyle ise, yarın sabah çarpışmaya hazır olunuz!” diye buyurdu.

Sabah olunca, çarpışmaya girdiler. Ancak bu çarpışma, yara almalarından başka hiçbir işe yaramadı. Bundan öteye bir netice elde edemeyeceklerine artık ken­dileri de kanaat getirdiler. Peygam­ber Efendimiz tekrar, “İnşallah yarın dö­ne­ceğiz!” deyince sevin­diler. Hemen göç hazırlıklarına başladılar. Pey­gam­be­ri­miz, onların bu haline tebessüm buyurdu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla otuz gün kadar süren bir kuşatmadan sonra Taif’ten ayrıldı.

Sakifliler, mücahitleri fazlasıyla uğraştırmış, yormuş, yaralamış ve on dört kadar Müslümanı da şehit etmişlerdi. Bu sebeple, ayrıldıkları sırada, Peygam­ber Efendimizden Sa­kif­liler aleyhinde dua etmesini istediler. Fakat âlemlere rah­met olarak gönderilen Peygamber Efen­di­miz, ellerini açarak, “Allahım, Sakiflilere doğru yolu göster; onları bize getir!” diye dua etti.[15]

Kâinatın Efendisi, öylesine engin bir merhamet duygusuna, öylesine bitmez tükenmez bir şefkat deryasına sahipti ki en azılı düş­man­larının bile mahvol­masına gönlü râzı olmuyor, bilâkis onların da İslam ve iman nuruyla mânen hayat bulmasını istiyor ve bunu Yüce Rabbinden niyaz ediyordu.

Ci’râne’ye Dönüş

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kuşatmayı kaldırdıktan sonra mücahit­lerle bir­likte Huneyn ve Evtâs’ta alınan ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne mev­kiine dönmek üzere Taif’ten ayrıldı.

Süraka b. Cu’şum’un Müslüman Olması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Taif’ten Ci’râne’ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslü­manlar onu tanıma­dıklarından buna mani oldular. Hatta art niyetli biri olabilir zannıyla, “Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?” diyerek üzerine yürü­mek bile istediler.

Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaş­tırmayacağını anla­yınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı. “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Süraka b. Cu’­şum’­um!” dedi.

Peygamber Efendimiz, onu tanıdı. “Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!” buyurduktan sonra Müslümanlara, “Onu, bana yak­laştırınız” diye emretti.

Efendimizin huzuruna varan Süraka, şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Süraka der ki:

“Re­sû­lul­lah’a, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Kendi develerim için doldurduğum havuzla­rımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevab var mıdır?’ diye sordum. Re­sû­lul­lah ﷺ, ‘Evet… Her ciğeri olanı sulamakta, insana ecir ve sevab vardır’ buyurdu. Bundan başka bir şey sorma­dım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Re­sû­lul­lah’a ﷺ gönderdim.”[16]

Ganimet ve Esirler

Yoluna devam eden Efendimiz, Ci’râne mevkiine geldi.

Mücahitlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı. Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu.[17]

Alınan ganimet malları ise, yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye[18]gümüş idi.[19]

Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini göz önün­de bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, saha­be­nin birini Mekke’ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giy­dir­di.[20]

On geceden fazla beklediği halde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, esir­leri Müslümanlar arasında bölüştürdü.

Havazin Heyetinin Gelişi

Esirlerin mücahitler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki Ha­va­zinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamber Efendimize, Müslüman ol­duk­la­rını, yurtlarındaki halkın da İslamiyeti kabul ettiklerini haber verdi.[21]

Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Ha­lîme’nin mensup ol­duğu kabile idi. Yani, Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerinin geri veril­mesini istediler.

Resûl-i Ekrem onlara, “Ben, tevbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun müddet tehir ettim! Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsı­nız. Esirleri, mücahit­ler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tek­rar iade etmem oldukça zor bir iştir!” dedi.

Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı: İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.

Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hisseme ve Ab­dül­mut­ta­liboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum” buyurdu; sonra da, “Öğle namazını kıldırdığım zaman, ayağa kalkarak, ‘Biz kadınlarımız ve çocuklarımız husu­sunda Allah Resûlünün Müs­lümanlar nezdinde, Müs­lümanların da Allah Re­sûlü nezdinde şefaatini diliyoruz’ diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışla­dığımı tek­rarlar, Müslümanların da bağış­lamasını isterim!” diye tavsiyede bu­lundu.

Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Ha­va­zin­li­ler yapılan tav­siye üzerine ayağa kalkarak, Hz. Re­sû­lul­lah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlamasını talep ettiler.

Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Ab­dül­mut­ta­liboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan muha­cir ve ensarın hep­si de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.[22]

Böylece, Resûl-i Kibriya’nın mübarek dillerinden dökülen bir iki cümleyle, bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.

Bu hadise, hem Nebiyy-i Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhame­tini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından şâyan-ı dikkattir.

Mâlik b. Avf’ın Müslüman Olması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdik­ten sonra, “Mâlik b. Avf ne yapıyor?” diye sordu.

Havazin temsilcileri, “Kaçıp, Taif Kalesi’ne sığındı. Şim­di, Sa­kif­li­lerin ya­nın­da bulunuyor” dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ona haber veriniz ki eğer Müslü­man olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim” buyurdu.[23]

Heyet, haberi kendisine götürünce, Mâlik, çıkıp Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna geldi ve Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem, vadettiği şekilde hem kendisine ma­lı­nı ve aile halkını teslim etti, hem de yüz de­ve ihsanda bulundu. Resûl-i Kib­riya Efendimiz, yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşmanı olan Mâlik b. Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine bir de vâli tayin ede­rek taltif etti.[24]

İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatları ile gö­nülden fetheden Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik b. Avf da, “İnsanlar ara­sında Muham­med’in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm, ne de işit­mişim! Kendisinden ihsan edil­me­si istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin tak­dirde, yarın meydana gelen hadiselerden de sana haber verir”[25]diyerek gönlü­nün fethedildiğini ifade etti.

Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu ha­zırlamış olan Mâ­lik b. Avf, o andan itibaren İslam’ın emir ve hizmetindey­di.

Ganimetlerin Taksimi

Esirlerin sahiplerine iadesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ganimetle­rin taksimine başlayacaktı.

O sırada bedevîlerden bir kısmının, “Yâ Re­sû­lal­lah, deveden, davardan ga­nimetlerimizi bölüştür” diyerek, Efen­di­mizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çe­kiştirdikleri gö­rül­dü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki Efendimiz bir ağa­ca da­yanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi, “Siz, Allah’ın size nasip ettiği ganimeti ara­nızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihamen’in ağaçları sayısınca bile ol­saydı, hiç­bir cim­ri­likte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm!” diye ko­nuş­tu; sonra da, eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde par­mak­la­­rı arasında tutarak kaldırdı ve “Ey insanlar! Vallahi, sizin ganimetiniz­den beş­­te bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş bir şey yoktur! Beşte bir pay da, gerektiğinde yine siz­lere harcanıyordur!” buyurdu.[26]Bundan sonra, ga­ni­met mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşeni dağıttırdı.

Müellefe-i Kulûb’a Yapılan İhsan

Ci’râne’de bulunan İslam ordusunda, Mekke’nin fethi günü Müs­lüman ol­muşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslam’la şe­reflenmemiş Mek­ke ileri gelenlerinden de birçok kimse vardı. Yeni iman et­mişlerin imanlarının sâbitleştirilmesi, imandan mahrum bu­lunanların ise İs­lam’a gönüllerinin ısındırılması için, Pey­gamber Efendimiz bir usûle başvurdu.

Bilindiği gibi, ganimetin beşte biri Peygamber Efendimizin tasarrufundaydı. Beytü’l-Mâl nâmına alınan beşte birden istediği ve lü­zum gördüğü yere sarfe­derlerdi.

İşte, yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binaen, yeni Müslüman ol­muşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısın­ma­mış Ku­reyş ileri gelenlerinin gönlünü İslam’a ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara faz­laca verdi.

Ku­reyş Reisi Ebû Süfyan’a, oğlu Yezid ve Muaviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanında bulundu. Böylece, Ebû Süfyan ve oğulları, toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, “Anam babam sana feda olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversindir! Seninle harp ettiğimiz zamanlarda da sen ne kadar güzel harp ederdin! Seninle sulh yaptığımız zamanlarda da sen ne kadar güzel bir sulhçü idin! Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek, Efendimizin cö­mertlik ve ihsanseverliğini dile getirdi.[27]

Bunun yanında, Resûl-i Ekrem, Ku­reyş ileri gelenlerin­den bir kıs­mına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.[28]

Safvan b. Ümeyye’nin Müslüman Olması

Safvan b. Ümeyye, Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara şiddetli düş­manlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hatta Mekke’nin fethi günü, görüldüğü yer­de vurulması emredilenler arasında ismi yer alıyordu. Fakat o da gönlü şef­kat deryasını andıran Efendimize iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman ol­ma­sı için de iki ay mühlet istemiş, Peygamber Efendimiz ise ona dört ay müh­let vermişti!

O da İslam ordusuna katılmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Ci’râne’de ganimetleri kontrol ettiği bir sıra­daydı. Gözü bir anda, henüz Müslüman olmamış Safvan’a takıldı. O, deve ve koyunlarla dolu vadiye gözünü dikmiş, dikkatlice ba­kıyordu.

Bu dikkatli bakışı, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin mübarek gözlerinden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi.

“Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye seslendi.

Safvan, “Evet…” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz, “O halde, o vadi, içindekilerle beraber senin ol­sun!” buyurdu.

Safvan, birden şaşırdı; kulaklarına adeta inanamıyordu. Hayatında kendi­sinden istenen hiçbir şey için “Hayır” demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, “Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cö­mert olamaz!” diyerek, kalbinin fethedildiğini ifade etti.[29]

Safvan, artık kendini, İslam nurunun, nübüvvet güneşinin câ­zibesine kap­tırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Böylece, senelerin İslam düşmanı Safvan b. Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken, kendini Müslümanlar sa­fında buluyordu!

Müslümanlığını sâlih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:

“Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında ken­disine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu!”[30]

Bu hadise, Resûl-i Kibriya Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre mua­melede bulunma san’atında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir mi­sâldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir te­bessümü ve gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yeti­yordu! Onun bu ciheti bile başlıbaşına bir tetkik konusu teşkil eder. Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed ﷺ, dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaide­lerini ta bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışları ile ortaya koymuştur.

Bir bakış, bir işaret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine mu­sahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gere­ken bir haslet-i Ne­be­vî’dir.

Sahabelerden Gelen İtiraz

Peygamber Efendimizin, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müs­lüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bu tat­bi­katın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duy­du­lar. Onlar, bu hareketle, Müslüman olmamış veya yeni Müslüman ol­muş­la­rın kendilerine tercih edildiği, adeta kendilerinden üstün tutulduğu zan­nına ka­pılmışlar­dı. Ne var ki Resûl-i Ekrem Efendimiz, asla böyle bir dü­şün­ceyle ha­reket etmemişti.

Nitekim tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müel­lefe-i Kulûb’a bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına ashaptan Sa’d b. Ebî Vakkas çıkmış ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Cuayl b. Sürâka dururken, siz tutup Uyeyne b. Hısn ve benzer­le­rine yüzer deve verdiniz!” de­mişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikayetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, as­haptan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi; ama iman cihetinde zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa’d Haz­retlerine şu cevabı vermişti:

“Vallahi, Uyeyne ve Akra gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hep­sinden hayırlı ve daha faziletli olur! Ancak ben, onları İslam’a, imana ısındır­mak için bu tarz hareket ediyorum! Cuayl’ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müs­lümanlığına ve ahirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havâle ediyorum!”[31]

Ensardan Bazı Kimselerin Konuşmaları

Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O ensar ki Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, “Benim hayatım sizin hayatınızladır; ölümüm de sizin ölümünüzle­dir!” diyerek dile getirmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha düne kadar İslam’a ve Müslümanlara bü­tün şiddetleriyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulun­mayan, bu yolda hiçbir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ih­sanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiyy-i Muhterem Efendi­mizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından do­layı da üzülü­yorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hatta bazıları, hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyorlardı.[32]

Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı, Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa’d b. Ubâde Hazretleri ulaştırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ensarı bir araya toplayarak, onlara, “Ey ensar topluluğu! Söy­le­me­meniz gereken bazı nâhoş sözleri söy­lediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle de­mişsiniz!” diye hitap etti.

Bu hitap karşısında ensardan bazıları özür beyan ettiler: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir!”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine devam etti: “Ey ensar! Siz­ler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah, be­nim vasıtamla sizlere hidayet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Al­lah be­nim vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman idiniz. Allah be­nim vasıtamla kalpleri­ni­zi birbirine ısındırıp birleştirmedi mi?”

Ensar cemaati: “Evet, yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Sen bizi karanlık içinde bul­dun; senin sâyende aydınlığa, nura kavuştuk! Sen, bizi bir ateş çukurunun ba­şında buldun; senin sâyende ondan kurtulduk! Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun; senin sâyende doğru yola kavuştuk! Bizler, Allah’ı Rab, İsla­mi­yeti din, Muhammed’i ﷺ de peygamber olarak kabul etmiş bulu­nuyoruz! Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür; Allah ve Resûlüne minnettarız! Yâ Re­sû­lal­lah, sen dilediğini yap!”[33]

Buna rağmen, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sözlerine son vermedi. Gönülle­rinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:

“Ey ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğ­ruyu söylemiş olurdunuz: ‘Sen, bize yalanlanmış olduğun halde geldin; biz, seni doğruladık! Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin; biz, senden hiçbir yar­dımı esirgemedik! Sen, yurdundan kovulmuştun; biz sana kendi nefsimiz gibi baktık.’ Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik eder­dim!”

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:

“Ey ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyun­lar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlüyle beraber yur­dunuza dönmeye râzı değil misiniz?”

Medineli Müslümanlar bu soruya haykırarak, “Evet, yâ Re­sû­lal­lah! Biz, bu­na râzıyız!” cevabını verdiler.

Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mana âlemlerini bir anda değişti­ren hitabesini şöyle bağladı:

“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki eğer hicret fazileti olmasaydı, ensardan bir fert olmayı arzu ederdim!

“Allahım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve mer­hamet et!”[34]

Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar, kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağ­ladılar; öyle ki gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı!

Artık kesin kararlarını vermişlerdi: “Biz, ganimet payı olarak Re­sû­lul­lah’a râzıyız; başka hiçbir şey verilmezse bile!”

Eşsiz bir ganimet hissesi!

Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslam’ın sînesine celbederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duy­dukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle gidebiliyordu!

Ci’râne’den Mekke’ye

Zilkade ayının bitmesine on iki gün kalmıştı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ci’râne’de bulunduğu zaman zarfında, içinde namazlarını eda ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Ci’râne’den ayrılarak, ashab-ı ki­ramla gece Mekke’ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz, Beytul­lah’ı görünce telbiyeyi kesti. Sabahleyin ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzama’yı ta­vaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Sa’yin yedinci devresinde Mer­ve yanında başını traş etti.

Bu umrede Efendimiz, kurban kesmedi.[35]

Medine’ye Dönüş

Resûl-i Kibriya Efendimiz, artık Medine’ye dönmek niyetindeydi.

Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tayin ettiği At­tâb b. Esîd’e aynı va­zifeyi tekrar verdi. Muaz b. Cebel Haz­ret­lerini de İslam’ı anlatmak ve Kur’an öğ­retmek üzere orada bıraktı.

Bundan sonra Mekke-i Mükerreme’den yola çıktı. Zilkade ayının bitmesine birkaç gece kala Medine-i Münevvere’ye kavuştu.


________________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 125; Taberî, Tarih, c. 3, s. 133.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 125.
[4] Peygamberimizin anneannelerinden Âtike, Sakiflerdendi.
[5] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 928.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 158.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 80.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 158-159.
[9] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 932.
[10] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[11] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 81.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 127; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 133-134.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159
[14] Vakidî, a.g.e., c. 3, s. 936.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 159.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[18] Bir ukiyye, 1283 gramdır.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 153; İbn Hişam, a.g.e., c. 4. s. 131.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 132; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 327
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 133; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 135.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 134.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 135; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 136.
[27] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 84.
[28] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 136-138; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 152-153.
[29] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 720; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 24.
[30] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 449.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 139; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 246.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 10-141; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 76, 157, 201; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 76, c. 4, s. 42; Buharî, Sahih, c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 142-143; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 77, 188; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 69; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 138.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 154.