Şeybe intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. En sevdiği varlığı, babası Osman bin Ebî Talha, Uhud Savaşı’nda Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Hem de öldüren, Resûlullah’ın en yakın akrabalarındandı…
Şeybe, babasının intikamını almak için çırpınıyordu. Planlar kuruyor, desiseler hileler arıyordu. O doymak bilmez hırsı ancak Resûlullah’ın öldürülmesiyle tatmin olabilirdi. Bunu kafasına koymuştu. Uhud Savaşı’nda bir şey yapamamanın sıkıntısını taşıyordu. Bu planı uygulamak için arkadaş arıyordu.
Huneyn Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Müslümanlar zor anlar yaşıyordu. Yana yakıla birisini arayan Şeybe sonunda Safvan’ı buldu. Safvan’ın babası Ümeyye de Bedir Savaşı’nda öldürülmüştü. İkisi de babalarının intikamını almak üzere kafa kafaya verdiler. Planlarına göre, Huneyn Savaşı’nda Müslümanlar yenilirse Kâinatın Efendisi’ne saldıracaklardı.
Savaş iyice kızışmıştı. Şeybe tekrar tekrar “Muhammed’den bugün intikam alacağım!” deyip duruyordu. Bu arada devamlı Resûlullah’ı gözlüyor, fırsat kolluyordu. Resûlullah’ın katırından indiğini görünce kılıcını sıyırdı, üzerine gitti. Tam o sırada Hz. Abbas’ı görünce vazgeçti. Sonra sol yanından üzerine varmak istedi, Resûlullah’ın amcasının oğlu Ebû Süfyân bin Hâris’i gördü. Fırsat kolluyordu. Resûlullah’ı yalnız bulunca, arkadan gizlice yanına yaklaştı. Kılıcını kaldırıp vurmaktan başka bir iş kalmamıştı. Tam o sırada arkalarında yıldırımı andıran şiddetli bir ateş yaylımı ortaya çıktı. Ateşin kendilerini yakıp kavuracağından korktu, hiçbir şey yapamadı.
Şeybe başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Resûlullah’ı öldürmek üzere pusu kurdum. Kılıcımı kaldırdım, tam indireceğim sırada üzerime bir şey geldi. Kalbimi kapladı ve ben kılıcımı kullanamadım. Ve anladım ki onu öldürmek mümkün değildir…”[1]
Resûl-i Ekrem ona başını çevirdi ve gülümseyerek, “Ey Şeybe! Bana doğru yaklaş.” dedi.
Biraz önce Kâinatın Efendisi’ni öldürmek için kendisinde cesaret bulan Şeybe, şimdi tir tir titriyordu. Kalbi korkuyla çarpıyor, adım atacak mecali kendisinde göremiyordu. Sonra bir hamleyle biraz toparlandı ve Resûlullah’a yaklaştı. Peygamberimiz maddi manevi şifalar dağıtan mübarek ellerini Şeybe’nin göğsüne koydu ve, “Allah’ım! Bundan şeytanın desisesini gider.” diye dua etti.
Bu duayla birlikte Şeybe’nin kalbindeki şirk ve intikam duyguları gitti, yerine hidayet nuru doldu. Artık müşrik Şeybe gitmiş, yerine mümin Şeybe gelmişti.
Hz. Şeybe (r.a.) ebedî saadeti için dönüm noktası olan o mesut ânı şöyle ifade eder:
“Vallahi Resûlullah ﷺ elini göğsüme koyduğu sırada dünyada benim için ondan daha sevgili bir insan yoktu.”
Kâinatın Efendisi’nin bazen bir bakışı, bir tebessümü, mübarek elleriyle bir teması, işte böyle âni bir inkılap yapıyor, toprak altın, kömür elmas oluyordu. Bu kutsi hakikat “Sözler”de şöyle dile getirilir:
“Bazı olur bir nazar, fahmi [kömürlü], elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı Peygamber birdenbire kalbeder, bir bedevi cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslam’dan evvel Ömer, İslam’dan sonra Ömer. Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer [ağaç]. Def’aten verdi semer [meyve]. O nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Ceziretü’l-Arab’da [Arap Yarımadası’nda] fahm olmuş [kömürleşmiş] fıtratları kalbetti elmaslara, birdenbire seraser [baştan başa]… Barut gibi ahlakı parlattırdı, oldular birer nuru münevver.”[2]
Şeybe artık hidayete erdiğine göre, müşriklere karşı savaşmalıydı. Resûlullah, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfirlerle savaş!” dedi. Hz. Şeybe yalın kılıç, çok kısa bir zaman önce, onların hesabına harp ettiği Hevazin kabilesinin içine daldı. Öyle bir şevk ve heyecanla çarpışıyordu ki, önünde kimse duramıyordu. Artık Resûlullah’ı korumak için savaşıyordu.
Hz. Şeybe bu ânı şöyle dile getirir:
“Resûlullah’ın önünde kılıç vurup savaşıyordum. Vallahi canımla ve bütün varlığımla onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım, hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”
O nasıl bir imandı ki, biraz önce intikam almak için öldürmeye teşebbüs ettiği Resûlullah için, imana geldikten sonra, karşısına çıkan müşrik babasını öldürebilecek bir yüksek duygu aşılıyordu…
Hz. Peygamber’in yüce sevgisine nail olmak, Şeybe için artık dünyalara değişmeyecek bir hadiseydi. Daha önce kendisinde bulunan o korkunç intikam hırsı, bu defa İslam’a hizmet aşkına dönüşmüştü. Cahiliye Devri’ndeki hâllerini hatırlayınca çok üzülüyor, Resûlullah’tan dua istiyordu. “Benim için Yüce Allah’tan mağfiret dile, yâ Resûlallah!” derdi. Resûlullah kendisine dua eder, müjdelerdi. “İslamiyet, daha önceki hataları, günahları silip atmıştır.” buyururdu.
Hz. Şeybe, İslam kaynaklarında artık “Hâcibu’l-Kâbe” unvanıyla anılıyordu. Çünkü Kâbe’nin anahtarı onun elindeydi. Kâbe teşrifatçısıydı.[3]Hem de bu kutsi vazifeyi ona Peygamberimiz vermişti.
Annesi, büyük sahabi Hz. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşiydi. Hz. Mus’ab ömrünün sonuna kadar İslamiyet’e hizmet ettiği gibi, Hz. Şeybe de dayısının yolunda giderek, Hicret’in 59. yılında vefat edinceye kadar İslam’ın kutsi hakikatlerini yaşadı ve onlar için mücadele etti.
Kendisinin rivayet etmiş olduğu hadis-i şeriflerden birinin meali şöyledir:
Resûlullah şöyle buyurdu:
“Sizden birisi bir meclise girdiğinde boş bir yer bulursa oraya otursun, yoksa uygun bir yer arasın [başkalarını rahatsız etmesin].”[4]
Allah’ın rahmeti üzerine olsun!