Selmân, mecusiler arasında dünyaya gelmişti. Ateşe tapan insanlar arasında küçük bir çocuktu. Babası Büzahşan, İran’ın çiftlik ağalarındandı. Oğlunu çok sever, yanından ayırmaz, sanki kaçıp gidecekmiş gibi evden dışarı çıkarmaktan korkardı.
Selmân yetişkinlik çağına girdiği sıralar, mecusilerin ibadet yerine gider, oranın fahrî bekçiliğini yapardı. Mukaddes sayılan ateşin sönmemesi için devamlı yakardı.
Küçük Selmân’ın içinde sürüp giden bir boşluk, bir hasret, bir istek ve bir işaret vardı. Akşamları kızıllaşan ufka dalar, sabahları uzak bir işaret hülyasına bağlanmış gibi güneşin ışıltılarına dikkat kesilirdi. Sanki hep haber beklerdi.
Babası bir gün Selmân’ı çiftliğe göndermişti. Yolda birtakım garip sesler duyan Selmân, sesin geldiği tarafa döndüğünde Hıristiyanların ibadet ettiği bir kiliseyi gördü. Merakla kiliseden içeri girdi. Nasıl olup bittiğini bilmeden ayine katılan Selmân, çiftliği, köyü unutup akşama kadar orada kaldı. Âdeta kendisinden geçen Selmân, bu ayinden aldığı zevki, babasının dininden aldığı zevkten daha tesirli buldu. Ayinde bulunan Hıristiyanlardan, dinleri hakkında bilgi aldı. Bu dinin aslının nerede bulunduğunu sordu. Onlar da Şam tarafını işaret ettiler.
Gün erimiş, çabucak akşam olmuştu. Selmân isteksiz bir şekilde eve dönmüştü. Babası, izinsiz kaybolduğu için hiddetlenmiş, fakat oğlunu gördüğü için de sevinmişti. Selmân başından geçenleri anlattı. Açıkça, mecusiliği beğenmediğini, onun kendisini tatmin etmediğini, Hıristiyanlığı daha üstün bulduğunu söyledi. Babası, söylediklerinden dolayı Selmân’a şiddetle kızdı. “Bunları nasıl söyleyebiliyorsun?!” diye onu azarladı. Fakat Selmân fikrinde ısrar ediyordu. Babası, ayaklarına zincir vurarak Selmân’ı hapsetti.
Babasının bu hareketi Selmân’daki düşünceyi değiştirmek şöyle dursun, daha da kuvvetlendirmiş, bu yeni dine girme arzusunu daha da şiddetlendirmişti.
Selmân bir gün, bir yolunu bulup zincirleri çözdü, evden gizlice kaçtı. Şam taraflarına gitmekte olan bir kervana katıldı. Şam’a vardığında, Hıristiyanlığın en ileri geleniyle görüşmek istediğini söyleyince, onu papazın huzuruna çıkardılar. Selmân, papaza, dinlerini kabul ettiğini, yanlarında kalıp hizmet etmek istediğini söyledi. Fakat papaz sahtekârın birisiydi. Halktan topladığı paraları kendisi için biriktiriyor, onları aldatıyordu. Çok geçmeden papaz öldü. Selmân durumu halka açıkladı. Altınları sakladığı öğrenilince, papazın cenazesi halk tarafından taşa tutuldu. Böylesi çirkin bir manzara bile, Selmân’ı yeni dininden soğutmamıştı. Onun ruhunda daima daha iyiye, daha güzele ve hakikate hasret vardı.
Ölen papazın yerine gelen din adamı, Selmân’ın beklediği ve benimsediği bir insandı. Dünyaya ehemmiyet vermeyen, gece-gündüz ibadetle meşgul olan, dinî vecd ve heyecanla kendisinden geçen bu zat da çok geçmeden hastalandı ve Selmân’a çok tesir eden şu nasihati yaptı:
“Evladım, bugün dünya helaket girdabında yüzüyor. Hak dini değiştirip emir ve yasakların çoğunu terk ettiler. Benden sonra Musul’daki falan kimseye gitmeni tavsiye ederim, çünkü o da benim yolumdadır.”
Selmân, bu zatın vefatından sonra Musul’a gitti. En iyiye, en güzele ve hakikate varmak arzusuyla didiniyor, araştırıyor, dağlar dereler aşıyordu.
Musul’a ulaşınca papazı buldu. Gerçekten bu da, ölen papaz gibi dinine bağlı biriydi. Fakat hayatının son yıllarını yaşıyordu. Sanki iyilerin hasat mevsimi yaşanıyor, birer birer ebedî âleme göçüyorlardı.
Selmân, Musul’dan Nusaybin’e, oradan da Amuriye’ye—Anadolu’da Sivrihisar’ın o zamanki adı—geçti. Orada, hak dinin, kalan son faziletli rahibinin huzuruna çıktı. Dinî hakikatlerin arayıcısı ve hasretlisi olan Selmân, dinî hizmetle kendisinden geçmiş olan bu insanın hizmetinde bulunmayı şeref bildi. Burada çalışıp bir miktar koyun ve sığır elde etti. Bir gün gelir, paraya şiddetle ihtiyacı olabilirdi. Amuriye’deki zatın Selmân’a nasihati, hepsinden daha ibretli, daha düşündürücü, daha hikmetliydi.
“Oğlum, dünyada artık bizim mesleğimiz ve yolumuz üzerinde bulunan kimseyi tanımıyorum. İbrahim’in dini üzerine gönderilecek peygamberin gelmesi yakındır. O, Arap topraklarında zuhur edecek, sonra iki taşlık arasında bir yere hicret edecektir. Bu iki taşlık arası hurmalıktır. Onun üzerinde bazı alamet ve işaretler olacaktır. Hediyeyi kabul edip yiyeceği hâlde, sadakadan yemeyecektir. Ayrıca iki küreği arasında ‘Nübüvvet Mührü’ bulunacaktır. Bir yolunu bulursan benden sonra o diyara gidersin.”
Bu sözleri can kulağıyla dinleyen Selmân’ın kalp ve dimağında yepyeni bir dünyanın, bir iman ve saadet dünyasının müjde ışıltıları parlıyordu.
Selmân’ın gözü şimdi Arabistan taraflarına gidecek bir kervandaydı. “Arayan bulur.” gerçeği nihayet tahakkuk etti. Parasına karşılık kervancılarla yolculuk için anlaştı.
Günlerce kızgın çölde yol aldılar ve “Vâdi’l-Kura” denilen yere ulaştılar. Kervan burada konakladı. Kervancıların içinde bulunan bazı zalim kimseler Selmân’ı köle olarak bir Yahudi’ye sattılar. Selmân hayatını bundan böyle bir Yahudi’nin kölesi olarak geçirecekti.
Fakat Selmân, köleliğe aldırmıyor, devamlı o rahibin anlattıklarının heyecanı ve dalgalanmalarıyla yaşıyordu. Yahudi’nin bahçesinde çalışırken bile, “Acaba iki taşlık arasındaki hurmalık burası olmasın?!” diye içinden geçiriyordu.
Selmân durmaksızın çalışıyor, sahibinin emrine tabi olmaktan başka bir şey yapamıyordu. Bir gün yine bahçede çalışırken, Kurayzaoğullarından biri çıkageldi. Varlıklı biri olan bu zat, Yahudi’den Selmân’ı satın aldı. Değişen bir şey yoktu. Şimdi, bir başkasının emrindeydi. Ne var ki, yeni sahibinin kendisini getirdiği yer Medine idi. Selmân, Medine’yi görür görmez tanımıştı. Yıllardır hayalinin peşine takılıp koştuğu, muhayyilesinde canlandırdığı “iki taşlık arasındaki hurmalık” gerçek oluyordu. Selmân, olup bitenlerin derin ve sarsıcı heyecanı içindeyken kimseye bir şey söylemiyor, bir şeyden söz açmıyordu.
Yıllar yılları kovaladı. Zaman, sel dolaplarını çalıştırdı. Bütün varlıkların, bütün kalp ve akıl sahiplerinin, bütün medeniyetlerin, bütün kâinatın beklediği nur doğdu. Hz. Muhammed’e ﷺ peygamberlik vazifesinin geldiği duyuldu. Herkes ve her şey buna dikkat kesiliyordu. Herkes bunu konuşuyordu. İki kişi bir araya gelse, Mekke’de peygamberlik dava eden, o mukaddes ve mualla inkılabı hazırlayan Yüce Peygamber’den söz ediyordu. Selmân konuşulanları dinledikçe, kalbindeki, şuurundaki sırrın ve zihnindeki ukdenin çözüleceğine inanıyordu. Ve, o Yüce Peygamber’i görmek, ona tabi olmak, onun mecnunu, onun pervanesi, onun hizmetkârı, onun kölesi olmak iştiyakıyla yanıyordu. Hayat Selmân’ın gözünde bir şeyi fethetmenin ifadesiydi. Tâ çocukluğundan beri bu fethin arzusuyla yaşamıştı. Şimdi bu arzu, Selmân’ı daha kuvvetli ve şiddetli bir şekilde sevk ediyordu. Oysa Selmân, şimdi birinin kölesi, birinin malıydı. Hem Mekke’den de epeyce uzakta bulunuyordu.
Yine bir gün Selmân, bahçede sahibinin işinde çalışmakla meşguldü. Sahibi, bir ağacın gölgesinde dinleniyordu. Sahibinin bir akrabasının, öteden söylenerek geldiğini gördü: “Allah belasını versin! N’oldu, biliyor musun?” Selmân’la sahibi dikkat kesildiler, “N’oldu?” dedi Selmân’ın sahibi. Adam, “Mekke’de peygamber olduğunu söyleyen bir adam var ya, kalkmış, buraya gelmiş. Kuba’da. Kalabalık, etrafına toplanmış, anlattıklarını dinliyordu. Bundan böyle bize huzur yok!” diye cevap verdi.
Selmân, hummaya tutulmuş hasta gibi titredi. Ürpertiyle yığılıp kaldı. Sahibinin kollarına düşüyordu nerdeyse. “Ne dedin, ne dedin?” diye heyecan ve hayretini, sevinç ve neşesini gizleyemedi. Köle olduğunu unutmuştu. Öfkeyle irkilen sahibi, “Bundan sana ne, nasıl işini bırakıp söze karışıyorsun?!” diyerek, kızgınlıkla Selmân’a bir tekme savurdu ve onu yere yıktı.
Selmân hiçbir şey hissetmiyordu. Hayatta mıydı, değil miydi, bilmiyordu. Kalbinin bağlandığı heyecan, yıllardır hasretlisi olduğu müjde ve o Yüce Peygamber’e kavuşmak isteğinden başka bir şey duymuyordu. Bir an önce gidip, kalbinde saklayıp büyüttüğü sırların gerçekleşeceğini görecekti. Dişinden tırnağından arttırıp bir şeyler biriktirdi. Akşam hava kararınca gizlice Kuba’nın yolunu tuttu. Resûlullah’ın huzurundaydı artık:
“Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanımda biriktirdiğim bir miktar sadakam var, lütfen kabul eder misiniz?”
Allah’ın Resûl’ü, sadakayı aldı, yanındaki sahabilere dağıttı.
Selmân’ın vakti yoktu. Müsaade isteyip ayrıldı. Kalbindeki düğümlerden biri daha çözülmüştü.
Tekrar bir şeyler biriktirmeye başladı. O sıra Resûlullah’ın Medine’ye geldiğini öğrendi. Sadakayı yemeyen Resûlullah’ın, hediyeden yeyip yemeyeceğini öğrenmek istiyordu. Bir yolunu bulup aceleyle Allah’ın Resûl’ünün ﷺ huzuruna vardı. “Bu sefer arz ettiğim, bir hediye olarak hazırlanmıştır.” dedi. Resûlullah, hediye olarak getirilen yiyecekten “Bismillah!” diyerek yedi ve yanındaki sahabilere de yemeleri için verdi.
Böylece bir başka sır daha çözülmüştü. Her defasında kendisini ona daha yakınlaşmış, daha bağlanmış hissediyordu. Bu hissedişle içinde engin bir sevinç dalgasının çağıldayışını duyuyordu.
Şimdi sıra, rahibin üçüncü söylediğine, “Nübüvvet Mührü”ne gelmişti. Bunu nasıl yapacak, nasıl öğrenecekti? İki kürek kemiği arasını nasıl görebilecekti? Tereddüt ve üzüntüyle dolu iken, Resûlullah’ın Baki Kabristanı’nda olduğunu haber aldı. Peygamberimiz, vefat eden bir sahabinin cenazesi için buraya gelmiş bulunuyordu. Selmân fırsatı kaçırmak istemedi. Hemen koşup kabristana vardı. Resûlullah’ı sahabilerle sohbet ederken buldu. Resûlullah’ın üzerinde iki parçalı ihram elbisesi bulunuyordu. Selmân selam verip Resûlullah’ın arka tarafına geçmek istedi. Resûlullah, Selmân’ın meraklı ve telaşlı hâlini sezdi ve hemen ridasını sıyırarak sırtındaki “Nübüvvet Mührü”nü görmesini sağladı. Selmân, Resûlullah’ın ayaklarına kapanıp hıçkırıklarla ağladı. Ruhunda kaynaşan, kalbinde çağlayan bütün varlığını, var oluşunu kuşatan İlahî vecd ve heyecan, ruhunun penceresi olan gözlerinden damla damla yaş hâlinde toprağa dökülüyordu. Onun karşısında kendi varlığını unutmuştu. Resûlullah’ın “Bu tarafa dön!” hitabıyla kendine geldi. Tatlı bir rüyadan, bitmeyecekmiş gibi olan bir rüyadan uyandı. Girdiği müjdeli ve ışıklı âlem genişledi. Ruhundaki hasretin durulduğunu, soruların cevaplandığını, benliğinin sükûna erdiğini hissediyordu. Şimdi, gerçek dünya onundu sanki; her şey onundu…
Baba ocağından kaçıp gurbetlere, köleliğe, çile ve ıstıraplara muhatap olması, tatlı ve zevkli bir hazza dönüşüyordu. Artık gerçek hürriyete kavuşmuş, ruhundaki dünya zincirlerini kırıp parçalamıştı.
Hz. Selmân, Müslüman olduktan sonra gerçek hürriyete kavuşmuştu. Ama maddi köleliği sona ermemişti. Peygamberimizin gönlü bu kimsesiz sahabisinin köle olarak hayatını devam ettirmesine razı değildi. O devirde köleler, efendilerinin istedikleri parayı temin edip verirse, anlaşmaya göre hürriyetlerine kavuşabiliyorlardı. Peygamberimiz de Hz. Selmân’a, böyle bir anlaşma yaparak hürriyetine kavuşabileceği fikrini verdi.
Hz. Selmân bu hususu Yahudi’ye açtıysa da onu razı edemedi. Sonunda Hz. Selmân’ın veremeyeceğine inandığı ağır bir bedel istedi. Şayet meyve verir hâle gelecek şekilde 300 tane hurma ağacı yetiştirir, ayrıca 40 okka da altın verirse onu serbest bırakacaktı. Bu, normal şartlar altında kısa zamanda mümkün olmayan bir şeydi. Peygamberimiz ﷺ bunu haber alınca, Ashâb’a, “Kardeşinize yardım ediniz.” buyurdu. Sahabiler güçleri nispetinde yardımda bulundular, hurma fideleri getirerek Hz. Selmân’a verdiler. 300 fide tamamlandığında Peygamberimiz, Selmân’a (r.a.) hitaben, “Bunların çukurlarını kazdıktan sonra bana haber ver.” buyurdu.
Sahabilerin de yardımıyla çukurlar kısa zamanda hazırlandı. Tamam olunca da Peygamberimize haber verildi. Resûlullah ﷺ gelerek mübarek elleriyle hurma fidelerini teker teker dikti. Fidanlar daha o yıl hurma verdi. Böylece Hz. Selmân’ın borcunun bir kısmı Müslümanların himmeti, Peygamber Efendimizin mucizesiyle ödenmiş oldu. Selmân, borcunun tamamı ödenmediği için esaretten kurtulamamıştı. Borcun diğer yarısı için bir mucize daha gerçekleşti.
Peygamberimiz bir gün Ashâb ile birlikte otururken sahabilerden birisi elinde yumurta büyüklüğündeki bir altını tasadduk etmesi için Peygamberimize sundu. Bir kölenin hürriyetine kavuşması için verilen sadakanın fakire verilen sadakadan daha üstün olduğunu beyan buyuran Peygamberimiz, sahabilerden, Hz. Selmân’ı arayıp getirmelerini istedi. Sahabiler onu buldular ve Resûlullah’ın huzuruna getirdiler. Peygamberimiz elindeki altını Hz. Selmân’a uzattı. “Bu altını al, borcunu öde.” buyurdu. Hz. Selmân, “Yâ Resûlallah! Bu altın, Yahudi’nin istediği ağırlıkta değil!” deyince de şöyle buyurdu:
“Al bunu, Cenâb-ı Hak bununla senin hakkını öder.”
Hz. Selmân diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki, o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürdüm, onu efendime verdim ve böylece kölelikten kurduldum.”[1]
Cenâb-ı Hak, Hz. Selmân’ın hâlis niyetine ve ileride yapacağı üstün hizmetlere peşin mükâfat olarak Peygamberimize bu mucizeleri ihsan etmişti.
Hz. Selmân kölelikten kurtulduktan sonra Peygamberimizin hizmetine girdi. İhtiyaçları Ashâb tarafından karşılanan ve kendilerini tamamen Peygamber Efendimizin sohbetine ve ondan ilim tahsil etmeye hasreden “Suffe Ashâbı” arasına girdi. Peygamberimiz kendisini Ebû’d-Derdâ ile kardeş yaptı.
Resûlullah’ın yanında Hz. Selmân’ın ayrı bir yeri vardı. Bir hadislerinde bunu şöyle beyan buyururlar:
“Allah bana Ashâbımdan hususi olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdad bin Esved, Selmân ve Ebû Zer’dir.”[2]
Müşrikler Uhud Savaşı’nda kesin bir netice elde edememişlerdi. İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlıklarını devam ettirmekte ısrarlıydılar. Çünkü gözlerini şirkin zifirî karanlığı bürümüştü. İslam’ın nurunu göremiyorlardı. Hicret’in 5. yılında kalabalık bir ordu hazırladılar. Bu defa Müslümanların tamamını ortadan kaldırma emelini besliyorlardı. Maddi bakımdan bu azgın müşrik güruhuna Müslümanların karşı durmaları zordu. Diğer taraftan Medine üç taraftan açık bir şehirdi. Bu itibarla müdafaası son derece güçtü.
Peygamberimiz bu vaziyet karşısında hiç metanetini bozmadı. Ümitsizliğe kapılmadı. Çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine yardım edeceğine inanıyordu. Fakat bununla beraber tedbir almayı, hazırlıklı bulunmayı ihmal etmiyordu. Konuşulabilecek, yapılabilecek şeylere başvurdu. Her zaman olduğu gibi sahabileriyle istişare etti. Onlar da teker teker görüşlerini açıkladılar. Sıra Hz. Selmân’a geldi. Selmân fikrini şöyle açıkladı:
“Yâ Resûlallah! Bizler İran’da düşman süvarilerinin hücumuna karşı bazen etrafımızı hendekle çevirirdik. Şimdi de böyle yapamaz mıyız?”
Hz. Selmân’in bu fikri başta Peygamberimiz olmak üzere bütün Müslümanlara cazip geldi. Hepsinin hoşuna gitti. Resûlullah, sahabilerle birlikte Medine’yi savunmak için hendek kazılması gereken yerleri tespit etti. Daha sonra da Müslümanları gruplara ayırarak herkese kazacağı yeri gösterdi. Hendek kazma işine Muhacir ve Ensar’dan genç-ihtiyar herkes katıldı.
Hendek kazma işi devam ederken Peygamberimiz, “Allah’ım! Ahiret saadetinden başka saadet yoktur; Sen Ensar ile Muhacir’i affet!” diye dua ediyordu.
Müslümanlar da hep bir ağızdan, “Biz sağ oldukça Allah yolunda cihat etmek üzere Resûlullah’a biat ettik, söz verdik!” diye mukabelede bulundular.
Hendek kazma işinde Selmân-ı Fârisî, Amr bin Avf, Huzeyfe bin Yeman, Nûman bin Mukarrin ve daha başka sahabilerin bulunduğu bir gruba düşmüştü. Güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti. Üstelik bu işte tecrübeliydi. 10 kişilik yeri tek başına kazabiliyordu.
Gözü dönmüş müşriklerin Medine’ye hücum ettiği bir zamanda böyle bir müdafaa üsulü teklif ettiği için Müslümanlar Hz. Selmân’a sahip çıkmada yarışa girmişlerdi. Muhacirler “Selmân bizdendir.” diyerek onu kendilerinden sayarken, Ensar da “Selmân bizdendir. Biz ona sahip çıkmaya daha layıkız!” diyorlardı. Peygamber Efendimiz, Ensar ile Muhacir’in Selmân hakkındaki bu konuşmalarını işitince hepsinin memnun kalacağı şu sözleri söyledi:
“Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’imizdendir.”
Bu müjdeyi duyan Hz. Selmân’ın sevincine diyecek yoktu. Mutluluğundan uçacak gibiydi. Resûlullah’ın Ehl-i Beyt’inden olmak ne büyük saadetti!
Hendek kazma işi devam ederken Hz. Selmân’ın bulunduğu grubun kazdığı yerde büyükçe bir kaya çıktı. Sahabiler onu kırmak için bir hayli gayret sarf ettilerse de parçalayamadılar. Ellerindeki bütün aletler kırıldı. Bunun üzerine Hz. Selmân, Peygamberimizin huzuruna vardı ve “Yâ Resûlallah, babalarımız, annelerimiz size feda olsun! Hendeğin ortasında karşımıza beyaz bir kaya çıktı. Onu kıralım derken elimizdeki bütün kazma ve balyozlarımız kırıldı, âciz kaldık. Ne buyurursunuz? Çizmiş olduğunuz çizgiyi biraz değiştirelim mi, yoksa bu hususta bize vereceğiniz bir emir var mı?” diye meseleyi arzetti.
Peygamberimiz, kayayı kendisine göstermelerini istedi. Kayayı gösterdiler. Resûlullah ﷺ, Hz. Selmân’dan balyozu aldı, hendeğin içerisine girdi. Elindeki balyozla kayaya kuvvetli bir darbe indirdi. Kayanın bir parçası kırıldı ve bir şimşek, bir ışık Medine’nin iki kayalığını da aydınlattı. Peygamberimiz, “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdi. Sahabiler de tekbir getirdiler. Resûlullah ikinci defa kayaya vurdu. Kayanın bir parçası daha kırıldı ve yine bir ışık yayıldı. Peygamberimiz de, sahabiler de tekbir getirdiler. Peygamberimizin son vuruşunda kaya tamamen parçalandı. Diğer seferlerinde olduğu gibi bu defa da ışık çıktı. Peygamberimizin tekbir getirmesi üzerine sahabiler de “Allahü ekber!” diyerek tekrar tekbir getirdiler. Daha sonra Hz. Selmân, Peygamberimizin elinden tutarak hendekten çıkmasına yardım etti. Sonra da “Yâ Resûlallah, anam babam size feda olsun! Kayaya vurduğunuz zaman ondan bazı parıltıların çıktığını gördüm. Bunlar nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz şöyle açıkladı:
“Kayaya ilk darbeyi indirdiğim zaman yayılan ve sizin gördüğünüz ışık bana Hire şehrinin köşklerini, kisranın Medâyin şehrini aydınlattı. Cebrâil, ümmetimin oralara hâkim olacağını haber verdi. Kayaya ikinci darbeyi indirdiğim zaman yayılan ışık bana Rum ülkesinin kızıl köşklerini saraylarını aydınlattı. Cebrâil de ümmetimin oralara hâkim olacağını müjdeledi. Üçüncü darbeyi indirdiğim zaman yayılan ışık ise San’a [Yemen] diyarının köşklerini saraylarını aydınlattı. Cebrâil, ümmetimin oralara da hâkim olacağını haber verdi. Sevininiz! Ümmetim yardım ve zafere nail olacaktır.”
Peygamberimiz bu son cümleyi üç defa tekrar etti. Sahabiler bu müjde karşısında “Allah’a hamdolsun. O, vaadinde sadıktır. Müşriklerin kuşatmasından sonra yardıma nail olacağımızı bize vaat buyuruyor.” diyerek sevindiler.
Peygamberimiz bu müjdeyi verdikten sonra kisranın (İran hükümdarının) Medâyin’deki beyaz köşkünü Hz. Selmân’a tarif etti. Hz. Selmân, İranlı olduğu için köşklerin vasıflarını biliyordu. Bu tarif üzerine “Doğru söylüyorsunuz, yâ Resûlallah! Seni hak din ve kitap üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki, onun özellikleri aynen böyledir. Senin Allah’ın Peygamberi olduğuna şehadet ederim.” dedi.
Resûlullah ﷺ son olarak şöyle buyurdu:
“Ey Selmân! Allah benim vefatımdan sonra şu fetihleri size nasip edecektir: Şam muhakkak fetholunacak. Bizans hükümdarı Herakliyus, ülkesinin en uzak yerine kadar kaçacak, çekilecek. Bütün Şam’a size hâkim olacaksınız. Hiç kimse size karşı koyamayacak. Yemen muhakkak fetholunacaktır. Ondan sonra da kisra öldürülecektir!…”
Peygamberimiz, Ashâbına bu müjdeyi verirken münafıklar dedikoduya başladılar: “Siz korkudan meydana çıkmayıp hendek kazdığınız bir sırada Peygamber’in Medine’den Hire köşklerini, kisranın Medâyin’ini gördüğünü ve oraların tarafınızdan fetholunacağını söyleyip size boş vaatlerde bulunmasına şaşmaz mısınız?!” diyerek onların maneviyatını sarsmaya çalıştılar.[3]
Ancak onların bu dedikoduları, sahabilerin, Peygamberimizin doğruluğuna olan itimatlarını zerre kadar sarsmadı. Çünkü onlar, Peygamberimizin nübüvvet nuruyla asırlar sonrasını görüp haber verdiğine kesin olarak inanıyorlardı.[4]Nitekim Peygamberimizin en sıkışık bir zamanda verdiği bu müjde çok geçmeden Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında gerçekleşti. Müslümanlar bu sayılan şehirleri ve ülkeleri fethettiler. Hz. Selmân bu müjdeden birkaç yıl sonra, “Ben bütün bunların gerçekleştiğini gördüm.” diyerek Cenâb-ı Hakk’a bu nimetinden dolayı şükretti.
Hendek kazma işi yaklaşık olarak altı günde tamamlandı. Böylece Müslümanlar kendilerini emniyet içerisine almış oldular. Bundan sonra artık müşriklerin gelmelerini beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu. Nihayet müşrikler gelmekte gecikmediler. Bir an önce Müslümanları ortadan kaldırmak için acele ediyorlardı. Kendilerinden son derece emindiler. Fakat Medine’nin girişinin geçilemeyecek derecede hendeklerle çevrildiğini görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Müşrikler şimdiye kadar böyle bir harp taktiği görmemişlerdi. Uzun bir kuşatmadan sonra mağlup ve perişan bir vaziyette Mekke’ye yüzleri üstü dönmek zorunda kaldılar.
Böylece Hz. Selmân’ın teklifi ve Allah’ın yardımı sayesinde Müslümanlar büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldular. Ayrıca bununla, bir istişare akabinde alınan karar uygulanmakla hem düşman tehlikesi savuşturulmuş oldu, hem de müstakbel fetihlerin müjdesi ikram edildi.
Hz. Selmân, sahabiler arasında Peygamberimize olan yakınlığıyla temayüz etmişti. Her vakit Resûlullah’ın hizmetinde bulunur, Hane-i Saadet’ine girip çıkardı. Gece geç vakitlere kadar Peygamber Efendimizle sohbet eder, nübüvvet mektebinden feyiz alırdı. Resûlullah da Selmân’a (r.a.) ikramda bulunurdu. Yine bir gün Hz. Selmân, Peygamberimizin ziyaretine gitmişti. Resûlullah yastığa yaslanmış, oturuyordu. Hz. Selmân gelince, evde başka yastık bulunmadığı için, yaslanmış olduğu yastığı ona verdi ve şöyle buyurdu:
“Ey Selmân, bir Müslüman herhangi bir Müslüman kardeşine uğradığı zaman eğer o Müslüman kardeşi ona ikram olsun diye altına bir yastık bırakırsa, Cenâb-ı Hak onun günahlarını bağışlar.”[5]
Selmân, Peygamberimize olan yakınlığının peşin mükâfatını gördü. İlimde müstesna bir mevkie yükseldi. Resûlullah’ın “Muhakkak Selmân ilimle dolmuştur.”[6]methine mazhar olurken, Hz. Ali de “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Selmân’dadır; o, tükenmez bir denizdir.” diyordu. Diğer taraftan, Hz. Muâz bin Cebel gibi büyük bir âlim vefat ederken talebelerine, ilmi Selmân’dan almalarını vasiyet ediyordu.[7]
Hz. Selmân sık sık Peygamberimizi ziyaret edip onun sohbetinde ve hizmetinde bulunduğu gibi, bazen de Resûlullah onu ziyaret eder, gönlünü alırdı.
Bir gün Hz. Selmân hastalanmıştı. Peygamberimiz onu ziyaret etti ve “Ey Selmân! Cenâb-ı Hak sana şifa ihsan etsin, senin günahlarını bağışlasın ve hayatta kaldığın müddetçe sana din ve beden sağlığı versin!” duasında bulundu.[8]
Hz. Selmân gibi fakir ve kimsesiz birinin Peygamberimizin bu derece yakınında bulunması ve onun iltifatına mazhar olması, İslam’a yeni yeni ısınan, fakat henüz Müslüman olmamış bulunan bazı kimseleri rahatsız ediyordu. Onlar böyle basit elbise giymiş fakir kimselerle beraber olmayı gururlarına yediremiyorlardı. Bir gün Hz. Selmân ve Ebû Zer’i (r.a.) kastederek, Peygamber Efendimize şöyle bir teklifte bulundular:
“Yâ Muhammed! Ne zaman senin yanına gelsek bu fakir kimseleri yanında buluyoruz. Biz Mudar kabilesinin eşrafıyız. Bunları yanından uzak tut ki, sana iman edelim. Biz bunlarla bir arada bulunmaktan âr duyuyoruz, nefsimize yediremiyoruz! Şayet biz iman edersek her kabile iman eder.”
Onların tatbiki mümkün olmayan bu isteklerinin hemen akabinde şu âyet-i kerime nazil oldu:[9]
“Ey Muhammed! Rab’lerinin rızasını dileyerek sabah akşam O’na ibadet edenlerle sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü Ashâbından ayırma!”[10]
Vahiy tamam olunca Resûlullah ﷺ hemen Hz. Selmân’ı ve Ebû Zer’i aramaya başladı. Onları bir köşede Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken buldu ve şu müjdeyi verdi:
“Sizinle beraber sabretmeyi emretmeden canımı almayan Allah’a hamd ve senalar olsun! Şunu bilin ki, ben yaşadığım müddetçe aranızda yaşayacağım, öldüğüm zaman aranızda öleceğim…”
Hz. Selmân’ın hususiyetlerinden birisi de misafirperverliğiydi. Misafire ikramda hiç kusur etmezdi. Evinde az-çok ne varsa misafirin önüne koymaktan çekinmezdi. Çünkü Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştu:
“Bir kimse ev sahibinin önüne koyduğu yemeği hor görürse, o kimse helaktedir; evindeki yemeği hor gördüğü için misafirlerin önüne koymaktan çekinen kimse de helak olmuştur.”
Bir defasında Şakik bin Seleme (r.a.) ile bir arkadaşı, Hz. Selmân’a misafir olmuştu. Selmân evde mevcut olan yiyeceklerden bir sofra hazırladı. Sofraya oturdular. Yemek esnasında Hz. Şakik’in arkadaşı, “Sofrada biber de olsaydı daha iyi olurdu!” dedi. Hz. Selmân’ın biber alabilecek parası yoktu. Fakat misafirin isteğini de karşılamak istiyordu. Yanındaki matarasını rehin göndererek biber getirtti. Yemekten sonra biber isteyen zat, “Bize kanaat veren Allah’a şükürler olsun!” deyince Hz. Selmân dayanamadı ve şöyle dedi:
“Sofradakine kanaat etseydin, benim su mataram rehin olmazdı!”[11]
Hz. Selmân, İslam’ın kahraman bir mücahidiydi. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında İran’ın fethi için hazırlanan orduya iştirak etti. Bu orduda çok mühim hizmetlerde bulundu. Çünkü kendisi de İranlı idi… Bu sebeple, bilmedikleri topraklarda ilerleyen İslam ordusuna kılavuzluk yaptı. Onlara İranlıların kullandıkları silahlar ve savaş taktikleri hakkında bilgi verdi. İran ordusunun savaş için kullandıkları filleri nasıl öldüreceklerini öğretti. Bu arada İranlıların İslamiyet’i kabul etmeleri hususunda elinden gelen gayreti gösterdi. Onları kendi lisanlarıyla Müslüman olmaya davet etti. İslamiyet’in güzelliklerini anlattı. Kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerini teklif etti. Fakat onlar bu tekliflerden hiçbirisini kabul etmediler. Neticede iki ordu arasında büyük savaşlar oldu. İslam ordusu parlak zaferler kazandı.
İran’ın fethinden sonra Hz. Ömer, Selmân’ı (r.a.) Medâyin’e vali olarak tayin etti. O, bu vazifeyi layıkıyla yerine getirdi. Medâyinlilerin sevgisini kazandı.[12]
Hz. Selmân’ın hayatı basit ve sade idi. Köle olduğu zaman nasıl giyiniyor ve ne yiyorsa, Medâyin valisiyken de aynı hâl üzere devam etti. Her türlü şatafattan ve gösterişten uzak durdu.
Hz. Selmân, emri altındakilere iyi muamele eder, onlara ağır iş vermezdi. Ayrıca onlara işlerini yaparken yardımcı da olurdu. Hattâ kölesine dahi işinde yardım ederdi. Bir defasında hamur yoğuruyordu. Ziyaretine gelen bir zat bunu görünce şaşırdı. “Bu ne hâl?!” diye sormaktan kendini alamadı. Hz. Selmân, “Hizmetçiyi bir işe gönderdik, bir de bu işi kendisine yüklemek istemedik.” cevabını verdi.
Hz. Selmân’ın en büyük hususiyetlerinden birisi de cömertliğiydi. Valilik maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz hemen fakirlere dağıtırdı. Kendi ihtiyaçlarını ise sepet yaparak karşılardı. Bir sepeti üç dirheme satar, bu üç dirhemden birisiyle tekrar sepet yapmak için hurma yaprağı alır, bir dirhemi kendisi için harcar, bir dirhemi de yine sadaka olarak dağıtırdı.[13]Misafirsiz yemek yemezdi. Fakirleri, kimsesizleri evine davet eder, onlara ikramda bulunurdu.
Hz. Selmân dost ziyaretine çok ehemmiyet verir, bunda Allah’ın rızasından başka bir gaye aramazdı. Bir defasında samimi dostu Ebû’d-Derdâ’yı (r.a.) ziyaret etmek için Medâyin’den Şam’a yaya olarak gitmişti…
Hz. Selmân, hastaları ziyaret eder, onları teselli eder ve sabır tavsiyesinde bulunurdu. Bir defasında hasta bir dostunu ziyarete gitmişti. Dostu çok büyük ıstırap çekiyordu. Hz. Selmân onun bu hâlini görünce şu müjdeyi verdi:
“Cenâb-ı Hak, mümin kuluna bir hastalık verir, sonra sıhhatini iade ederse, buna sabrettiği takdirde bu hastalık kendisinin geçmiş günahları için keffaret olur. Daha sonra işleyeceği günahlar için de bir keffaret sebebi sayılır. Yine Allah günahkâr bir kuluna bir hastalık verir, sonra sıhhatini iade ederse; şayet o insan sabretmemiş, devamlı şikâyette bulunmuşsa, o kul da sahipleri tarafından ayağı bağlanıp salıverilen, ayağının niçin bağlandığını, çözüldüğü zaman da niçin çözüldüğünü bilmeyen bir deve gibidir.”
Hz. Selmân üç şeye ağlar, üç şeye de gülerdi. Güldüğü şeyler şunlardı:
(1) Ölüm kendisini aradığı hâlde dünya için ümit besleyen, (2) Rabb’i kendisinden gaflet etmediği hâlde gaflete düşen (3) Rabb’inin rızasını mı, yoksa gazabını mı kazandığını bilmediği hâlde kahkahayla gülen…
Ağladığı üç şey de şunlardı:
(1) Peygamberimizden ve sahabilerden ayrı kalışına, (2) ölüm döşeğine düşerken ölümün korkunç zorluklarıyla karşılaşmaya, (3) kıyamette Allah’ın huzurundan ayrılırken cennete mi cehenneme mi gönderileceğini bilemeyişine…[14]
Hz. Selmân’ın ibadet hususundaki tavsiyesi şöyleydi:
“Beş vakit namazı muntazam kılın! Büyük günah işlemediğiniz müddetçe beş vakit namaz küçük günahlara keffaret olur. Bir kimse gecenin karanlığını ve insanların gafletini fırsat bilerek günah işlerse, bu adam kârda değil, zarardadır. Gecenin karanlığını ve halkın gafletini fırsat bilerek kalkıp namaz kılan kimse kârdadır. Namazını kıldıktan sonra yatıp uyuyan kimse ne kârdadır, ne zararda… Çok ibadet ederek kendini ibadet edemeyecek hâle getirmekten sakın; normal, fakat devamlı olarak ibadet et.”
Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizin mübarek sözlerinin bize kadar ulaşmasında birçok hizmet yapmıştır. Onun rivayet ettiği hadislerden birisi şu mealdedir:
“Bir defasında Resûlullah ile birlikte bir ağacın altında oturuyordum. Peygamberimiz ağacın kuru bir dalını tutarak yaprakları dökülünceye kadar salladı ve bana, ‘Ey Selmân, böyle yapmamın sebebini niçin sormuyorsun?’ buyurdu. Ben, ‘Niçin öyle yapıyorsunuz?’ dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘Bir Müslüman, güzelce abdest alıp beş vakit namazını kılarsa, şu dalın yapraklarının döküldüğü gibi onun da günahları dökülür.”[15]
Takva ve zühd ehli olan Hz. Selmân bir keresinde hastalanmıştı. Sa’d bin Ebî Vakkas onun ziyaretine geldi. Hz. Selmân ağlıyordu. Hz. Sa’d, “Niçin ağlıyorsun? Hâlbuki vefat edersen arkadaşlarına kavuşacaksın. Havz-ı Kevser başında Resûlullah ile buluşacaksın… Peygamberimiz senden hoşnuttu!” dedi.
Hz. Selmân ona şu cevabı verdi:
“Ben ne ölümden korktuğum için ne de dünyadan ayrılmak istemediğim için ağlıyorum. Beni ağlatan, Resûlullah’ın şu tavsiyesidir: ‘Dünyada sizden birinizin sahip olacağı mal, yolcunun taşıyacağı azık kadar olsun.’ Hâlbuki çevreme bakıyorum, bunca servet var!”
Oysa Hz. Selmân’ın eşyasının hepsi 15 dirhem değerindeydi. Daha sonra Hz. Sa’d, Selmân’dan (r.a.) kendisine bir öğüt vermesini istedi. O da şu ibretli öğüdü verdi:
“Bir şeye karar verirken veya bir meselede hükmünü belirtirken yahut bir malı taksim ederken Rabb’ini hatırla.”[16]
Hz. Selmân vefatına yakın hanımını yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Şu kapıları aç. Bugün ziyaretçilerim var. Onların hangi kapıdan geleceklerini bilmiyorum. Sonra da, sana saklaman için verdiğim miski getir. Onu suda ıslatarak karıştır. Meydana gelen kokuyu yatağımın etrafına serp. Çünkü ziyaretime gelecek olanlar yemek yemezler, ama güzel kokuyu severler. Söylediklerimi yaptıktan sonra da aşağıya in.”
Hanımı onun söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Sonra birtakım fısıltılar işitti. Yukarı çıktığında, Hz. Selmân’ın ruhunu teslim ettiğini gördü.[17]
Evet, Peygamberimizin “Cennet üç kişinin hasretini çeker: Ali, Ammar bin Yâsir ve Selmân…”[18]şeklindeki müjdesine mazhar olan Hz. Selmân, böylece cennette, başta Peygamberimize ve diğer sahabilere kavuştu.
Allah ondan razı olsun![19]
_______________________________________
[1]Tabakât, 4: 75-79; Üsdü’l-Gàbe, 2: 330.
[2]Sîre, 1: 235; Tabakât, 4: 79-80.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 4: 412; Hilyetü’l-Evliyâ 1: 172, 190.
[4]Tabakât, 4: 83-84; Sîre, 3: 23.
[5]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 281.
[6]Buhârî, Savm: 50; Tabakât, 4: 85.
[7]el-Hilye, 1: 197; Tabakât, 4: 86.
[8]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 334.
[9]Tefsîrü’l-Kurtubî, 10: 390.
[10]Kehf Sûresi, 28.
[11]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 107.
[12]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 189.
[13]Tabakât, 4: 88-89.
[14]Hilyetü’l-Evliyâ, 2: 206-207.
[15]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 108, 60-61.
[16]age., 2: 164-165.
[17]Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 207-208.
[18]Tirmizî, Menâkıb: 34.
[19]Tabakât, 4: 93.