Mekke ufuklarını aydınlatan hidayet nuru kalp ve gönüllere yansıyınca, en büyük insanlık olan İslamiyet’in şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandıran cehalet ve zulüm kirlerinden kurtularak gerçek ferah ve refaha kavuşuyorlardı. İnsanlık o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, görünüşte “insan” libasını giyinmişlerse de gerçekte hayvanları dahi iğrendirecek hareketlerde bulunuyor, her türlü aşağılıkları irtikap ediyorlardı. İşte onların bir kısmını şirkin ürkütücü pençesinden alıp İslamiyet’in munis ve şefkatli sinesine, merhametli kucağına teslim eden Yüce Resûl, insanlığın hakiki kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.
İslamiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam ve ebedî bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla iman safında bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı ve akrabalık münasebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba mümin oğlunu en büyük düşman biliyor, imansız kardeş İslamiyet’i seçen kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.
Bu ibretli tablo Hişâm’ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede ediliyordu. Seleme ile Hâris (r.a.) Peygamber halkasında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil, As ve Hâlid nasipsiz güruhunun elebaşısıydılar.[1]
Büyük kardeşi Seleme’nin iman ettiğini duyunca Ebû Cehil’in hısımlığı hasımlığa çevrilmiş, kendi ailesinden bir ferdin Peygamber safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat yolların hepsi çıkmaza saplanıyordu. İmanın ulvi hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?
Hz. Seleme, zalim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan’a hicret eden kafileye katıldı. Her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşlerse de, can ve dinleri emniyetteydi.
Bu muhacirler Habeşistan’a hicret edeli üç ay kadar olmuştu. Recep, Şaban ve Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına bir haber geldi: “Mekkeliler Müslüman oldu. Velid bin Mugîre de iman etti.”
Kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke’de Müslüman olmayan kim kaldı?” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdiler ve “Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir.” niyetiyle yola çıktılar. Fakat Mekke’ye yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradılar.
Mekke’ye gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke’ye girmek demek, müşriklerin reva görecekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke’de bulunan akraba ve yakınlarının himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir nevi “mülteci” gibi kabul edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı. Bazıları da Mekke’ye gizliden girdiler, uzun müddet geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların içinde himaye edilmeyen, bir süre gizlendilerse de müşrikler tarafından yakalanan Müslümanlar da vardı. İşte, Seleme bin Hişâm, Velid bin Râbia, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahabi (r.a.) bu tutulup hapsedilen Müslümanlardandı.[2]
Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne maruz kalan Hz. Seleme, Ayyaş ve Hişâm, Medine’ye hicret emri çıkınca bile esaret zincirinden kurtulamadı, hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarına da katılamadı.
Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm’ı işkenceden işkenceye sokuyordu. Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce acı ve ıstırap içine atıyordu. Bütün bu zulümleri yapmasındaki menhus maksadı, “Belki tahammülsüz kalır da dininden vazgeçer!” düşüncesinde ortaya çıkıyordu. Hâlbuki Hz. Seleme’de kâinata meydan okuyacak kadar kuvvetli bir iman, bitip tükenmez bir Resûlullah sevgisi vardı. Uzun yıllar imanında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, reva görülen işkencelere aldırmadı.[3]
Bu iman fedailerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhunda da hisseden Resûl-i Ekrem Efendimiz ﷺ, bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar ederdi:
“Allah’ım, Velid bin Velid’i kurtar; Allah’ım, Seleme bin Hişâm’ı kurtar; Allah’ım Ayyaş bin Râbia’yı kurtar; Allah’ım, müminlerin zayıf olanlarını kurtar!”[4]
Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahabi birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velid bin Velid Müslüman olup Mekke’ye gidince hapsedilmiş, Ayyaş bin Râbia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tabi tutulmuştu. Bu üç sahabi de bir aradaydı. Üçünü birbirine bağlamışlardı. Hz. Velid bir fırsatını bularak kaçıp Medine’ye geldi. Peygamber Efendimiz, Velid’e diğer kardeşleri Seleme ile Ayyaş’ın durumunu sorunca, Hz. Velid, onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azap ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.
Peygamberimiz, bu mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bir defasında sahabilere, “Bunları kim kurtarıp Medine’ye getirir?” diye sorunca, hemen ayağa kalkan Hz. Velid, “Onları ben kurtarır, size getiririm, yâ Resûlallah!” dedi.
Mekke’ye giden Hz. Velid gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından, Hz. Seleme ile Hz. Ayyaş’ın bulundukları yeri öğrendi. Onlar tavanı bulunmayan dört duvardan ibaret bir yerde tutulmuştu. Geceleyin oraya varan Velid, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke’den çıkardı. Mazlumların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de onları ele geçiremediler. Hz. Velid hayatlarını kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medine’ye geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı. İki mümtaz sahabisinin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinçliydi.[5]
Hz. Seleme artık rahattı. Resûlullah’ın nurani halkasından feyiz alıyordu. Peygamberimizin irtihâline kadar Medine’de kaldı. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Suriye Seferi’ne katılan mücahitler arasında yer aldı. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında vuku bulan Mercü’s-Sufr Savaşı’nda, Hicret’in 14. senesi Muharrem ayında şehit düştü.[6]
Allah ondan razı olsun!