Yatsı namazından sonraydı… Yanık bir Kur’ân sesi mescidi dolduruyordu. Ora­dan geçmekte olan Hz. Âişe, durup bu sesi dinlemekten kendini alamadı. Bir müddet bekleyip dinledi. Bu sebeple de eve geç döndü. Peygamberimiz, Hz. Âişe’ye nerede kaldığını sorunca, Hz. Âişe, çok güzel Kur’ân okuyan bir ses duyduğunu ve onu dinlemek için bir müddet beklediğini söyledi. Fakat kim ol­duğunu bilmiyordu. Peygamberimiz merak etmişti. Hırkasını sırtına alıp dışarı çıkınca, Hz. Sâlim’le (r.a.) karşılaştı. Kur’ân okuyanın Hz. Sâlim olduğunu anla­dı. Ona olan memnuniyetini şöyle ifade buyurdu:

“Ey Sâlim, senin gibi bir Kur’ân okuyanın ümmetim içinde bulunmasından dolayı Allah’a şükrediyorum.”[1]

Hz. Sâlim, Müslüman olan ilk bahtiyarlardandı. İslam’ı duyunca hiç tereddüt etmeden hemen iman etmişti. Babası İranlı, “Ma’kil” adında bir kimseydi. Sâlim, bir savaşta esir düşmüş, “Sübeyte” isminde bir kadına köle olarak satılmıştı. Sübeyte, Müslüman olunca, Hz. Sâlim’i serbest bıraktı. Daha sonra Ebû Huzeyfe Hazretleri, Hz. Sâlim’i kendisine evlatlık olarak aldı. O zaman henüz bu âdet meşru idi. Ona öz evladı gibi davranıyordu. Hz. Sâlim’i, kardeşi kızı Fâtıma bint-i Velid ile evlendirdi. Evlatlık edinmeyi yasaklayan âyet inince, Hz. Ebû Hu­zeyfe bu hükme uyarak Hz. Sâlim’i evlatlıktan çıkardı, Peygamberimiz de onla­rı birbirleriyle kardeş ilan etti.

Hz. Sâlim, İslam’ın ilk erlerindendi. İslam’ın çilesini çekmişti. O devrede dini­ni yaşamıştı. Peygamberimize vahyolunan âyetleri ezberlemeyi de ihmal etmi­yordu. Peygamberimizin hâlis bir talebesiydi.

Medine’ye hicret başlayınca, Hz. Sâlim de ilk Muhacirler sınıfına girdi. Mu­hacirler Medine’ye varmadan önce Kuba’ya yakın Usabe mevkiinde konakladı. Hz. Sâlim, onlara imam oldu. Sahabilerin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate namaz kıldırdı.

Hz. Sâlim çok güzel Kur’ân okuduğu için imamlığa layık görülmüştü. Daha sonra Peygamberimiz onu Küba Mescidi’ne imam tayin etti. Hz. Sâlim sahabi­lerin kurraları arasındaydı. Kıraatte sahabiler içinde dört imam vardı. Bunları Peygamberimiz şöyle belirtiyordu:

“Kur’ân’ı dört kişiden öğrenin: Abdullah bin Mes’ud, Ubey bin Kâb, Muâz bin Cebel ve Sâlim…”[2]

Bu ifadelerden, Hz. Sâlim’in mümtaz mevkiini öğrenmiş oluyoruz. Hz. Sâlim ömrünün sonuna kadar Kur’ân talimine ve iman hizmetine devam etti. Peygam­berimiz zaman zaman Hz. Sâlim’in Kur’ân okumasını ister ve zevkle dinler­di.

Kur’ân ilminde yüksek bir derecede bulunan Hz. Sâlim, aynı zamanda cesaret ve üstün şecaat sahibi bir zattı. Başta Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazalarda Peygamberimizin safında çarpışan seçkin bir mücahitti.

Uhud Gazası’nda müşrikler Peygamberimizin ordugâhına kadar yaklaşmış­lar, hücum etmişlerdi. Bir müşrikin saldırısıyla Peygamberimiz yüzünden yara­lanmıştı. Onun etrafında kalan bir avuç fedai, Re­sû­lul­lah’ı korumak için canlarını siper etmişlerdi. Peygamberimizin yaralandığını gören Hz. Sâlim, koşarak he­men gelmiş, mübarek yüzündeki kanı silmeye başlamıştı. Sıhhiye memurluğu vazifesi yapıyordu. Peygamberimiz de müşriklerin hücumuna çok üzülmüştü. Üzüntüsünü şöyle dile getiriyordu:

“Peygamberlerine bu işi reva gören bir ka­vim nasıl kurtulur?!”[3]

Hz. Ebû Bekir’in hilafeti devrinde bazı irtidat hadiseleri vuku bulmuş, bir kı­sım adamlar peygamberliklerini ilan etmişlerdi. Yemâme bölgesinde Müseylime, yalancı peygamber olarak ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir bu belayı ortadan kal­dırmak için üzerine bir kuvvet gönderdi. Bu orduda pek çok sahabi bulunuyor­du. Hz. Ebû Huzeyfe ile Hz. Sâlim de mücahitler arasındaydı.

Savaş başladığı sırada, sancağı taşıyan Zeyd bin Hattab (r.a.) şehit düştü. Hz. Sâlim, Muhacirlerin sancağını taşımak istedi. Fakat sahabiler sancağı Hz. Sâlim’e vermek istemiyorlardı. Çünkü şehit düşerse, bu Kur’ân âlimini kaybe­deceklerinden endişe ediyorlardı. Ancak Hz. Sâlim geride kalmayı kendisine yediremiyordu: “Ben sancağı sizin önünüzde taşımayacak olursam ehl-i Kur’ân’ın en bahtsızı olurum!” dedi ve kendisine bir siper edindi.

Savaş iyice kızıştı. Düşman, Müslümanların safını yararak ilerliyordu. Hz. Ebû Huzeyfe’nin (r.a.) bir nutkuyla Müslümanlar toparlandı, fakat çok şehit ver­diler. Sancak Hz. Sâlim’in sağ elindeydi. Bir kılıç darbesiyle sağ kolunu kaybe­dince, sancağı sol eline aldı. Az sonra sol kolunu da kaybedince, bu sefer sanca­ğı boğazının altına sıkıştırdı. Bu sırada yüksek bir sesle şu âyeti okuyordu:

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?”[4]

Sancağı yere düşürmemek için çabalıyordu. Son demine kadar gayret göste­recekti. Fakat bir düşman darbesi buna meydan vermedi, başını vücudundan ayırdı. O sırada Hz. Ebû Huzeyfe de şehit düşmüştü. Sonradan Hz. Sâlim’in ba­şını Hz. Ebû Huzeyfe’nin iki ayağı arasında buldular. Ebû Huzeyfe’nin başı da onun ayakları arasındaydı.[5]Bu hadise Hicret’in 12. senesinde meydana gelmiş­ti.

Hz. Sâlim, mali yönden de fedakârdı. Fakirleri ve yetimleri gözetir, ihtiyaçla­rını görür, kimsesizleri korurdu. Ölmeden önce malını üçe ayırmıştı. Üçte biri­nin cihat için, üçte birinin kölelerin satın alınıp azat edilmesi için, üçte birinin de kendisini azat eden Hz. Sübeyte’ye (r.a.) verilmesi için vasiyet etmişti. Şehit olduktan sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, onun malının üçte birini Sübeyte’ye götürdülerse de kabul ettiremediler, “Ben Sâlim’i Allah için azat ettim.” diyor­du. Hz. Ömer bu malı hazineye aldı.[6]

Hz. Sâlim’in şehit olmasıyla Müslümanlar bir Kur’ân ehlini kaybetmişlerdi, ama Hz. Sâlim de şehitlik mertebesine ermişti.

Allah onlardan razı olsun!


__________________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 245-246.
[2]Tabakât, 2: 352.
[3]age., 2: 45.
[4]Âl-i İmrân Sûresi, 144.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 2: 246; Tabakât, 3: 88.
[6]Tabakât, 3: 86.