(Hicret’in 3. senesi / Milâdî 624)

Ka’b b. Eşref, muhteris bir Yahudi, meşhur bir şâirdi. Bil­hassa muhteşem Be­dir muzafferiyetinden sonra, kıskançlık ve düşmanlığından Pey­gam­be­ri­miz ve Müslümanları hicveder dururdu. Mekke’ye giderek de müşrikleri Müslü­ma­n­lara karşı tahrikte bulunur, Bedir’de öldürülen müşrikler için mersiyeler dü­zerek onların intikam ve düşmanlık hislerini kabartmaya çalışırdı. Me­di­ne’de ise, Müslümanların kız ve hanımlarına dil uzatacak kadar küstahlık gös­terirdi.

Şiir ve hitabetin Arap hayatında büyük rol oynadığından daha evvel bah­set­miştik. O günün şiir ve hitabeti bugünün matbuatı seviyesinde tesir icra edi­yor­du. Dolayısıyla bu Yahudi şâirin İslam düş­manlığı yalnız kendisine âit kal­mı­yor, etrafa da sirayet ediyordu. Bu bakımdan, Resûl-i Ekrem, bu menhus ada­mın şiirleri üzerinde fazlasıyla duruyor, önüne geçmek için çareler arı­yor­du.

Ka’b’ın, yalnız şiirleriyle İslam düşmanlığı yapmakla iktifa etmediğini, hat­ta Pey­gam­be­ri­mizin vücudunu ortadan kaldırmak için menfur bir plânla sui­kast tertiplediğini bile, kaynaklardan öğreniyoruz.

Böyle bir adamın vücudu, İslamiyet için mahza zarardı. Bu bakımdan da yok edilmesi gerekiyordu.

Bu işi Resûl-i Ekrem’in müsaadesiyle ashaptan Muhammed b. Mes­leme, iki üç arkadaşıyla üzerine aldı. Bir ge­ce vakti evine giderek onu öldürdüler.[1]

Ka’b b. Eşref gibi şöhret sahibi birinin öldürülmesi, Yahudiler ara­sında bü­yük bir panik meydana getirdi. Kabilesinden bazıları Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzu­runa çıkarak, Ka’b’ın masum olduğunu, öldü­rülmeyi haketmediğini şikayet suretinde arz ­edince, aldıkları cevap şu oldu:

“O, bizi hicv ve Müslümanlara (diliyle) eziyet etti; müşrikleri de bizimle har­be, bizimle uğraşmaya teşvik etti.”[2]

Bu hadiseden sonradır ki tarihte fitne ve fesat çıkarmakla meş­hur olan Ya­hudiler, bir nebze de olsa Peygamber Efendimize ve Müs­lümanlara karşı hür­metkâr ve yumuşak davranmaya başladılar. Açıktan açığa hakaret ve tahrikte bulunmadılar, ama adeta kan­larına karışmış bozgunculuk mesleklerinden gizli veya âşikâr hiçbir zaman da vazgeçmediler.

GATAFAN GAZÂSI

(Hicret’in 3. senesi Rebiülevvel ayı)

Bedir Zaferi, Pey­gam­be­ri­mizle sulh antlaşması akdetmemiş bulunan civar Arap kabilelerini de kara kara düşündürüyordu. Büyük kuvvet kazanmış bu­lunan Müslümanların bir gün kendilerinin de kapısını çalabileceği en­dişesini taşıyorlardı. Bu bakımdan, Bedir Harbi’nden sonra etraftaki Arap kabilelerinde bir ha­re­ket göze çarpar. Bu hareketlenme sonucu cereyan eden gazâlardan biri de, Gatafan veya Enmar Gazâsı’dır.

Benî Muharib yiğitlerinden sayılan Haris oğlu Du’sur (diğer nâmıyla Gav­res), Gatafan kabilesine mensup Sa’lebe ve Muharipoğullarından çok sa­yıda adam toplayarak Medine üzerine baskın düzenlemeye karar verdi. Mak­sat; gü­ya, Müslümanlara gözdağı ver­mek ve bir de Medine civarında bulabi­lirse bir şey­ler yağmalamak.[3]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, durumu derhal haber aldı. Medine’de yerine ve­kil olarak Hz. Osman b. Affan’ı bırakarak, aralarında atlıların da bulunduğu dört yüz elli kişilik bir kuvvetle çapulcu müşrikler üzerine yürüdü. Ancak Pey­gam­be­ri­mizin gelmekte olduğunu duyan yağmacılar, kaçıp tepelere sığın­mış­lardı. O anda kimse görülmedi. Sadece Sa’lebeoğullarından Cabir adında biri esir edildi. Durum kendisinden öğrenildi. Daha sonra İslam’a davet edil­di. O da icabet edip Müslüman oldu.[4]

Gavres’in Suikast Teşebbüsü

Çapulcuların tepelere sığındığını öğrenen Peygamber Efendimiz, bir müd­det burada beklemeyi uygun gördü. Bek­leme esnasında bir ara sağanak ha­linde yağmur yağdı. Efendimizin elbiseleri ıslandı. Kuruması için elbiselerini çıkarıp bir ağacın dalına astı. Kendisi de istirahat maksadıyla ağacın altına yanı üzerine uzanıverdi.

Baskın düzenlemek isteyenler, tepeden Resûl-i Ekrem’i göz­lüyorlardı. Pey­gam­be­ri­mizin, zırhını çıkarıp ağacın altına istira­hate çekildiğini, yanında da kimselerin bulunmadığını fark edince, heyecan ve sevinç içinde reisleri Gav­res’e haber verdiler:

“İşte, eline bir daha geçmez bir fırsat! Muhammed, ashabının yanından ay­rılıp tek başına kaldı. Ashabı gelip onu korumaya çalışıncaya kadar biz işini hallederiz!”

Gavres, derhal harekete geçti. Kimse görmeden, tam Peygamber Efendimi­zin başı üzerine geldi. Yalın kılıç elinde olduğu halde:

“Kim, seni benden kurtaracak?” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Allah!” dedi; sonra da şöyle dua etti:

“Allahım! Beni onun şerrinden koru!”

Gavres, birden iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yedi. Kılıç elinden düş­tü ve kendisi de yere yuvarlandı.

Bu sefer Fahr-i Âlem Efendimiz kılıcı eline aldı ve “Şim­di seni kim kurtara­cak?” dedi.

Gavres, “Hiç kimse!” dedi; sonra da, “Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed de O’nun Re­sûlüdür. Artık bundan sonra hiçbir za­man senin aleyhinde kimseyi toplamayacağım” diye konuştu.

Bunun üzerine Resûl-i Zîşan Efendimiz, Gavres’i affetti. Gavres, giderken bir ara Resûl-i Ekrem Efendimize döndü ve “Vallahi, sen benden hayırlısın!” dedi.

Peygamber Efendimiz, “Elbette, ben buna senden daha lâyı­ğım” buyurdu.

Cesur ve pek cür’etkâr olan Gavres, kavmine dönünce, hayretler içinde, “Ne oldu sana, neden bir şey yapamadın?” diye sordular.

Gavres, onlara başından geçenleri anlattıktan sonra ilave etti: “Vallahi, ben şimdi insanların en iyisinin, en hayırlısının yanından geliyorum!”[5]

Bir ay kadar süren seferden sonra, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, Medine’ye ge­ri döndü.[6]

KARDE SERİYYESİ

(Hicret’in 3. senesi Cemaziyelâhir ayı)

Peygamber Efendimizin etrafa hâkim olması üzerine, müşrikler, ticaret yol­larını değiştirmek mecburiyetinde kalmışlardı. Sahil yoluyla Şam ticareti teh­li­keye düştüğün­den, Irak yoluyla Şam’a gitmeyi daha uygun ve emin bul­muş­lardı.

Hazırladıkları bir kervanı bu yolla Şam’a göndermişlerdi. Kervan­la birlikte gidenlerin içinde, Ku­reyş’in ileri gelenlerinden Saf­van b. Ümeyye ile Abdullah b. Ebî Rebîa da vardı.

Kaderin cilvesi bu… Tam o sırada müşriklerden biri Medine’ye geldi ve Ya­hu­dinin birinin evinde misafir kaldı. Kim bilir, onunla Müslümanlar aley­hinde hangi plânı kur­mak veya müşriklerin aldık­ları hangi kararı veya tertip­le­dikleri hangi plânı iletmek için gel­miş­ti? İçtiler, konuş­tu­lar, eğlendiler. Bu arada müş­rik, farkında olma­dan, bahsi ge­çen kervanın Irak yoluyla Şam’a gönderildiğini ağ­zın­dan kaçırdı. Tam bunu anlatırken oradan ashaptan Salit b. Nu­man geçi­yor­du. Haberi duydu ve derhal Hz. Re­sû­lul­lah’­ın huzuruna vara­rak durumu kendilerine arz etti.

Mevsim, kış idi.

Peygamber Efendimiz, yüz kişilik bir süvari kuvveti ha­zır­ladı. Kumanlığa Zeyd b. Hârise Hazretlerini tayin etti. Pazardan köle ola­rak satın alınan, son­ra­dan Pey­gam­be­ri­mizin evlatlık edindiği Zeyd, şimdi yüz kişilik bir sahabe müf­rezesinin kumandanı olmuştu. Bu, İslam’ın vazife ver­me­de, makam ve mevki sahibi kılmada, fa­kir zengin, köle efendi gözetmeden tatbik ettiği adalet ve liyakat pren­sibinin şaheser bir misâlidir!

Seriyyenin teşkil maksadı, kervanı yakalamaktı.

Zeyd b. Hârise, emrindeki kuvvetle yola çıktı ve Ku­reyş kervanının önünü kesti. Kervandakiler, beklemedikleri bir hadiseyle karşı karşıya kalmışlardı. Bu durumda tabana kuvvet kaçmaktan başka çareleri yoktu. Öyle yaptılar. Her şeylerini de, canlarını kurtarmak uğruna geride bıraktılar.

Zeyd Hazretleri, sahipsiz kalan malları alıp Medine’ye, Resûl-i Ekrem Efendimize getirdi. Beşte biri Beytü’l-Mâl’e ayrıldıktan sonra geri kalan beşte dördü seriyyeye katılan mücahitler arasında bölüştürüldü.

Bu arada, kervan kılavuzu Furât b. Hayyan da esir alınmıştı. Me­dine’ye ge­lince, Müslüman olduğu takdirde serbest bırakılacağı teklif edildi. Müslüman oldu ve kurtuldu.[7]

Peygamber Efendimiz, bu muvaffakiyetinden dolayı Zeyd b. Hârise’yi, “Seriyye kumandanlarının en hayırlısı, Zeyd b. Hârise’dir” buyurarak tebrik ve takdir etti.[8]

Bu seriyye, kumandanına izafeten Zeyd b. Hârise Se­riy­ye­si adıyla da anı­lır


____________________________________________________________________

[1]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 58-59; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 33.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 34.
[3]İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 34.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 34.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 35; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 365; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 81; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161.
[6]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 46; Taberî, Tarih, c. 3, s. 2.
[7]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 36.
[8]Suyutî, Camiü’s-Sağir, c. 2, s. 10.