Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in ﷺ dini ve daveti umumîdir, hitabı bütün insanlığadır; diğer peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir böl­ge­ye münhasır değildir.

Cenab-ı Hak, birçok ayet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:“(Resûlüm!) De ki: ‘Ey insan­lar! Ben, sizin hepinize gelen, Allah’ın Peygamberiyim!”[1]

Buna binaen, Peygamber Efendimizin daveti elbette yalnız bazı Arap kabi­lelerine, birtakım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün in­sanlığa bu iman ve İslam daveti sesinin duyurulması gerekiyordu.

Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası, en müsait bir zamandı. Zira antlaşma gereğince on yıl harp yapıl­ma­ya­cak­tı.

Hicret’in 7. senesi, Muharrem ayı idi.

Peygamber Efendimiz, bir gün ashab-ı kiramı toplayarak, “Allah, beni bü­tün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslam’ı yayma hususunda bana yar­dımcı olun! Havarilerin Meryemoğlu İsa’ya muhalefetleri gibi, siz de bana kar­şı muhalefette bulunmayın!” buyurdu.

Sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah! Havariler, İsa’ya (a.s.) nasıl mu­ha­le­fet etmiş­ler­di?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem izah etti: “Benim sizi davet ettiğim vazifeye, o da havarilerini davet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler, isteyerek gidip se­la­mete eriştiler; uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten ka­çın­dılar. İsa (a.s.), bu durumu Allah’a arz etti ve şikayet­te bulundu. Gitmeye üşe­nen­lerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sa­bahladılar. İsa (a.s.), onlara, ‘Bu, Allah’ın si­zin için kesinleştirdiği ve ehem­mi­yet verdiği bir iştir. Haydi, gidiniz!’ demişti; onlar da git­mişlerdi!”[2]

Bunun üzerine sahabeler, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, sana bu hususta yardımcı olacağız: Bizi arzu ettiğin yere gönder!” dediler.[3]

Kim, Nereye ve Kime Gönderildi?

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, İslam’a davet maksadıyla asha­bından

1) Dıhyetü’l-Kelbî’yi Rum Kayseri[4]Heraklius’a,

2) Amr b. Ümeyye ed-Demrî’yi, Habeş Necâşîsi Asha­me’ye,

3) Abdullah b. Huzafe’yi, İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e,

4) Hâtıb b. Ebî Beltaa’yı, Mısır Firavunu Mukavkıs’a,

5) Salit b. Amr’ı, Yemame Vâlisi Havza b. Ali’ye,

6) Şuca b. Vehb’i, Gassan Meliki Münzir b. Hâris b. Ebî Şe­mir’e gönderdi.[5]

Gönderilen elçilerin hepsi de, gönderildikleri memleketlerin dillerini bili­yorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.

Mektupları yazdığı sırada, sahabeler, hükümdarların mü­hürsüz mektup okumadıklarını bildirince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür yü­zük üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:

“Allah

Resûlü

Muhammed”[6]

Kâinatın Efendisi, bu yüzüğünü vefatına kadar takmıştır. Vefatından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eriş Kuyusu’na düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde bir türlü bulunamamıştır.[7]

Peygamberimizin Mührü Peygamberimizin Yüzüğündeki Mührün Temsili
Topkapı Sarayındaki Kutsal Emanetlerde Muhafaza
Edilen Peygamberimizin Mühr-ü Şerifi

Peygamberimizin Hazreti Osman döneminde kaybolan 
yüzüğündeki mührün temsili


___________________________________________________________

[1]A’raf, 158. Konuyla ilgili diğer âyetler için bkz. Nisâ, 79, 170, 174; Tevbe, 33; Sebe, 28; Hac, 67; Ahzab, 40.
[2]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 254.
[3]İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 507.
[4]O zamanlar Rum (Bizans) devlet başkanına Kayser, İran şahına Kisrâ, Mısır devlet başkanına Fira­vun, Yemen hükümdarına Tübba’, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi.
[5]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 254; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 258; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 531; Taberî, Tarih, c. 3, s. 84; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 343.
[6]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258.
[7]Buharî, Sahih, c. 7, s. 54; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1656.