Ebû Tâlib, bütün bu olup bitenlerden sonra nur yüzlü yeğeni Peygamberi­miz­den adeta ayrılmaz bir parça haline gelmişti. Kendisinde git­tikçe kuvvet peydâ eden kanaat şuydu:

“Bu yeğenim, ileride büyük ve mühim bir şahsiyet olacaktır!”

Bu sebeple, Peygamberimiz üzerinde himâyesini son derece dikkatli ve şu­urlu bir şekilde sürdürüyor, adeta bir dediğini iki etmi­yordu.

Artık Peygamberimiz de ruhu ve dış görünüşü ile eşsiz bir genç olmuştu. Kalp ve ruhundaki eşsiz fazilet ve güzellikler, suretini de fevkalâde güzel şe­killendirmişti: Ortadan uzun boylu, siyah dalgalı saçlıydı. Açık ve yüksek alın­lı, kalın siyah kaşlıydı. Kaşları birbirine çok yakın, fakat bitişik değildi. Göz­be­bekleri, çok tatlı bir siyahtı. Uzun ve siyah kirpikleri, bakışlarına apayrı bir tat­lılık verirdi.

Kader-i İlâhî, onu ezelden “İnsanlığın Peygamberi” olarak tak­dir ve tayin et­mişti. Bu sebeple o, Âlemlerin Rabbi’nin ter­biyesi altında hayat seyrine de­vam ediyordu. On­dan­dır ki bütün Arabistan’la birlikte Mekke’de de hüküm sü­ren fısk, fücur, sefahet ve dalâletten, kötülük ve ahlâksızlıklardan en ufak bir eser, en küçük bir iz hayatında görülmez.

Putlardan şiddetle nefret ederdi. Ömründe bir defa bile onlara hürmette bulunmadı.

Ku­reyş müşriklerinin bir âdeti vardı. Her senenin belli bir gününde Buvane adlı putun etrafında toplanırlar, geceye kadar orada bulunurlar, yanında traş olurlar, kurban keserek büyük merasim tertiplerlerdi.

Yine böyle bir merasim için bütün Ku­reyş hazırlanmıştı. Ebû Tâlib de onlar gibi aile efradını toplayarak merasime iştirak etmek istedi. Peygamber Efendi­mize de hazırlanmasını söyledi. Ancak o, buna yanaşmadı ve mâzur görülme­sini istedi. Efendimizin bu davranışını, Ebû Tâlib ve halaları, taaccüple karşıla­dılar; hatta kızar gibi oldular. Bir iki sefer daha tekliflerini tekrarladıkları halde Resûl-i Ekrem Efendimiz yine red cevabı verdi. Bunun üzerine kızarak, “İlâh­larımızdan yüz çevirmek demek olan bu hareketinden dolayı bir felâkete uğ­rayacağından korkuyoruz!” dediler.

Bunu demekle de iktifa etmediler; üzerine öylesine var­dı­lar ki Sevgili Pey­gamberimiz daha fazla ısrar edemedi ve istemeye istemeye, sadece amcası Ebû Tâlib’in ve halalarının hatırını kırmamak için kendilerini takibe râzı oldu. Fa­kat putun yanına varır varmaz, nur yüzlü Efendimizin bir ara ortadan kaybol­duğunu fark ettiler. Bir müddet sonra yanlarına gelince onu müthiş bir hal içinde gördüler: Benzi sararmış, her halinden korktuğu belli idi.

Amcası ve halaları, kendisine sordular: “Ne oldu sana? Neye uğradın?”

Sevgili Efendimiz, şu cevabı verdi:

“Bana bir fenalık gelmesinden korktum!”

Onlar, “Allah sana kötülük eriştirmez. Sende çok iyi haslet ve meziyetler var. Söyle bakalım, sen ne gördün?” dediler.

Bu sefer Peygamberimiz, şunları anlattı:

“Ben, bu putun yanına yaklaştığım zaman, uzun boylu ve beyazlar giyinmiş biri orada peydâ oldu. Bana ‘Yâ Muhammed! Geri çekil, sakın o puta el sürme!’ diye haykırdı.”[1]

Bu vak’adan sonra, Re­sû­lul­lah Efendimiz, herhangi bir sebep ve saikle put­ların yanına uğramadı ve onların bu bay­ram ve merasimlerine hiçbir zaman katılmadı.

Evet, risâlet vazifesiyle memur edilir edilmez eline tev­hid bayrağını alıp dalgalandıracak bir zât, elbette çocukluğunda ve gençliğinde de tevhid inancı­nın zıddı olan şirkten ve putperestlikten uzak, tertemiz bir hayata sahip bulu­nacaktır.

Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünü, henüz ne teklif, ne memuriyet, hiçbir şeyle alâkalı bulunmadığı zamanlarda bile her türlü çirkinlikten koruyor ve onu hu­susî bir murakabe altında terbiye ediyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti!”[2]sözleriyle bu gerçeğe işaret buyurmuşlardır.

İnsaflı müsteşrikler de, her şeye rağmen bu hususu inkâr edememişlerdir. Sir W. Muir, Muhammed’in Hayatı isimli eserinde, şu itirafta bulunmaktan ken­dini alamaz:

“Hz. Muhammed hakkındaki bütün neşriyatımız bir nokta üzerinde ittifak eder. O da, onun ahlâkının temizliği ve yüksekliğidir!”

DÖRDÜNCÜ FİCAR MUHAREBESİ VE EFENDİMİZ

Peygamberimiz yirmi yaşında iken, Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi.[3]

İslam’dan evvel, Câhiliyye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık ve yol­suz­luk olaylarının ardı arkası kesilmiyordu. Kalpleri şefkat ve merhametten mah­rum, cemiyet hayatları hak ve hukuktan uzak insanlardan, birbirini kırıp geç­mekten başka zaten ne beklenebilirdi?

Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, öteden be­ri Araplarca mu­kaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de “haram aylar” adıyla anılıyorlardı.

İşte, Ficar Muharebeleri bu aylardan birinde vuku bul­du­ğu ve iki taraf ara­sında büyük haksızlıklar, zulümler irtikâb edildiği, kan döküldüğü için bu is­mi almışlardı.[4]

Araplar arasında Ficar Muharebeleri, dört kere meydana gel­mişti.

Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi, he­nüz on yaşlarında bulunuyordu.[5]

Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında oldukça basit ve ehemmiyetsiz hadiseler yüzünden mey­dana gel­mişti.

Birinci Ficar Muharebesi, Gıfarîlerden bir adamın Ukâz panayırında uzan­mış olarak, “Arabın en şereflisi benim!” sözü üzerine Havazin kabilesinden bi­ri­nin bunu kendisine hakaret kabul edip, kılıcını çekerek, övünen adamın aya­ğını yaralaması sebebiyle Ki­nâ­ne ve Havazinliler arasında vuku bulmuştu.

İkincisi, yine Ukâz panayırında bir kadına sataşmak yü­zünden Ku­reyş ile Havazin kabilesi arasında patlak vermişti.

Üçüncüsü, Kinâneoğulları kabilesinden bir adamın, Âmiroğulları kabilesin­den birine olan borcunu ödemeyip, müddeti uzat­ması sebebiyle Kinâne ve Havazin kabileleri arasında meydana gelmişti.

Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Fi­car Muhare­besi ise, Ku­reyş ve Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında, Kinâneli Barraz b. Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan [Havazin] kabilesinden Urve nâmındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.[6]

Ku­reyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı.

Ukâz panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesi’ne Ebû Tâ­lib, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Ancak Ku­reyş kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirak etmek mec­buriyetinde kaldı.

Muharebe sırasında Ebû Tâlib’in, aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sadece atı­lan düşman oklarını toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir.[7]

Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraftar, nihayet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böy­lece de harp son bulmuş olacaktı.

Sayım neticesinde, Kays-ı Aylanların ölüleri yirmi kadar fazla çıktı. Kinâ­ne­oğulları ve Ku­reyşliler tarafından bu yirmi kişinin diyeti ödenerek, Fil ta­rihin­den yirmi yıl sonra vuku bulan[8]bu kanlı çarpışma da böylece nihayet buldu.

_______________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 158; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 164.
[2] Abdurrahman Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 1, s. 224.
[3] İbn Hişam, Sîre, s. 198; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 195.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 196.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 196-197; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 126-128.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 198.
[8] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Taberî, Tarih, c. 1, s. 201.