Hicret’in 9. senesinde, İslam nuru bütün haşmetiyle Arabistan Yarıma­dası’nı kucaklamıştı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elinde artık birçok maddî imkân vardı. İslam devletinin serveti çoğalmış, Müslümanların maddî durumları oldukça düzelmişti.

Her türlü imkâna kavuşmuş olmasına rağmen, Hz. Re­sû­lul­lah sâde haya­tın­dan ayrılmıyor, mütevazı yaşayışına devam ediyor, lüks ve debdebeye ilti­fat etmiyordu.

Fakat Ezvac-ı Tâhirat, kadınlığın fıtratında bulunan ziy­net ve dünya malına karşı meyli saikiyle dünyanın refah ve bolluğundan, giyim kuşam ve ziynetin­den, bol nimetler içinde yaşamaktan nasip­le­rini almak istiyorlardı. Bunun için de zaman zaman Pey­gam­be­ri­mizin etrafında toplanarak, “Bizler de başka ka­dınların istedikleri ziynetleri isteriz!” derlerdi; sonra da her biri birtakım arzu­larda bulunurdu.

Fakat Peygamber Efendimiz, kendisi sâde yaşadığı gibi hanımlarının da sâ­de bir hayat sürmelerini ve buna râzı olmalarını arzu ediyordu. Bunun için de isteklerine müspet cevap vermiyordu. Ayrıca Ezvac-ı Tâhirat’ın bu tarz is­tek­lerde bulunmasından da mübarek gönülleri rahatsızlık duyuyordu.

Efendimizin mûtad bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımla­rı­nı dolaşır, onların hal hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tespit ederdi. Akşam da sı­ra hangi hanımında ise, o hanımın odasında diğer bütün hanımları da topla­nır, sohbet ederlerdi. Sonra da herkes kendi hücresine çekilirdi.

Bu mûtad ziyaretlerinde Ezvac-ı Tâhirat’ın her biri, yanlarında bulunanlar­dan kendilerine ikram ederlerdi.

Günün birinde Hz. Zeyneb bint-i Cahş validemize bir tulum bal hediye geti­rilmişti. Hz. Zeyneb de her gelişinde Resûl-i Ekrem’e çok sevdiği bu baldan şer­bet yaparak ikramda bulunurdu. Bu sebeple o, Hz. Zeyneb’in yanında her za­mankinden fazla kalırdı.

Bu durum Hz. Âişe’nin nazarından kaçmadı. Sebebini merak etmeye baş­la­dı. Bir ara cariyesi vasıtasıyla bu fazla duruşun sebebinin ikram edilen bal şer­be­ti olduğunu öğrendi.[1]

Hz. Âişe’nin Tâlimatı

Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb arasında nedense bir rekabet vardı; hatta bu yüz­den Pey­gam­be­ri­mizin pâk zevceleri iki gruba ayrılmışlardı. Hz. Sevde, Safiyye ve Hafsa (r. an­hünne), Hz. Âişe’nin tarafını; Ümmü Seleme ile Ümmü Habi­be, Meymûne ve Cüveyriye (r. anhünne) ise, Hz. Zeyneb bint-i Cahş’ın grubunu teşkil ediyorlardı.[2]

Resûl-i Ekrem’in, Hz. Zeyneb’in odasında fazla kalmasından müteessir olan Hz. Âişe, gayrete geldi. Taraftarı olan diğer hanımları toplayarak kendilerine şu tâlimatı verdi:

“Re­sû­lul­lah hangimizin yanına gelirse, kendisine şöyle soracağız: ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Megâfir mi yediniz?’ Re­sû­lul­lah, ‘Hayır’ diyecektir. Biz de o zaman, ‘O halde bu koku ne?’ diye soracağız. Tabii ki o; ‘Zeyneb bana bal şerbeti içirmişti’ cevabında bulunacaktır. O zamanda biz, ‘Demek, o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış’ deriz.”[3]

Megâfir, “mağfur”un çoğuludur. Mağfur, fena kokulu urfut ağacının yapış­kan, tatlı, fakat fena kokulu bir zamkıdır.

Kâinatın Efendisi, bu kokudan fazlasıyla rahatsız olurdu. Hz. Âişe bunu bil­diği için bu tarz bir tâlimatta bulunmuştu.

Peygamber Efendimiz, bir gün Hz. Hafsa’nın odasına girerken, “Yâ Re­sû­lal­lah! Megâfir mi yediniz?” sorusuyla karşılaştı.

Peygamber Efendimiz, “Hayır!” dedi.

Hz. Hafsa, “O halde bu koku ne?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Zeyneb bint-i Cahş’ın evinde bal şerbeti içmiştim” buyurdu.

O zaman Hz. Hafsa, “Demek ki o balın arısı urfut ağacından yayılmış, bal toplamış” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onu bir daha içmem!” diyerek yemin etti. Sonra da, “İşte, yemin ettim! Sakın bunu (ne Âişe’ye ne de) başka bir kimseye duyurma” diye buyurdu.[4]

Böylece, Peygamber Efendimiz, sırf “hanımlarını memnun etmek ve arala­rın­daki iki hizb halinde hissolunan fıtrî kadınlık gayret ve kışkançlığının aile ni­zamı üzerine aksi tesir icrasından çekinmek maksadına mebni”[5]olarak, ken­disine helâl bir gıda olan baldan faydalanmamaya yemin etmiş olu­yor­du.[6]

Bunu, verdiği birkaç sırla[7]birlikte gizli tutmasını Hz. Haf­sa’ya sıkı sıkıya tembih eyledi. Hatta ondan bu hususta söz aldı.

Pey­gam­be­ri­mizin baldan istifade etmemeye yemin etmesi üzerine şu ayet-i kerime nâzil oldu:

“Ey Resûlüm! Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi, kadınlarının rızasını arayarak sen ne diye kendine haram edersin? Bununla birlikte üzülme! Allah, Ga­fûr’dur, Rahîm’­dir.”[8]

Hz. Hafsa, Resûl-i Ekrem’in bu sırlarını gizlemedi; çok geçmeden, en çok an­laştıkları Hz. Âişe’ye duyurdu. Duruma bundan sonra diğer hanımları da muttali oldu.

Mahremiyetinin muhafazasını istediği vakıanın ifşa edildiğini Cenab-ı Hak, Resûlüne vahiyle bildirdi: “Hani Peygamber, kadınlarından birine gizlice bir söz söylemişti. Vakta ki kadın o sırrı (gizlemeyip) haber verdi. Allah da onu Peygambere açıkladı. Artık Peygamber, zevcesine ifşa ettiklerinin bir kısmını bildirdiyse de bir kısmını yüzüne vurmaktan sarf-ı nazar etti. Re­sû­lul­lah ka­dına ifşa ettiğini söyleyince kadın, ‘Onu sana kim haber verdi?’ diye sordu. O da, ‘Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi!’ bu­yur­du.”[9]

Bunun üzerine Hz. Re­sû­lul­lah, Hz. Hafsa’ya serzenişte bulundu. Hz. Âişe ise ona arka çıktı. Hep beraber dünya hayatının ziynet ve refahı ile ilgili bazı istek ve tekliflerde bulundular.

Pey­gam­be­ri­miz hem duruma üzüldü, hem de hanımlarının birbirlerini kıs­kanmalarından fazlasıyla rahatsız oldu.

Bunun üzerine, dünya hayatının nazarındaki ehemmiyetsizliğini anlatmak, hanımlarına bir ders vermek, aynı zamanda aralarındaki kıskançlık ve çeke­memezliğe bir derece mani olabilmek düşüncesiyle ve neticede onların zâtına besledikleri muhabbet ve sadâkatlerini ölçmek maksadıyla onlardan bir ay uzak durmak üzere yemin etti;[10]bu yemininden sonra da, Meşrebe diye anı­lan çardakta tek ba­şına yatıp kalkmaya başladı.[11]

İşte, bu hadiseye “İ’lâ Hadisesi” denir. “İ’lâ”nın lügat mana­sı “mut­lak ye­min”dir; fıkıh dilinde ise, erkeğin, cinsî muamelede bulunmamak üzere hanı­mına yaklaşmamaya yemin etmesi demektir.

Ashab-ı Kiramın Telâşı

Peygamber Efendimizin Meşrebe’de yalnız başına kaldığını duyan sahabe­ler, “Hanımlarını boşamıştır” zannıyla telâşlandılar. Hz. Ömer, bu telâşını şöy­le anlatır:

“Medine’nin Avali semtinde oturuyordum. Ensardan bir komşum vardı. İkimiz birer gün arayla Re­sû­lul­lah’ı ziyaret ederdik. Ben inersem, o gün vahiy ve sâireye dair (ne duyarsam) haberini komşuma getirirdim. O indiği zaman da aynı şeyi yapardı.

“Sıra komşumda idi. Gecenin bir kısmı geçmişti. Gelerek kapıyı şiddetle çal­dı. Telâşla açtım.

“‘Ne var?’ diye sordum.

“‘Büyük bir felâket!’ dedi.

“‘Ne oldu?’ dedim, ‘Gassanîler, Medine’ye hücuma mı geç­tiler?’

“‘Hayır!’ dedi. ‘Daha fena bir şey vuku buldu. Re­sû­lul­lah, zevcelerini bo­şa­mış!’

“Bunun üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra giyinip kuşandım ve Me­dine’ye indim. Hafsa’nın yanına vardım. Ağlı­yordu.

“Ne diye ağlıyorsun?’ dedim, ‘Ben, seni bundan (Re­sû­lul­lah’a karşılık ver­mekten, kendisinden bir şey iste­mek­ten) sakındırmamış mıydım?’

“Sonra sordum: ‘Allah Resûlü, sizleri boşadı mı?’

“‘Bilmiyorum’ dedi.

“‘Re­sû­lul­lah şimdi nerede?’ diye sordum.

“‘Şuradaki Meşrebe’de… İnzivaya çekilmiş’ dedi.

“Kalktım, Re­sû­lul­lah’ın bulunduğu yere yaklaştım. Kapıda hizmetçisi Rebah vardı.

“‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Re­sû­lul­lah’ın yanına girmem için izin iste!’

“Rebah içeri girip çıktı; ‘Arzunuzu arz ettim. Sustu, bir şey söyle­me­di’ dedi.

“Dönüp mescide gittim. Ashab-ı kiramdan bazıları min­berin etrafında üz­gün üzgün oturuyorlardı, bazısı ise ağlıyordu. Ben de biraz oturdum. Fakat ca­nımın sıkıntısı bir türlü geçmiyordu. Re­sû­lul­lah’ın odasına tekrar yaklaştım.

“Rebah’a, ‘Ömer’in içeri girmesi için izin iste!’ dedim.

“Köle içeri girip çıktı; ‘Seni kendisine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.

“Tekrar mescide döndüm. Minberin yanında bir müddet oturdum. Endişe ve üzüntümden bir türlü kurtulamıyordum.

“Yine Re­sû­lul­lah’ın bulunduğu odaya yaklaştım.

“Sesimi yükselterek, ‘Ey Rebah!’ dedim, ‘Ben, Re­sû­lul­lah’ı görmek istiyo­rum! Müsaade iste! Şayet Re­sû­lul­lah benim Hafsa lehinde tavassutta buluna­cağımı zanne­di­yor­sa, yemin olsun ki eğer Re­sû­lul­lah emrederse onun boy­nu­nu uçururum!’

“Rebah içeri girdi. Çıkınca, ‘Kendilerine söyledim. Sustu, bir şey söylemedi’ dedi.

“Bunun üzerine dönüp giderken, kölenin ikinci sesini işittim: ‘Gir, artık sa­na izin verdi!’

“İçeri girdim. Allah Resûlüne selam verdim. Hasırdan örülü bir yatak üze­rinde idi. Hasır, derisinin üzerinde izler bırakmış, çizgiler belli oluyor idi. Etra­fıma bakındım. Bir yanda bir avuç arpa, diğer yan­da asılı bir post gördüm. Gözlerim yaşardı.

“Re­sû­lul­lah, ‘Niçin ağlıyorsun?’ diye sordu.

“‘Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl ağlamayayım ki? Kisrâlar, Kayserler dünyanın zevkü sefasını sürerken, siz Allah’ın en sev­gili kulu olduğunuz halde bu basit şartlar içinde yaşıyorsunuz!’

“Re­sû­lul­lah, ‘Ey Hattab’ın oğlu Ömer!’ dedi. ‘Dünya nimetinin onların, ahiret saadetinin de bizim olmasına râzı değil misin?’

“Sonra, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Kadınlarını boşadın mı?’ diye sordum.

“Mübarek başlarını bana doğru kaldırarak, ‘Hayır!’ buyurdular.

“Bu cevap karşısında birdenbire, ‘Allahü ekber!’ dedim, ‘Bütün ashap keder içindeler. Gidip kendilerine hakikati söyleyeyim mi?’

“Re­sû­lul­lah, ‘Olur’ dedi ve yüzünden üzüntüsü dağılıncaya kadar konuştu. Nihayet şenlendi ve gülmeye başladı.

“Bunun üzerine çıkıp mescidin kapısına dikildim ve yüksek sesle bağırdım: ‘Re­sû­lul­lah, kadınlarını boşamamıştır!”[12]

Re­sû­lul­lah’ın Meşrebe’den Ayrılışı

Bir ay dolunca, Re­sû­lul­lah inzivadan çıkarak hanımlarıyla görüşmeye baş­ladı. Bu sırada şu ayet-i kerime nâzil oldu:

“Ey Nebiyy-i Zîşan! Zevcelerine de ki:

“‘Eğer, siz dünya hayatını ve ziynetini murad ederseniz, gelin ben sizin râzı olacağınız şekil üzere boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salı­vereyim!

“‘Ve eğer, siz Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yurdunu mu­rad ederseniz, Allah’ı ve Resûlünü râzı etmiş olursunuz. Zira, sizden Allah’­ın rızasını dünya metaı üzerine tercih ederek ihsan edenlere, Allah büyük ecir hazırlamıştır.’”[13]

Buna göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hanımlarını, dünya ve dünya ziyneti ile Allah ve Resûlünü tercihte serbest bırakmaya me­mur edilmiş oluyordu.

Ayet nâzil olduğu sırada, Efendimiz, hanımlarından Hz. Âişe’­nin yanında idi. İlk önce meseleyi ona açtı; hatta bu konuda babasına anasına danışabilece­ğini de beyan etti.

Hz. Âişe derhal cevabını verdi: “Ben, bu hususta mı anneme babama danışa­cağım? Ben, elbette ki Allah’ı, Resûlünü ve ahiret yur­du­nu tercih ediyo­rum!”[14]

Peygamber Efendimiz, bu cevaba gülümsedi.

Diğer Ezvac-ı Tâhirat da aynı şekilde Allah ve Resûlünün rızasını ve ahiret yurdunu, dünya ve ziynetine tercih et­tiler; böylece, Fah­r-i Kâinat Efendimize muhabbet ve sadâkatlerini ispatlamış oldular.


__________________________________________________________________

[1]Aynî, Umdetü’l-Kâri, c. 20, s. 244.
[2]Buharî, Sahih, c. 3, s. 132.
[3]İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 4, s. 167; Müslim, Sahih, c. 2, s. 1101-1102.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 85; Buharî, a.g.e., c. 6, s. 167; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1102.
[5]Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 11, s. 209.
[6]Burada Hz. Re­sû­lul­lah’ın helâl olan şeyi haram kılmasından murad, nefsini o şeyle faydalan­maktan alıkoymaktır; yoksa, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi hakikatte haram kılmak ve haram iti­kad etmek değildir. Zira, Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi kimse haram kılamaz, haram kıldığı bir şeyi de kimse helâl edemez. Ancak bir insan helâl olan bir şeyden faydalanmaktan kendisini alıkoyma müsaadesi­ne sahiptir. Buna binaen Re­sû­lul­lah, kendisine, helâl bir gıda olan balı ve­ya şerbetini içmeyi yasak­lamıştır. Dolayısıyla, “Allah’ın helâl kıldığını Re­sû­lul­lah nasıl haram kılar?” diye bir soru akla gel­memelidir.
[7]Bir kısım rivâyetlere göre, Peygamberimiz, Hz. Hafsa’ya, kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir’in, on­dan sonra da Hz. Ömer ‘in halife olacağını haber vermişti (İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 390).
[8]Tahrim, 1.
[9]Tahrim, 3.
[10]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 406.
[11]Buharî, a.g.e., c. 7, s. 230; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 406.
[12]Buharî, a.g.e., c. 1, s. 31-33; c. 6, s. 70; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 33; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1109; 1112; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 421; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 404.
[13]Ahzab, 28, 29.
[14]Buharî, a.g.e., c. 6, s. 23; Müslim, a.g.e., c. 2, s. 1113.