Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi…

Milâdî 615…

Ku­reyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.

İslam ve imanın tâlimi, Allah’a ibadet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tespit etti: Safâ tepesinin doğusunda dar bir sokak için­de bulunan ilk Müslüman Er­kâm b. Ebî’l-Erkâm b. Esed’in evi… Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolay­ca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.

Artık Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkam’ı, Nebiyy-i Ekrem Efen­dimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslam üniversitesi saymak müm­kün­dür!

Hz. Ömer’in İslam’la şereflenmesine kadar, Resûl-i Ekrem, İslam’ı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok kim­se bu evde Müslüman olma şerefine er­diler.

Dârü’l-Erkam’ı Erkâm b. Ebî’l-Erkâm Hazretleri, hiç satılma­mak ve tevârüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.

İslam tarihinde büyük ehemmiyeti hâiz bulunan bu ev, bugün Kâbe karşı­sında, “Dârü’l-Hayzuran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bu­lunmaktadır.[1]

YÂSİR AİLESİNİN BAŞINA GELENLER

Yâsir, Mekke’ye Yemen’den gelmişti.

Burada, Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe b. Muğî­re’nin himâyesine gir­mişti. Sonradan Ebû Huzeyfe onu, cariyesi Sü­mey­ye’y­le evlendirmişti. Bu evli­likten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah…

Bütün fertleriyle saadet dairesine giren bu aileye, başta Mahzumoğulları ol­mak üzere bütün müşrikler, çekilmez işkenceler, dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları, iman ve İslam’dan vazgeçsinler diye, gü­ne­şin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada, adeta cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

Pey­gam­be­ri­miz, Sabır Tavsiye Ediyor!

Yine bir gün Yâsir ailesi, işkence altında zâlim müşrikler tarafından inletilir­ken, Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu du­rum karşısında, “Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sab­redin ey Yâsir ailesi!” diyerek sabır tavsiyesinde bulun­du.

İşkence altında kıvranan Yâsir, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Bu iş daha ne za­mana kadar böyle sürüp gidecek?”

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu suale, “Allahım, Yâsir ailesinden rahmet ve mağfiretini esirgeme” duasıyla karşılık verdi.

Bu hadiseden bir müddet sonra Hz. Yâsir, dayanılmaz işkenceler altında iz­zetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece, “Müslüman erkeklerden ilk şehit” şerefi kendisinin oldu.

Oldukça yaşlanmış, zayıf ve nahif bir kadın olan, Yâsir’in hanımı Sümeyye de, işkence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmişti.

Ebû Cehil, işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı, zayıf ve kimsesiz kadına küstahça ve âdice, “Sen, güzelliğine âşık olduğun için Muhammed’e iman et­tin!” diyordu.

Bu âdice ithama, iman âbidesi kesilmiş Hz. Sümeyye, bir müşriğe söylenebi­le­cek en ağır lâflarla mukabele edince, Ebû Cehil hiddete geldi ve elin­deki mız­rağı saplayarak şehit etti. Hz. Sümeyye de böylece, “kadınlardan ilk şehit” ol­du.

Ammar’ın Başına Gelenler

Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydirili­yor, güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.

Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar, soluğu Nebiyy-i Ekrem’in yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu. “Azabın her türlüsünü tattık yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem, yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle dua ediyordu:

“Allahım, Ammar ailesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma!”

Hz. Ammar’a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rastgeldi. Mübarek elleriyle Am­mar’ın başını sığayarak ateşe, “Ey ateş! İbra­him’e (a.s.) serin ve selamet olduğun gibi Ammar’a da öyle ol!” diye dua etti. Sonra da Ammar’a, şu haberi verdi:

“Ey Ammar! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek, uzun bir müd­det yaşayacak­sın. Senin ölümün, azgın bir topluluğun[2]eliyle olacaktır.”[3]

“Kalbimde İman Ferahlığı Var!”

Yine bir gün Ammar, uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsâli Peygamber Efendimiz, mübarek elleriyle gözyaşlarını sil­di; sonra da, “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar, seni bir daha tu­tar da sana şöyle şöyle derler ve işken­ce­lerine devam ederlerse, sen de onlara iste­dik­lerini söyle ve kurtul” dedi.

Bu, hayatını zâlim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsa­ade idi!

Bu müsaadenin verilişinden bir müddet sonra, Ammar yine müşrikler tara­fından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de ken­disine şu teklif yapılıyordu:

“Muhammed’e küfretmedikçe, Lât ve Uzzâ’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe, sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!”

Zavallı Ammar’ın dilinden, çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar, Am­mar’ı serbest bıraktılar.

İşkence ve azap yükü altında ezilmekten kurtulan Am­mar, doğruca Resûl-i Ekrem’in huzuruna vardı. Efendimiz kendisine, “Kurtulduğun, yüzünden bel­li!” deyince, ce­vabı şu oldu:

“Hayır, vallahi kurtulmadım!”

Peygamber Efendimiz, “Niçin?” diye sorunca da Am­mar, “Ben, senden vaz­geçirildim. Lât ve Uzzâ’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylet­tirdiler!” karşılığını verdi.

Ammar üzgündü, Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi, heye­can ve korku içinde Resûl-i Kibriya’nın huzurunda dikilmiş, duruyordu. Müş­riklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu, ama şimdi başka bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişti!

Resûl-i Ekrem, “Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sordu.

Ammar’ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:

“Kalbimi iman ferahlığı ve rahatlığında, dinime bağlılığımı da de­mirden daha sağlam buldum!”

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sana vebâl yok ey Ammar! Eğer, onlar seni yine yakalar, bunu sana tekrarlatmak ister­lerse, sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul!”[4]diyerek Am­mar’ın hem gönlünü, hem yüzünü ferah ve sü­rura garketti.

Bu hadise üzerine Yüce Allah, şu meâldeki ayetini inzal buyurdu:

“Kalbi imanla karar bulmuş olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) zor­lananlar (ve böylece yalnız dilleriyle söyleyenler) müstesna, kim Allah’a küfre­derse onlara şiddetli bir azap var; fakat küfre bağrını açanlar üzerine, Al­lah’tan bir gazab ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.”[5]

Şu halde, kalbi imanla karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat tanın­maktadır: O da, düşman tarafından canının veya herhangi bir âzâsının yok edilme tehlikesi bahis mevzu olduğu zaman, yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun, kalbin imanla mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında, hakkı söylemek ve di­nin izzetini korumak için helâk olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla da­hi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsatla değil de, azimetle amel et­mek ise, daha faziletli bir hareket sayılmıştır.[6]

HZ. EBÛ BEKİR’İN İŞKENCEYE MARUZ KALIŞI

Re­sû­lul­lah Efendimiz, bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müs­lümanlardan birço­ğuyla oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde, “tev­hid davasını müşriklere karşı açıklamak” ar­zusu, bir iştiyak halini almıştı. Bu­nu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriya Efendimizden ricada bulundular. Fa­kat Hz. Re­sû­lul­lah, tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir ha­re­ket için zamana ihtiyaç vardı. “Biz henüz azız, bu işe yetmeyiz!” diye ko­nuştu.

Fakat imanın taptaze heyecan ve şevkini tertemiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar, yerlerinde adeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Âlem Efendimiz, sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Haram’a gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.

Allah ve Resûlüne iman aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Ebû Bekir, kal­binin derin­liklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek, Allah’a imanın ulvîyet ve kutsîyetini, buna karşılık puta tapmanın pespâyeliğini ve onlara hürmet etmenin sefâletini haykırdı.

Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müş­rikler, Hz. Sıddık’a saldırdılar, her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden, ancak kabilesi Teymoğullarından birkaçının araya girmesiyle kurtulabildi.

Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hz. Ebû Bekir, kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşamüzeri ken­di­ne gelebildi.

Sanki, onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş, sanki yüzü gö­zü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi, dudaklarından dökülen ilk cümle­ler şunlar oldu:

“Re­sû­lul­lah ne yapıyor, ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı, hakaret etmiş­ler­di!”

Hz. Ebû Bekir, bu sözleriyle Hz. Re­sû­lul­lah’a olan sadâ­katinin şâheser bir ör­neğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan, yara berelerinin acı­sına sızısına aldırmadan, Nebiy­y-i Zîşan’ın du­rumunu öğrenmek istiyordu; hem de o Nebiyy-i Muh­terem’e şiddetle muhalefet edenler arasında…

Kendisine yemek teklifinde bulundular; “Aç kaldın, susuz kaldın! Bir şeyler yiyip içmez misin?” dediler.

O ise hep, “Re­sû­lul­lah ne haldedir, ne yapıyor?” diye so­ruyordu.

Annesinin, Resûl-i Ekrem’in davasından haberi yoktu. Henüz iman etme­yenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun, Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine, “Git” dedi. “Hat­tab’­ın kızı Ümmü Cemil’e sor. Re­sû­lul­lah hakkında bana haber getir!”

Ümmü Cemil, iman etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat Resûl-i Ekrem’den al­dığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.

Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr ona, “Ebû Bekir, sen­den, Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben, onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen, bera­ber oğlunun yanına gidelim” diye cevap verdi.

Aslında, Ümmü Cemil’in Re­sû­lul­lah’tan haberi vardı. Ancak bir tertip ve tu­zakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle ce­vap vermişti.

Hz. Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zabtede­me­ye­rek, “Sana bunları re­vâ gören bir kavim, şüphesiz azgın ve sap­kındır! Allah’tan dileğim, onlardan intikamını alması­dır!” diye haykırdı.

Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekrem’in selamette olduğunu öğrenmesine rağ­men Hz. Ebû Bekir’in içi, yine de rahat etmi­yor­du. Annesine, “Vallahi, gidip Re­sû­lul­lah’ı görmedikçe ne yer, ne de içerim!” dedi.

Onu, Resûl-i Ekrem’e götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl gidebilirdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?

Etraf tenhalaşınca, annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sende­leye Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş can­dan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekrem’in durumunu gözleriyle gördük­ten sonra, “Annem babam sana feda olsun Yâ Re­sû­lal­lah! O azgın, sapkın ada­mın (Utbe b. Rabia) yüzümü yer­lere sürtüp bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok!”[7]diye konuştu.

O anda bile Hz. Ebû Bekir’in gönlü iman ve İslam’a hiz­met aşkıy­la alev alev yanıyordu.

Peygamber Efendimize annesini göstererek, “Bu, annem Selma’dır” dedi. “Onun hakkında Allah’a duada bulunmanızı arzu edi­yorum. Umulur ki Allah, onu cehennem ateşinden ha­tırın için kur­tarır!”[8]

Bu samimi arzu, samimi duayla birleşti ve o anda orada Ümmü Hayr Selma Hâtun, “bahtiyar mü’mineler” safına ka­tıldı.


____________________________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 267; Ebu’l-Velid el-Ezrakî, Kâbe ve Mekke Tarihi, Terc., s. 426; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 80.
[2] “Hz. Ammar, daha sonra Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hz. Ali, onu, Mu­a­vi­ye’nin taraftarlarının bâğî (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Mu­a­vi­ye te’vil etti. Amr b. Âs dedi: ‘Bâğî, yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.’” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 110).
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 248.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 249.
[5] Nahl, 106.
[6] Hazin, Tefsir, c. 3, s. 136; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 3132.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 275.
[8] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 1. s. 276.