Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında.

Son Ficar Harbi’nde, çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla, Arap kabileleri arasındaki düş­manlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hadiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir durumuna gelinmişti.

Mekke’de, dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen, istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme maruz kalıyor ve bun­lara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı.

Bu vahşet saçan manzaraya bir çare bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysi­yetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat ne yapılmalıydı? Ne yapılabilirdi?

Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ızdırap duyanların, cemiyetin emniyet ve âsâyişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar!

Zebidlinin Gasp Edilen Malı!

Bardağı taşıran son damla, Yemen’in Zebid kabilesinden birinin bir deve yükü malının, şehrin ileri gelenlerinden Âs. b. Vâil tarafından gasp edilmesi hadisesi oldu.

Zebidlinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılı­yor­du. Sonunda, Ebû Kubeys dağına çıkarak, uğ­radığı zulüm ve hakareti Ku­reyş­li­lere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yar­dı­ma çağırdı.[1]

Bu davet, cemiyetin perişan halini düşünen kafaları uyandırdı. Derhal bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayri­meşru davranışlara çare aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke’nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr ol­du.[2]

Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri gelenlerinden bir­çoğunun iştirakıyla, Mekke’nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdul­lah b. Cüd’a’nın evin­de toplanıldı ve “Hılfu’l-Fudûl” cemiyeti kuruldu.

Uzun uzadıya konuşup tartışıktan sonra, şu maddeleri karar altına aldılar:

1. Mekke’de —ister ehlinden, ister dışından olsun— zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.

2. Bundan böyle Mekke’de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsamaha ve fırsat tanınmayacaktır.

3. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar, mazlumlarla beraber hareket edilecektir.[3]

Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine dair de şöylece ye­minde bulundular:

“Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’de istîlâm ibadeti [Kâbe’nin tavafı sı­ra­sında Hacerü’l-Esved’e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürü­lemiyorsa uzaktan selamlama işaretinin ya­pılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz.”[4]

Kurulan bu cemiyete “Hılfu’l-Fudûl” adı verildi.

Sebebi şöyle izah ediliyor:

“Hilf” yemin, “Fudûl” ise fâzıllar demek.

Mekke’de bulundukları bir sırada Cürhümî kabilesinden Fazl isminde iki ki­şi ile Katüra kabilesinden Fudayl adında biri, “şehirde, zulme ve tecavüze mey­dan vermemek” hususunda yeminde bulunmuşlardı.

Ku­reyş ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, “Fâzıllar” hadisesini hatırlama babında bu cemiyete “Hılfu’l-Fudûl” denildi.[5]

Cemiyetin ifa ettiği ilk iş, Yemenli Zebidlinin, ticaret mak­sadıyla getirdiği malın Âs b. Vâil’den geri alınması oldu.

Sevgili Peygamberimiz de, henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede oyunu müspet olarak kullanmıştır.

Bu, Efendimizin genç yaşından beri derin düşünceye sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan be­ri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara sahip bulunduğunun ifadesidir.

Şefkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hu­susta gösterilen gayretlere yar­dımcı olacaktır. Çünkü o, “güzel ahlâkı tamamlamak” maksadıyla gönderil­mişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete ken­di­si de katılacaktı.

Nitekim kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten son­ra da, mezkûr ce­miyete katılmış olmaktan duyduğu mem­nuniyeti şu ifadelerle beyan buyura­caktır:

“Abdullah b. Cüd’a’nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sa­hip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslamiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim.”[6]

Resûl-i Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanları için de bir öl­çüdür: Zulme ve ahlâksızlığın her tür­lüsüne karşı, isim ve şekli ne olursa ol­sun, mücadele ve­ren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak…


_________________________________________________________________

[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 91.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 128; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 91.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129; Süheylî, a.g.e., c. 1, s. 93.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 142; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 129.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 141-142; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 129; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 94; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 261.