Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gür­büzleşmiş ve gelişmişti.

Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hadisesi, Hz. Ha­lî­me’yi bütün bütün düşündürmeye ve telâşlandırmaya başladı. Hatta artık en­di­şe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin ba­şına hoş olmayan herhangi bir hadisenin gelmesinden korkuyordu.

İşte, bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris’i şu ka­rarı al­maya mecbur etti:

“Başına bir iş gelmeden, bu yavruyu annesine teslim et­me­liyiz!”

Halîme’nin içi cayır cayır yanıyordu, ama ne yapabilirdi ki?

Nihayet, Nur Çocuk kendisine muvakkaten emanet edil­mişti! Emanete el koyacak hali yoktu ya!

Sa’doğulları yurduna dört sene ışık saçan Saadet Güneşi, şimdi süt annesi tarafından Mekke’ye getiriliyordu. Burada bir başka haş­met­le, bambaşka bir azametle dünyaya ışık saçsın diye!

Halîme ve kocası Mekke’ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözler­den kayboldu. Halîme ve kocasında bir telâş başladı. Bütün aramalara rağmen onu bulamadılar. Gidip, dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’e haber verdiler.

Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına dön­dü. Üzgün ve telâşlı, aramaya koyuldu. Fakat ortalıkta Efendimiz görün­mü­yor­du. Ab­dül­mut­ta­lib, çaresiz, el­lerini açarak yalvardı: “Allahım! Ne olur Mu­hammed’imi bana geri ver!”

Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocukla görünüverdiler. Bunlar, Varaka b. Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler. Ab­dül­mut­ta­lib, hasre­ti­ni çektiği Saadet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe’ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.[1]

Bilâhare, Ab­dül­mut­ta­lib, sevgili torununa kavuşmanın sevinç ve saadet bayramını kutlamak üzere, kurbanlar kes­tirerek Mekkelilere güzel bir ziyafet çekti.

Artık Peygamber Efendimiz, aziz annesinin sıcak kucağında, şefkatli kolları arasında, mesut ve mütevazı evin­de idi.

Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke’de bırakıp yurduna dön­dü. Fakat ne o Efendimizi, ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Kendisini dört sene gibi uzun bir zaman kucaklayan ve saran kollara karşı hürmetini, saygısını hiçbir zaman yitirmedi. Onu, her gördüğünde, “Anneciğim!” diye, saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.

Aradan uzun zaman geçecek, yine Sa’doğulları yurdunu, bir yıl, kıtlık ve kuraklık saracak. Bu kıtlık ve kuraklığın dehşetine dayanamayan Halîme, çıkıp Mekke’ye gelecek ve Resûl-i Ekrem Efendimizle görüşmek isteyecektir.

Kâinatın Efendisiyle görüşen Halîme, kendisine yurdundaki kıtlık ve ku­rak­lıktan şikayet eder. Zengin ve zengin olduğu kadar da kadîrşinas ve ha­yır­sever olan pâk zevcesi Hz. Hatice, derhal Halîme’ye kırk koyun, binmek ve yüklerini taşımak için bir de deve verir.

Yine bir hayır ve vefa örneği: Efendimizin süt kardeşlerinden biri de Şeyma idi. Sa’doğulları yurdunda, Şeyma ile çok tatlı günler geçmişti.

Bu tatlı hatıralardan seneler sonra, Huneyn Savaşı’nda, Şey­ma da, Müslü­manlar tarafından alınan esirler arasındaydı. Şey­ma, ken­disini tanıtınca, bir kız kardeşe gösterilmesi gereken alâkanın en üstününe Peygamber Efendimiz tara­fından mazhar oldu.

Peygamber Efendimiz, Sa’doğulları yurdunda sütanne Halîme’­nin yanında geçen günlerinin hatıralarını ashabına zaman zaman anlatır ve şöyle derdi:

“Ben, aranızda en halis Arabım. Çünkü Ku­reyşliyim. Aynı zamanda, Benî Sa’d b. Bekir yanında süt emdim ve li­sanım da onların lisanıdır.”[2]

Peygamber Efendimiz Annesinin Yanında

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, süt annesi Halîme tarafından annesi Hz. Âmine’ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı.

Takvim yaprakları, Milâdî 575 yılını gösteriyordu.

Aziz annenin kalbine, henüz evliliklerinin ilk aylarında ebedî âleme göç eden kocası Abdullah’ın ayrılık acısı, ızdıraptan bir yumak gibi oturmuştu. Bu ızdırabı az da olsa hafifleten tek teselli kaynağı vardı: Biricik oğlu Muhammed ﷺ.

Hz. Âmine, olanca şefkat ve muhabbetiyle nur yavrusunu sarmaya çalışı­yor, ona babadan yetim kalışın da acısını bu şekilde hatırlatmamaya gayret edi­yordu!

Peygamber Efendimiz, Mekke’deki mütevazı evin ışığıydı, bereketiydi, gülüydü, huzur ve sevinci idi. Bu küçük yaşta bile annesine yardım etmekten asla geri durmuyordu. Hele, temizliğe dikkat edişine aziz annesi hayrandı!

O, sadece annesine karşı değil, tanıdıklarının hepsine karşı yardımsever ve hürmetkâr idi. Arkadaşlarının yardımına koşmaktan zevk alırdı. Bu sebeple, arkadaşları da onu sever, sayar ve kendisiyle gezip dolaşmaya adeta can atar­lardı.

Evet, Cenab-ı Hak, peygamberlik yüksek ve kutsî vazifesiyle me­mur ede­ceği resûlünü, böylece en güzel şekilde büyütüyor ve en mükemmel surette terbiye ediyordu!

Baba Kabrini Ziyaret

Kâinatın Efendisi, altı yaşında.

Bu sırada Hz. Âmine’nin içine Medine’yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı; Ab­dül­mut­ta­lib’in annesi tarafından kendilerine dayı gelen Adiyy b. Neccaro­ğullarını görmek, hem de orada medfun bulunan bahtiyar kocasının kabrini zi­ya­ret etmekti.

Bu maksatla hazırlıklar yapıldı. Günü gelince Mekke’den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen’le birlikte hareket etti. Âmine’nin âlemi şen ve neşeli ol­ması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşma­yacakmış gibi, tekrar tekrar dönüp Mekke’ye bakıyordu!

Mevsimin en sıcak günlerinde yaptıkları yorucu bir yol­cu­luktan sonra Me­dine’ye vardılar. Efendimizin dayısı oğul­larından Nabi­ga’nın evine indiler.

Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına göz­yaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları, Abdullah’ın kabrinin toprağını bol bol su­ladı.

Peygamber Efendimiz de, ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da, muhterem pede­rinin kabrine damla damla gözyaşı serpti.

Sanki bu damlalar, Hz. Abdullah’a bir gül demeti yerine tak­dim ediliyordu!

PEYGAMBERİMİZİN, YAHUDİ ÂLİMLERİNİN DİKKATİNİ ÇEKMESİ

Medine’de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Üm­mü Eymen’le kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhanî kı­yafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler. Peygamberi­miz, bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.

Yahudiler, geçip gitmediler ve Ümmü Eymen’e yaklaşarak sordular: “Bu ço­cuğun adı nedir?”

Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak, “Niçin soruyorsunuz?” de­di.

Adamlar itimat telkin eder konuştular: “Bizim tanıdığımız bir çocuğa ben­ziyor da onun için sorduk. Lûtfen söy­ler misiniz, onun adı nedir?”

Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kim­se­ler olmadığı kanaatine varınca, “Onun adı Ahmed’­dir” dedi.

İki Yahudi, bu cevap üzerine, aradıklarını bulmuş gibi bir­birlerine tebes­sümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri, Ümmü Ey­men’e yalvardı: “Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?”

Ümmü Eymen, tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin isti­yor­lar­dı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izale etti:

“Bizler” dedi. “İyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye za­rar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden, çağırmanı istiyoruz.”

Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Pey­gamberi­mizle birlikte çıkıp geldi.

Peygamberimizi görür görmez iki Yahudi de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sır­tını açtılar, baktılar.

Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Biri­nin diğe­rine şöyle dediğini, Ümmü Eymen duydu:

“İşte, bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu şehir de onun hic­ret ede­ce­ği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler ola­cak­tır.”[3]

Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler.

Yine rivayete göre Resûl-i Ekrem Efendimiz yüzmeyi, bu ziyareti esnasında Benî Neccâr Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.[4]


___________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 176.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 176; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 113; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 96.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c, 1, s. 116.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 116.