Ku­reyş müşrikleri, Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan kaldır­mak için kat’î karar almışlardı ve bunun için faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne hicret emrini verdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin gel­diği haber verilence, Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve “Vallahi, Re­sû­lul­lah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var!” diye konuştu. Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Ne haber var?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Me­di­ne’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatinle şereflenecek miyim yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz “Evet…” deyince, gönlüne sürur, gözlerine sevinç gözyaşları doldu.

Hz. Âişe, “O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını gör­memiştim!”[1]diyerek, muhterem babasının o andaki sevincini dile getirmek is­temiştir.

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk et­mek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde dur­masıyla tanınmış biri olan Abdullah b. Üreykit’le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından ayrılarak Hâne-i Sâadetine döndü.[2]

Hz. Cebrail’in İhbarı

Bu sırada vahiy meleği Cebrail (a.s.) gelip, Peygamber Efendimize müşrik­lerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:

“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve “Yatağımda bu gece yat, uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç­bir zarar erişmeyecektir!” dedi.

Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.

Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakabını verdikleri Resûl-i Kibriya Efen­dimize, son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan kork­tukları için ona teslim ederlerdi. Ku­reyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak birçok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emanetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye emretmekle, bir kere daha büyüklüğünü ve emanete sadâkatini ortaya ko­yuyordu.

Pey­gam­be­ri­mizin Evinin Kuşatılması

Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriya Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçle­rinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye b. Halef gibi azılıları ve elebaşıları da var­dı. Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en âdisi sayılırdı!

Pey­gam­be­ri­mizin Hâne-i Saadetinden Çıkması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i Saadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu görmedi ve içlerinden çı­kıp gitti.

Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı; “Bu­rada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.

“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza top­rak saçıp içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele bir kere üstünüze başı­nıza bakınız!” diyerek, gözü dönmüş katillerle adeta alay etti!

Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördü­ler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hâne-i Saadetin içe­risine baktılar. İçeride birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor!” diyerek beklemeye devam ettiler; ta ortalık ağarıncaya kadar!

Sabahleyin Resûl-i Kibriya Efendimiz yerine Hz. Ali’­nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve “Vallahi, bize söylenen doğru imiş!” dediler.

Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.

Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince, hayrette kalıp ne yapacaklarını şaşır­dılar.

Cenab-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği ayet-i celîlede şöyle buyurdu:

“Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya seni öldür­me­leri yahut seni (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuru­yor(lar)du. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tu­zak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.”[3]

SEVR MAĞARASINA GİDİŞ

Hâne-i Saadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz. Ebû Be­kir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağar­cığa bir miktar azık kondu.

Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir, evin arkasındaki küçük ka­pıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki, güneybatısına düşen, şehre üç mil (takriben bir saat) uzaklıkta bulunan Sevr dağına doğru yol aldılar.

Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriya Efendimizin kâh önüne ge­çerek yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebû Bekir! Niçin böyle yapı­yorsunuz?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için yâ Re­sû­lal­lah!” diye ce­vap verdi.

 
Sevr Dağı Sevr Mağarası
Sevr Dağı Sevr Mağarası

 

Hz. Ebû Bekir’i Yılanın Sokması

Cuma gecesi Sevr mağarasına vardılar.

Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri temizleyip dü­zeltti. Mağaradaki delikleri, izarını yırtarak tıkadı. İzarı yetmeyince, geriye ka­lan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeriye davet et­ti. Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübarek başını Sıd­dık-ı Ek­ber’in dizine daya­yarak uyudu.

Az sonra, Hz. Ebû Bekir, deliğe dayadığı ayağında müt­hiş bir acı hissetti. Yı­lan ısırması olduğunu anladı. Fakat delikten ayağını çekmedi. Hatta Kâina­tın Efendisi uykudan uyanabilir diye yerinden bile kımıldanmadı! Canı öyle­sine acıdı ki gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının birkaç dam­lası mübarek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriya Efendimiz uyandı ve “Ne var yâ Ebû Bekir?” diye sordu.

Sadâkat timsâli Hz. Ebû Bekir, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ayağımı bir şey sok­tu. Ama mühim değil! Anam babam sana feda olsun!” diye cevap verdi.

Resûl-i Kibriya, yılanın soktuğu yeri mübarek tük­rü­ğüy­le mes­hetti. Allah’ın lûtfuyla acı derhal kayboldu ve Sıd­dık-ı Ekber şifa buldu.

Örümceğin Ağ Germesi, Güvercinlerin Yuva Kurması

O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.[4]Bu hayvanlar, Resûl-i Kibriya ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Ku­reyş’e karşı korumak için nöbettarlık etmeye başlıyor­lardı!

Mekke’nin Köşe Bucak Aranması

Resûl-i Kibriya Efendimizi Hâne-i Saadetinde bulamayan müşrikler, fazla­sıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya ko­yuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büsbütün öfke­lendiler.

Mekke’de Resûl-i Kibriya Efendimizi bulamayınca, bu se­fer tellal çağırttılar: “Muhammed’i veya Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veri­riz!”

İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilanı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına çıktılar ve etrafta ko­şuşturmaya başladılar.

Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takip edici de almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Be­kir’in izlerini buldular. Takip ede ede ge­lip Sevr dağının eteklerine dayandılar.

İzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir! İz burada kesiliyor!”

İçlerinden bir kısmı, Ümeyye b. Halef’le beraber mağaranın ağzına kadar gel­diler.

Hz. Ebû Bekir’in Hüznü

Bu sırada Sevgili Pey­gam­be­ri­miz ile Hz. Ebû Bekir onları görüyor, fakat müş­rikler onları göremiyorlardı.

Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, ni­hayet bir ferdim. Ama, Allah göster­mesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep olur!”

Resûl-i Kibriya, kemâl-i emniyet içinde,ا“Üzülme, Al­lah bizimle beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.

Hz. Ebû Bekir yine “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Onlardan birisi eğilip de ayakla­rı­nın dibinden bir bakıverse, bizi görür!”

Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emin ve mütevekkil bir şekilde, “Yâ Ebû Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkıbetin ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”[5]buyurdu. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferah­lığa kavuşması için Cenab-ı Hak­k’a dua etti.[6]

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde bu hadiseye şu ayetiyle işaret eder:

“Eğer siz ona (Resûlüme) yardım etmezseniz, (hatırlayın ki) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki Re­sû­lul­lah (ancak) ikinin ikincisin­den ibaretti (bir tek yanında Ebû Bekir vardı). O zaman onlar, (Sevr dağının tepe­sindeki) mağaradaydılar. Peygamber o vakit arkadaşına, ‘Mahzun olma! Allah, hiç şüp­he yok, bizimle beraberdir’ diyordu. Allah o (arkadaşının) üze­rine (kalbine) sekînetini (kuvve-i mânevîyesini) indirmiş, onu (ha­bi­bini) gör­mediğiniz (mânevî) ordularla teyit etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) al­çaltmıştı. Allah’ın kelimesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”[7]

Örümcek ve Güvercinlerin Nöbettarlığı

Sevr mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, “Şu mağarayı da arayalım” dediler.

Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ek­ber duyuyorlardı.

İçlerinden biri mağaranın ağzına geldi; fakat içeri girip bakma lüzumu his­setmeden geri döndü.

“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.

“Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Ora­da olduklarına asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.

Azılı müşrik Ümeyye b. Halef ise, arkadaşlarına hiddetli hid­detli şöyle ses­lendi:

“Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaatindeyim!”[8]

Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.

Böylece Cenab-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabanî güver­cinle, Sevgili Resûlünü bütün Ku­reyş’e karşı korumuş oluyordu!

Mağarada Geçen Günler

Perşembe günü geceleyin Sevr mağarasına, Hz. Ebû Bekir’le birlikte giren Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, Cuma, Cumartesi ve Pazar gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri, tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zar­fında, onların Mekke civarından uzak­laşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.

Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, al­dığı tâlimat üzere gündüzleri Ku­reyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştukla­rını, neler düşündüklerini öğ­rendikten sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekrem’e haber veriyordu. Geceyi oraya geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu.

Diğer taraftan, Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir b. Fuheyre de, o civarda ko­yunla­rını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt gö­türüyordu.

Böylece, üç gün üç gece hayat da geride kalmış oluyordu. Ku­reyşlilerin Re­sûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki ara­ma tara­maları da bir derece gevşe­mişti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den getirdiği haber bu meyandaydı!

Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah b. Üreykit de, kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de ya­nında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr dağının eteğinde gö­ründü.

Hz. Esmâ’nın Yol Azığı Getirmesi!

Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun ke­silmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.anha), bunu bir dağarcığa ko­yup bir tulum suyla birlikte mağaraya getirdi.

Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi unut­muştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak bir şey bula­mayınca belindeki kuşağı yırtıp iki parçaya ayır­dı. Bir parçasıyla yemek dağar­cığının, diğer parçasıyla su tulumunun ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya cennette iki kuşak var!” buyurdu.

Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-Nıtakayn [İki Kuşak Sahibi]” denilmiş­tir.[9]

SEVR MAĞARASINDAN AYRILIŞ!

Rebiülevvel ayının dördüncü Pazartesi günü idi.

Mağaradan hareket saati gelmişti.

Hz. Ebû Bekir, iki devesinden en üstün olanını Resûl-i Kibriya Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah, buyur bin!” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem!” diye karşılık verdi.

Hz. Ebû Bekir tekrar, “O senindir! Babam anam sana feda olsun, buyur bin!” dedi.

Resûl-i Ekrem, yine “Binmem” dedi. “Satın aldığın bedeli bana söyleme­dik­çe binmem!”

Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiyatını söyledi ve Pey­gam­be­ri­miz de onu kabul etti.

Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir, yolda ken­dilerine hizmet etsin diye terkisine azatlı siyah kölesi Amir b. Füheyre’yi de aldı.

Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah b. Üreykit önlerine düştü. Sevr mağarasından ayrıldılar.

Pey­gam­be­ri­mizin Mekke’ye Hitabı

Resûl-i Kibriya Efendimiz, doğup büyüdüğü mübarek şehirden ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini durdurdu. Kutsî bel­deye mahzun mahzun baktı ve “Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en ha­yırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım”[10]diyerek ona olan sevgisini dile getirdi.

Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, Habib-i Edibini teselli eden şu ayeti inzal bu­yurdu:

“Elbette, o Kur’an’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye) döndürecektir!”[11]

Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle Medine’ye doğ­ru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takip edildi. Önce, güney istikame­tinde Kızıldeniz’e yakın Tiha­me’ye gittiler. Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl için­den sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup din­len­me­den deve sırtında yol ka­tettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze din­lenmek için konakladılar. Peygamber Efendimiz, isti­ra­hate çekildi. Hz. Ebû Be­kir ise, başında bir muhâfız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz gezdi­ri­yordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem uyanınca kendisine takdim etti. Efen­dimiz kanasıya içti.[12]

Sütsüz Keçinin Süt Verişi

Yolculuk esnasında garip hadiseler cereyan ediyordu.

Yanına varıp süt istedikleri bir çoban onlara, “Yanımda süt verecek şu keçi­den başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi” dedi.

Resûl-i Kibriya’nın şifalı ve bereketli eli keçinin memelerine uzandı. Müba­rek elleriyle, onları sığadı ve dua etti. Memeler, ânında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.

Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye kadar se­nin gibisine rastlamadım!” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim oduğumu söylerim; ama gördüğünü, duy­duğunu gizli tutmak şartıyla!” dedi.

Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem Efendimiz, “Ben, Allah’ın Resûlü Muhammed’im!” buyurdu.

Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek, Ku­reyş’in ‘Yo­lunu sapıttı!’ de­diği zât sensin, öyle mi?” dedi.

Peygamber Efendimiz, “Onlar böyle söylüyorlar!” buyurdu.

Bunun üzerine çoban, “Ben şehâdet ederim ki sen bir peygambersin! Getir­diğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir peygamber yapabilir! Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada İslamiyetle şereflendi.

Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat Resûl-i Ek­rem Efendimiz, “Senin buna bugün gücün yet­mez. Benim muvaffak olduğumu haber aldığın zaman bize gel, katıl” buyurdu.[13]

Kısır Keçinin Süt Vermesi

Fahr-i Âlem Efendimiz, beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri olan Ku­deyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Mâ­bed’in çadırı önünden geçer­ken, sa­tın almak maksadıyla, “Hur­ma veya yiyecek başka bir şey var mı?” diye sor­dular.

Ebû Mâbed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Mâ­bed, “Hayır, yiye­cek bir şey yok” diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zayıf bir keçi gördü. “Bunda süt yok mu?” diye sordu.

Ümmü Mâbed, “Onun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” diye cevap verdi.

Peygamber Efendimiz, “İzin verirsen sağarım” dedi.

Ümmü Mâbed, sürüyle otlamaya gidemeyecek kadar zayıf olan keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat misafire “Olmaz” deme­nin uygun düşmeyece­ğini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt bulursan sağıver!” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve me­mesini de mübarek eliyle meshetti. Sonra, “Bismillahirrah­mâ­nir­rahîm” diyerek dua etti. Daha sonra, “Bir kab getiriniz, sağınız” buyurdu.

Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu!

Peygamber Efendimiz, önce Ümmü Mâbed’e, sonra da orada bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti. Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Mâbed’e bıraktılar.

Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.

Az sonra, Ebû Mâbed geldi. Kab içindeki sütü görünce, “Bu ne?” diye sor­du.

Ümmü Mâbed, “Buraya mübarek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi, keçiyi böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilâtıyla anlattı.

Ebû Mâbed, “Bunda bir hikmet var! O zâtın şekli ve siması nasıldı?” diye sor­du.

Ümmü Mâbed, “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurani yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve şemâilini birer birer beyan etti.

Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiğin zât, Ku­reyş içinde zuhur eden peygamberdir! Eğer ben burada bu­lunsaydım ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan dilerdim!”[14]

Re­sû­lul­lah’tan “Bu keçiyi (veya koyunu) kesme” diye de emir alan Ümmü Mâbed demiştir ki:

“Re­sû­lul­lah’ın memesini meshettiği o keçi (veya koyun) Hz. Ömer’in hilâfe­tinde meydana gelen, Hicret’in 18. yılındaki kıtlık ve kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu sabah ve ak­şam sağardık!”[15]

Süraka’nın Başına Gelenler

Ku­reyş’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vadettiği, Kinâne ka­bilesinden olup o havalide yaşayan Benî Müd­lic aşireti tarafından da du­yul­muştu. Sahil yolundan iki deveyle dört kişinin geçip gittiğini de işitmiş­lerdi.

Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Süraka b. Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak, Resûl-i Ekrem Efendimizi takibe koyul­muştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atıyla gittikçe Resûl-i Ekrem Efen­dimiz ve beraberinde­ki­lere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir, Süra­ka’nın geldiğini görünce telâşlandı.

Peygamber Efendimiz, mağarada dediği gibi, “Üzülme, Allah bizimle bera­ber­dir” dedi ve dönüp Süraka’ya baktı. Süra­ka’nın atının ayakları bir anda diz­le­rine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine atının ayakları ye­re saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin!

“Yâ Muhammed!” dedi. “Dua et, kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Seni takip edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim!”[16]

Server-i Kâinat Efendimiz dua etti. Cenab-ı Hak, duasını kabul etti ve Süra­ka’yı o müşkîl durumdan kurtardı.

Süraka, Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İleride İslamiyetin her tarafa hâkim olacağı mülâhazasıyla bir emanname istedi. Re­sûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine yazılı bir emanname verdi.

Bir rivayete göre, bu emannameyi Hz. Ebû Bekir,[17]diğer bir rivayete göre ise Âmir İbni Füheyre yazdı.[18]

Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’ın peygamberi! Emret, istediğini yapa­yım!” dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki başkası gel­me­sin!” diye ferman etti.

Peygamber Efedimizden bu tâlimatı alan Süraka, derhal geri döndü. Arka­dan gelen Ku­reyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bu­lamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi.[19]

Kaderin tecellisine bakınız ki günün başlangıcında Sevgili Pey­gam­be­ri­mizi ele geçirmek veya öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Süraka, günün so­nunda aynı zâtın bir muhâfızı oluyor ve onu düşman takipçilerden korumaya çalışıyor!

Sonraları Ebû Cehil, Süraka’nın bu haline vâkıf olunca, pek ziyade gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek, hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.

Mucize-i Ahmediyye’ye şahit olan Süraka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin!” kıt’asıyla cevap verdi.[20]

Aynı Süraka, Hicret’in 8. senesinde Resûl-i Ekrem Efen­dimizin Huneyn Ga­zâ­sı’ndan dönüşü sırasında huzur-u risâlete eman­na­mey­le gelecek ve İslami­yet­le müşerref olup, Pey­gam­be­ri­mizin iltifatına mazhar olacaktır!

Bir Çoban

Süraka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu!

Bu sırada onları bir çoban gördü. Ku­reyş’e haber vermek üzere son sürat Mekke’ye geldi. Fakat şehre girer girmez ne için geldiğini birden unutuverdi! Ne kadar çalıştıysa bir türlü hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra an­ladı ki ona unutturulmuş![21]

Hz. Zübeyr’in Pey­gam­be­ri­mizle Karşılaşması

Hz. Zübeyr b. Avvam, Şam ticaret kafilesiyle Medine’den Mekke’ye git­mekte idi. Yolda Resûl-i Kibriya Efendimizle karşılaştı. Pey­gam­ber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz Şam maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlar­dan birinin, “Re­sû­lul­lah ve arkadaşları geciktiler” dediğini haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, hareketini süratlen­dirdi.[22]

Mekke’ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr b. Avvam da Me­dine’ye hic­ret etmiştir.

Büreyde’nin Müslüman Olması

Deve sırtında süratle yol alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkiye ulaştı.

Sehmoğulları yurdu buraya yakın idi. Reislerinden Bü­reyde b. Husayb, Ku­reyş’in yüz deve vaadini işitmiş olduğundan yanına seksen kadar adamını da alarak gelip Peygamber Efendimize kavuştu.

Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin?” diye sordu.

“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.

Pey­gam­be­ri­miz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:

“Eslem kabilesindenim” cevabını verdi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek, “Yâ Ebâ Bekir!” dedi. “Selamete erdik!”

Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.

Büreyde, “Sehmoğullarındanım” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz, Hz, Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Be­kir! Okun çıktı” bu­yurdu.

Fahr-i Kâinat, kat’iyyen tatayyur[23]etmezdi. Yalnız güzel şeylerde, hase­nat­ta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için Bü­rey­de’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.

Bu sefer Fahr-i Kâinat’ın akvâl ve etvarındaki metanet ve ağırbaşlılığa, lisa­nındaki düzgünlüğe musahhar ve hayran olan Bürey­de, “Peki, ya sen kimsin?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “Ben, Ab­dül­mut­ta­lib’in oğlu Abdullah’­ın oğlu Mu­ham­med’im ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu İslam’a davet etti.

Büreyde, davete derhal icabet etti ve beraberindekilerle birlikte şehâdet ke­li­mesi getirerek Müslüman oldu.[24]

Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.

Sabah olunca Büreyde, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen doğru olmaz!”

Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Me­dine’ye girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.

Resûl-i Kibriya Efendimiz Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât, bir mem­lekette vefat edecektir. O, kıyamet gününde, o memleketin nuru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuştur.[25]

Hakikaten Büreyde Hazretleri, İslam uğrunda büyük fedakârlıklarda bu­lundu, İslam mücahitleriyle Horasan’a kadar gitti ve Merv’de vefat etti.[26]


______________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 128-129.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 128-129; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 227-228; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332; Taberî, Tarih, c. 2, s. 245; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181.
[3] Enfâl, 30.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 228; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 182.
[5] Müslim, Sahih, c. 7, s. 106; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 4.
[6] İsfahanî, Delâil, s. 278.
[7] Tevbe, 40.
[8] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 260.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 131; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 229; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 332; Taberî, Ta­rih, c. 2, s. 247.
[10] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 181; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 176.
[11] Kasas, 85.
[12] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; İsfahanî, Delâil, s. 279.
[13] İsfahanî, a.g.e., s. 279.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 230-231; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 259; İbn Sey­yid, a.g.e., c. 1, s. 188.
[15] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 220.
[16] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 134; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 232; Buharî, Sahih, c. 2, s. 332-333; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 1, s. 184-185.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 135; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[18] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333; İbn Seyyid, a.g.e., c. 1, s. 185.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 232; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 219-22; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 687.
[20] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[21] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 145.
[22] Buharî, Sahih, c. 2, s. 333.
[23] “Tatayyur”, eşya ve hadiseler ile bilhassa kuşların uçuş tarzları ve ötüşleri ile te­şe­üm etmek, yani uğursuz saymak demektir.
[24] İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 241-242; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4, s. 471; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 176.
[25] İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 176.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 242; İbn Esir, a.g.e., c. 1, s. 175.