Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûl-i Ekrem Efendimizi İslam’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de, yaptıkla­rına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.

Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inanç­larımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, ba­balarımızın, dedelerimizin yan­lış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yap­maktan ve söylemekten alı­koy veya ara­dan çekil.”[1]

Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih ede­cekti?

Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.[2]

Ebû Tâlib’e İkinci Şikayet

İlk şikayetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Tâlib’e tekrar başvurdular: “Ey Ebû Tâlib! Sen, bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden bi­risin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik; fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık bundan sonra onun babalarımızı, dedele­rimizi kötülemesine, bizi akıl­sızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulun­ma­sına asla tahammül edemeyiz! Sen, ya onu bunları ya­pıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok olun­caya kadar onunla da, seninle de çarpışırız!”[3]

Ebû Tâlib, tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı: Kavmi tarafından terk edilmek istemez­di; ama yeğeni Kâinatın Efendisinden de vazgeçemezdi! O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, Re­sûl-i Ekrem’i ﷺ yanına çağırarak, yalvarırcasına, “Kardeşimin oğlu! Kav­minin ileri gelenleri bana baş­vurarak, senin onlara dediklerini bana arz et­tiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağı­mız işleri üzerimize yükleme! Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten ar­tık vaz­geç!”[4]dedi.

Durum, oldukça nâzikti. Bir bakıma, o güne kadar kav­mi içinde kendisine yegâne hâmîlik eden, Ebû Tâlib’ti. O da mı himâyeden vazgeçecekti?

Bu teklifle karşı karşıya kalan Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, bir müddet mah­zun mahzun düşündü. Sonra, hakikî muhâfızının Cenab-ı Hak olduğunu bil­menin gönül rahatlığı içinde amcasına ce­vabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu: “Bunu bilesin ki ey amca! Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol eli­me verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâ­kim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!”[5]

Öz amcasının kendisini terk edeceği endişesini duyan Peygamber Efendi­miz, bu cevabını verirken gözyaşlarını tutamamıştı. Mübarek gözyaşları, sanki amcasının gönlüne damlıyordu! Bu halini gören amcası, onu nasıl yalnız ba­şına bırakabilirdi? Zâtına karşı böy­lesine muhabbet bes­lediği yeğenini nasıl terk edebilirdi?

Yıkılmayan bir iradeye sahib Resûl-i Kibriya’nın davasını haykırmaktan asla vazgeçmeyeceğini anlayan Ebû Tâ­lib, “Yeğenim benim!” diyerek boynuna sarıldı ve “İşine de­vam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla herhangi bir şey­den dolayı kimseye teslim etmeyeceğim!”[6]diye konuştu.

Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Tâlib’in yeğinini her şeye rağmen ko­ruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle an­ladılar.

Ebû Tâlib’e Başka Bir Teklif

Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidayete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Baş­ka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Tâlib’e başvurarak şu teklifte bulundular:

“Ey Ebû Tâlib! Sana Ku­reyş gençlerinin en güçlü, en kuv­vetli, en yakışıklısı ve akıllısı olan Umâre b. Velid’i verelim; kendine evlat edin. Aklından, yardı­mından istifade edersin. Buna karşılık sen de bize, kardeşinin oğlunu teslim et, öldürelim! İşte, sana adam karşılığında adam! Daha ne istersin?”

Ebû Tâlib, bu mantıksız teklife, “Önce siz bana kendi oğullarınızı verirsiniz, onları ben öldürürüm; ancak sonra onu size verebilirim!” diye cevap verdi.

Bu teklifi müşrikler tepkiyle karşıladılar. “Bizim çocuklarımız” dediler. “Onun yaptıklarını yapmıyorlar ki!”

Ebû Tâlib, bu sözlerini de cevapsız bırakmadı ve sert bir dille, “Vallahi o, si­zin çocuklarınızdan çok çok daha ha­yırlıdır. Siz bana çok çirkin bir teklifte bu­lunuyorsunuz! Nasıl olur? Siz, oğlunuzu bana yetiştirmek üzere vereceksi­niz, benimkini ise öldürmek için alacaksınız! Buna asla müsaade edemem!”[7]diye konuştu.

Müşriklerin kin ve nefretleri artık son haddine varmıştı. Bu nefret ve kinleri bundan böyle sadece Re­sû­lul­lah ve Müslümanlara değil, Ebû Tâlib’e de yönel­miş oluyordu!

Kaderin garip tecellisine bakınız ki müşriklerin Ebû Tâlib’e karşı menfi tavır takınmaları, Hâşimoğullarının, Resûl-i Ekrem’i himâyelerine almalarına vesile oldu. Himâ­yeden sadece biri kaçındı: Ebû Leheb!

Bu arada, Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını topladı ve Resûl-i Ekrem’in korun­ması hususunda dikkatli olmalarını tenbihledi.

Ebû Tâlib’in bu tarz vaziyet alışı, Ku­reyş müşriklerini şu kesin karara sev­ketti:

Allah Resûlünün hayatına son vermek!

Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram’a toplandılar. Bu­nu duyan Ebû Tâlib, Hâşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal on­larla Kâbe’ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi. “Vallahi” dedi. “Yeğenim Muhammed’i öldürecek olur­sanız, biliniz ki sizden hiç kimse sağ kalmaz! Biz de, siz de bu yolda helâk olun­caya kadar peşinizi bırakmayız!”

Ebû Tâlib’in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan da­ğıl­dılar.

Ebû Tâlib, konuşmasının sonunda Kâinatın Efendisi hak­kında şöyle di­yordu:

“Mübarek yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur niyaz edilen böyle bir zât hiç bırakılır mı? O, öyle bir kerem sahibidir ki yetimler onun eline bakar, dullar ve yoksullar ona güvenir. Hâşimoğulları ailesinin yoksulları ona sığınır­lar. Hâşimoğulları, onun sâyesinde nimetlere eriş­mişlerdir.

“Ey Ku­reyş topluluğu! Beytullah’a yemin ederim ki siz onu yalanlamakla aldanıyor ve boş hayallere kapılıyorsunuz. Muhammed hakkındaki suikastiniz ise, biz onun çevresinde pervaneler gibi dönüp uğrunda çarpışmadıkça ger­çekleşir mi sanıyorsunuz? Hepimiz onun çevresinde serilip yok olmadıkça, ço­luk çocuklarımızı bize unutturacak fedakârlıklarla onu müdafaa etmedikçe si­ze bırakmayız!”[8]

Müşriklerin Yeni Tertipleri

Bütün bu olup bitenlerden sonra, Ku­reyş müşrikleri, Peygamber Efendimi­zin baskılarla, zulüm ve tahakkümlerle, eziyet ve işkencelerle kendilerine bo­yun eğmeyeceğini anlamışlardı.

Bu sebeple, yeni yeni plânlar tertiplemeyi, yeni yeni isnat ve iftiralar uy­dur­mayı tasarladılar. Hedef, Resûl-i Ekrem Efendimizin yüce şahsiyetini (hâşâ) na­zarlarda küçültmek, ulvî maksat ve gayesinin insanlarca duyulmasına engel ol­maktı!

Bu maksatla, hürmet ettikleri büyüklerinden biri olan Velid b. Muğîre etra­fında toplandılar. Günden güne gelişen, gönüllere saadet bahşeden iman, İs­lam davası ve onun temsilcisi olan Resûl-i Kibriya Efendimiz hakkında ko­nuş­maya başladılar.

Fikir babalarından biri olan Velid b. Muğîre, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına, “Ey Ku­reyşliler!” dedi. “İşte, hac mevsimi de gelip çattı. Arab kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Mu­hakkak onlar, şu adamımız Mu­hammed’in meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir; ta ki aramızda ihtilâfa düşmeyelim.”

Bu, kurnazca bir teklifti: Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri, el­bette onları ina­nılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı; dolayısıyla, gelen halk üzerinde de pek te­sir­li olamayacaklardı.

Ku­reyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususun­da da dinlemek iste­diler. “Sen” dediler. “Bize bu husus­taki görüşünü, ka­na­atini ve tedbirini de söyle; biz de ay­nısını söyleyelim ve aynı şekil­de hareket edelim!”

Fakat Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğren­mek istiyordu!

Ku­reyş müşikleri fikirlerini beyan ettiler: “‘Kâhindir’ de­riz.”

Velid bu fikirlerine katılmadı. “Hayır…” dedi. “Vallahi, o, bir kâhin değil­dir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanış­ları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da… Ama biz Muhammed’in hiçbir yalanını görmedik ki!”

Müşrikler, “O halde ‘Mecnun [deli]’ diyelim!” dediler.

Velid, bu görüşe de itiraz etti. “Hayır…” dedi. “O, mecnun da değildir. De­lileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hali, bir delininkine asla benzemiyor!”

Topluluktan üçüncü teklif geldi: “Öyle ise ‘Şâirdir’ deriz!”

Velid, bu görüşü de doğru bulmadı. “Hayır… O, şâir de değildir. Biz, şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu, bun­ların hiçbirine benzemez!”

“O halde ‘Sihirbaz [büyücü]’ deriz!”

Bu fikir de Velid tarafından makbul sayılmadı. “Hayır, hayır! O, sihirbaz da değildir. Biz hem sihirbazları, hem de yaptıkları sihirlerini görmüşüzdür. Onun okudukları, ne sihirbazların okuyup üfledikleridir, ne de düğümleyip bağladıkları…” diye konuştu.

Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid’e havâle ettiler. “O halde, ey Abdüşşems’in babası, ne diyeceğimizi sen söyle!” dediler.

Velid’in konuşması şaşırtıcı oldu. “Vallahi” dedi. “Onun sözlerinde apayrı, bambaşka bir tatlılık vardır. Onun okuduğu sözden tatlı söz olamaz! O bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı vardır ki sanki kökü çok verimli toprakta, suyu bol bahçelerde yükselen, dalları ise etrafa uzanan gür meyveli bir hurma ağa­cıdır o!”

Müşrikler, bu ifadelerden telâşa kapıldılar: Yoksa, akıl danıştıkları ve fikir babalarından biri saydıkları Velid de mi Müslüman olmuştu? Hele, kendilerini terk edip evine dönmesi, telâş ve endişelerini bütün bütün artırdı. Öyle ki “Velid, dininden döndü!” diye söy­lenmeye bile başladılar.

Ancak Velid’in dininden döndüğü filan yoktu. Hangi it­ham ve iftiranın da­ha uygun olacağını düşünmek için evine çekilmişti! Kararını verdikten sonra, geri dönüp Ku­reyşlilere şöyle dedi:

“Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleri­niz içinde yine akla en yakın olanı, ona ‘Sihirbaz’ demenizdir; çünkü o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki o söz evlatla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor!”[9]

Bu görüş etrafında birleştiler. Artık Peygamber Efendimize (hâşâ) “Sihir­baz” diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisin­den uzak tutmaya çalışa­caklardı!

Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimelerde, Velid b. Mu­ğî­re’nin bu kurnazca tedbir ve plânından, “Kahrolası, ne biçim (söz) uydurdu!” buyurarak bahsedi­yor ve âkıbetini de şöyle ilan ediyordu:

“Ben de muhakkak onu [Velid b. Muğîre’yi] cehenneme sokacağım!”[10]

Kâinatın Efendisi, müşriklerin iddia ettiği gibi, bir kâhin değildi; çünkü kâ­hinin sözleri karışık ve tahminîdir. Hâlbuki, onun söyledikleri, hak ve hakikat idi; her selim aklın tasdik ettiği gerçeklerdi; karışıklıktan, tahminden uzak, ke­sinlik ifade eden sözlerdi.

O, iddia edildiği gibi bir mecnun da değildi; çünkü yalnız dostları değil, en azılı düşmanları bile, yeri geldikçe, aklının mükem­mel­liyetine şehâdet ediyor­lardı.

Server-i Kâinat, iddia ettikleri gibi, bir şâir de değildi; çünkü onun bahset­tiği parlak, nurlu hakikatler, şiirin hayallerinden berî ve süslemelerine muhtaç olmaktan uzak idi!

Cenab-ı Hak, müşriklerin bütün bu iftira, isnat ve tertiplerinden sonra in­dirdiği vahiyle Resûlüne şöyle hitap etti:

“O halde ey Resûlüm! Sen, öğüt ve nasihate devam et! Çünkü sen, Rabbinin (nübüvvet ve İslam) nimeti sâyesinde ne kâhinsin, ne de mecnun…”[11]


_______________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 283-284; İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 473.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 473.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, Tarih, c. 2, s. 218; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 284; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Kesir, a.g.e., c. 1, s. 474.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 285; Taberî, Tarih, c. 2, s. 220; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 475.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 285; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 202; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 220; İbn Ke­sir, a.g.e., c. 1, s. 475.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 295.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 288-289; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 512-513.
[10] Müddessir, 19-26.
[11] Tur, 29.