Tarih, 621 olur. Peygamberliğin 12. yılı… Hicret’ten 18 ay önce… Bir gece vakti aniden Hz. Muhammed’in boyutlar ve gökler ötesi bir âleme niteliğini bilemeyeceğimiz fakat zamanın dışına çıkılarak gerçekleştiği anlaşılan bir biçimde yükseltilerek her çeşit nitelik ve nicelikten öte bir şekilde ALLAH’la görüşmesi, varlık katlarını, Cennet’i, Cehennem’i ve geçmiş büyük peygamberleri görmesi şeklinde tanımlanabilecek olan Mi’rac olayının sözü geçen tarihte yaşanmış olması hangi hikmete bağlıdır? Niçin başka herhangi bir zaman değil? Önce kısaca bu sorulara cevap arayalım. Muhammed Hamidullah’a göre Mi’rac’ın hikmeti:
“Semavi mükâfat ve nimetler daima, ALLAH’tan gelen bir takım sınama ve imtihanlardan sonra geçekleşirler. Bütün peygamberlerin kaderinde bu vardır. Adem (Taha,20:120), İdris (Meryem,19:57), İbrahim (En’am,6:75), Yusuf (Yusuf,12:24-33-34), Musa (A’raf,7:143), İsa (Nisa,4:158) peygamberler böyledir. Muhammed de bunlardan ayrı tutulmamıştır. Şöyle ki:
İlahi tebliğ görevine başlamasından itibaren en zor sınamalar altında kalıp ızdırap çekmiş ve güçlüklerin gitgide büyüyüp azgınlaşmasından başka bir gidişat görmemiştir. Fakat ALLAH’a olan inancını ve ALLAH kelimesini (Birdir ALLAH O’dan başka ilah yok ve Muhammed’de O’nun Elçisi!) üstün kılmak için hiçbir çıkar gözetmeksizin mücadelesine devam etme konusunda taşıdığı sarsılmaz kararlılığını daima korumuştu. İman edip etrafına toplaşan sahabelerden büyük kısmı, kendi vatanlarını terk edip Habeşistan’ı yurt edinmişlerdi. Bu sınamaların sonuncusu dehşet saçan bir sosyal boykota uğramalarıydı. Hemen bu badireden çıkıp kurtulunmuştu ki kendine bağlı hanımı ve kudretli amcasının vefatları, adeta O’nun için iki kanadının kırılması olmuştur. Nihayet denediği en sonuncu olanak, Taif’te bulunan uzak akrabaları yanında sığınılacak bir yer aramak olmuştur… Elinde bulunan araç ve olanaksızlıkların getirdiği ümitsizliğe garkolmuş durumda, ALLAH’a olan imanı eskisinden daha da artmış ve kuvvetlenmişti.
İşte tam bu şart ve durumlar ortasında bulunuyorken Muhammed ilahi ödüle layık görülmüştür. En büyük ve ulu mucize gerçekleşmiş ve bununla ALLAH O’nu göğe çekip almış ve kendisini huzuruna kabul etmek suretiyle de şereflendirmiştir.”
Recep ayının 27. gecesidir. Hz. Muhammed o geceyi Kâbe’ye yakın bir yerde bulunan amcasının kızı Ümmü Hani’nin evinde geçirir. Gecenin ilerlemiş bir saatinde bulunduğu evden yakınındaki Kâbe’ye gider ve bir süre tavaf ettikten sonra Hatim denilen yerde tekrar uykuya yatar. Orada uyumakta iken Cebrail tarafından uyandırılır. Kendisine yapacağı yolculuk haber verilir. İlk işlem ve Mirac yolculuğuna da bir hazırlık olmak üzere kalbi (ruhu ve bilinci) bir kez daha, niceliğini bilemediğimiz bir biçimde, iman ve hikmet ile doldurulur. Bu, o yolculuğun koşullarına uyum sağlayabilmesi için gereken bir işlemdir. İlk vahyi alışı öncesi yaşanan melekleştirmeye benzer biçimde maddiliğin ve dünyeviliğin eksik ve yanlışlarından tamamen temizlenmesi sağlanır. Ya da Bediüzzaman’ın deyimiyle, maddesi ve cesedi kalp ve ruhun hayat derecesine yükseltilir.
Sonra o gece yaşayacağı olayların birinci aşamasını oluşturan ve ismine “İsra” (Gece Yolculuğu) denen bölüm başlar. Yolculuğun bu bölümüne Kur’an’da da yer verilir:
“Geceleyin kulunu, ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren ALLAH, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra,17:1)
Bu yolculuk adına Burak denilen ve niceliği hakkında bilgi sahibi olamadığımız bir binek aracılığıyla yapılır. Fakat Burak’la ilgili en önemli şeyi Cumhuriyet döneminin ünlü ALLAH Dostlarından Safer efendi haber verir:
“Burak, Hz. Muhammed’in ALLAH’a olan aşkı imiş!” İlk durak 18 ay sonra hicret edeceği Medine olur. Orada durur ve iki rekât namaz kılar. İkinci durak Hz. Musa’ya vahyin verildiği Tur dağıdır. Hz. Muhammed bunu:
“İsra gecesinde Hz. Musa’ya uğradım. Kırmızı kum tepesinin yanındaki kabrinde namaz kılıyordu.” diye anlatır. Üçüncü durak Hz. İsa’nın doğum yeri Beyt’ül-Lahm olur. Ve Kudüs’e varılır. Burada yolculuğun Mekke’den başlayan ve yeryüzü yuvarlağına paralel bir seyir takip eden “İsra” kısmı biter. Mescid-i Aksa’da peygamberlerden oluşan bir topluluğa namaz kıldırır. Bu namaz dünyanın kalan ömrü içerisinde, bozulmuş bile olsalar, bütün semavi dinlerin bir gün O’nun dininin üstünlüğünü tanıyacağı ve İslam’a göre kendilerine yeniden çeki düzen verecekleri anlamını ve Hz. Muhammed’in eliyle gönderilen dinin o peygamberlerin dinlerinin temel değer ve anlamlarını içerdiğini sembolize eder. Namazı ardından kendisine üç çeşit içecek ikram edilir: Su, süt ve şarap. O, sütü seçer. Cebrail bu seçiminden ötürü kendisini:
“Sen fıtratı (doğal ve insan yaradılışına uygun olan) seçtin” diyerek tebrik eder. Hz. Muhammed’e dair önemli bir biyografi kaleme almış olan Karen Armstrong bu olayın anlamını
“Hz. Muhammed, bir tarafta çilecilik (su) ve diğer tarafta hedonizm (zevkçilik=şarap) arasında orta yolu bulmaya çalışan İslam’ın bir sembolü olarak sütü seçti.” şeklinde yorumlar.
Sonra da yolculuğun asıl kısmı olan Mi’rac başlar. “Mediven” anlamına gelen Mi’rac, aslında ölen her Müslümanın ruhunun kendisi aracılığıyla ALLAH’a yükseltileceği ve yine diğerleri gibi niceliğini (ve aslında tam olarak niteliğini de ) bilemediğimiz bir şeydir. Fakat Karen Armstrong’un Mi’rac merdiveninin anlamıyla ilgili söyledikleri de ilginçtir:
“Hz. Muhammed ölmeyecekti ama misyonunda geçmişiyle bağlarını koparması gereken yeni bir döneme başlıyordu ve bu da bir anlamda ölümdü.”
Olayın bundan sonraki bölümleri en azından İsra bölümünün açıklığıyla Kur’an’da yer almaz. Bu durum ALLAH’ın rahmetinin sonsuzluğundan beslenen ince bir hikmetin gereğidir. Bu hikmet Reşit Haylamaz’ın tespitiyle:
“Bilhassa Kur’an açısından bakıldığında konuyla ilgili ayetlerin belirsizlik içinde meseleyi ele aldıkları görülmektedir. Zira bu, ancak inanmakla kabul edilebilecek bir meseledir ve imanın dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin elinden seçme yeteneğini almamak için Yüce Mevla, İsra ve Mi’raç’la ilgili ayetlerde, sadece güçlü bir imanla bakanların anlayabileceği bir üslup kullanmış ve böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi onaylatamayanlar için de merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, apaçık ayetin ifade ettiği manayı inkâr eden, şüphesiz bu rahmetten yoksun kalacak ve bu yoksunluk ise, o insanı her şeyden yoksun edecekti.”
Aslında bu çözümleme Hz. Muhammed’in diğer mucizelerine de Kur’an’da niçin yer verilmediğinin güzel bir açıklamasıdır.
Yolculuk bundan sonraki kısmında bir roket gibi yeryüzünün dikine bir seyir takip eder. Yanında Cebrail’de olduğu halde yedi gök katı tek tek geçilir. Hz. Muhammed üzerinde yükseltilmeye başlandığı Mi’rac’la ilgili:
“Ben şimdiye kadar ondan daha güzel bir şey görmedim. O, öyle bir şeydir ki Müslümanlar ölüm anında gözlerini ona diker. Ruhları, göklere onun üzerinde çıkarılır.” der. Birinci gök katına gelirler. Orada, oturan ve her iki yanında bir takım karaltılar vardır. Sağındakilere baktıkça gülmekte, solundakilere baktıkça ağlamaktadır. Hz. Muhammed, ona selem verir. O, selamı:
“Hoş geldin, Salih peygamber! Salih oğlum!” diyerek alır. O, Hz. Âdem’dir. Çevresindekilerde onun soyundan gelen insanların ruhları. Sağındakiler Cennetlik olanlardır. Solundakiler, Cehennemlik. İkinci katta, teyze oğulları olan Hz. İsa ve Hz. Yahya ile karşılaşırlar. Hz. Muhammed onlara da selam verir. Ve onlar da verilen selamı:
“Hoş geldin! Salih Peygamber! Salih kardeş!” diyerek alırlar. Sonra karşılaşmaları aynı şekilde tekrarlanarak, üçüncü katta Hz. Yusuf’la; dördüncü katta Hz. İdris’le; beşinci katta Hz. Harun’la; altıncı katta Hz. Musa ile ve yedinci katta da aynı zamanda kendi atası da olan Hz. İbrahim ile karşılaşırlar. Burası gök katlarının bittiği yerdir. Hz. İbrahim sırtını Kâbe’nin gökler üstü âlemlerdeki izdüşümü olan Beyt-i Mamur’a dayamış olarak oturmaktadır. Hz. İbrahim tüm soyu içinde fizik olarak ta kendine en çok benzeyen torunu Hz. Muhammed’e:
“Hoş geldin! Salih peygamber! Salih oğlum!” dedikten sonra O’na ümmeti için bir de tavsiye de bulunur:
“Ümmetine benden selam söyle” der, “ve onlara Cennet’e fidan dikmeyi çoğaltmalarını söyle” Hz. Muhammed:
“Cennet’e dikilecek fidan nedir?” diye sorar. Hz. İbrahim:
“Sübhanallahi velhamdu lillahi vela ilahe illallahu vallahu Ekber” ve “La havle vela kuvvete illa billah’tır” diye cevap verir. Muhammed Hamidullah’a göre Mi’rac yolculuğunda bu sekiz peygamberle karşılaşmasının çok özel bir nedeni, hikmeti vardır:
“Bize göre bunun sebebi, işte bu sekiz peygamberin her birinin ayrı ayrı, kendine has ta olsa, Mi’rac olayını yaşamış olmalarıdır. Sonuç olarak ifade edebiliriz ki birini bir şeyde geçip aşabilmek için, önce ona o işte yetişmek, eşit duruma gelmek ve bundan sonradır ki onu aşıp geçmek zarureti bulunmaktadır.”
Ve sıra “Sidret’ül-Münteha”ya gelir. Sözcük anlamı “En Sondaki Ağaç” olan Sidret’ül-Münteha, en büyük yani ALLAH’ı en iyi bilenlerde dahil bütün yaratılmış varlıkların bilgilerinin son bulduğu yerdir. Ya da başka bir anlatımla yaradılmışların ve sebeblerin bittiği ve biz insanlar tarafından tanımlanamayacak, anlaşılamayacak bambaşka bir âlemin başladığı yer… Mevlid yazarı Süleyman Çelebi Sidret’ül-Münteha’yı ve onun ötesindeki âlemi:
“Bir feza oldu o demde ru-nüma
Ne mekân var anda ne arz ü sema
Kim ne halidür ne mali ol mahal
Akl ü fikr etmez o hali fehm ü hal” diyerek anlatır.
Bu noktada Cebrail kendisinden ayrılır. Cebrail’in bulunduğu o son noktanın meydana getirdiği dehşet ve ALLAH korkusundan “eskimiş bir deve çuluna” döndüğünü görür. Artık Hz. Muhammed tek başınadır. Orada kader kalemlerinin cızırtısını söyleyecektir, daha sonra. Artık “Kutsal bir Âlemin” içinde ALLAH ile baş başadır. Kendisine dünyaya ve maddeye ait olmayan bir sesin:
“Muhammed! Korkma! Yaklaş, yaklaş” dediğini duyar. Artık İlahi huzurdadır. O güne kadar hiçbir yaradılmışın ulaşamadığı bir yere ayak basmıştır. Hz. Muhammed’in dudaklarından namazda okunan “Tahiyyat”ın ilk cümlesi dökülür:
“et-Tahiyyatu l’illahi v’es-Salavatu v’et-Tayyibatu” (Kudsi, saf ve gönülden selamlar ALLAH’a dır!) ALLAH, her çeşit nitelik, nicelik ve tanımdan uzak bir biçimde cevap verir:
“es-Selamu aleyke eyyuh’en-nebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuhu” (Ey Peygamber! Selam sana’ALLAH’ın rahmrti ve bereketi senin üzerine olsun) Konuşma Hz. Muhammed’in sözleriyle sona erer:
“es-Selamu aleyna ve ala İbadillah’is-Salihin” (Bizlere ve ALLAH’ın salih kullarına selam olsun) bu olay Kur’an tarafından da kayda geçirilir:
“Sonra peygambere yaklaştı da yaklaştı. Öyle ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Kuluna vahyettiğini vahyetti. O’nun gördüğünü kalb yalanlamadı. Şimdi siz gördüğü şey konusunda O’nunla tartışacak mısınız? Andolsun O’nu, bir başka inişte de Sidret’ül-Münteha’nın yanında gördü. Cennetü’l-Meva’da onun (Sidre’nin) yanındadır. O zaman, Sidre’yi kaplayan, kaplamıştı. Göz kaymadı ve (onu) aşmadı da. Andolsun ki O Rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını görmüştür.” (Necm,53:8-18) ayetlerde:
“Kuluna vahyettiğini vahyetti” ifadesiyle kastedilen, Bakara Suresinin son iki ayetidir. Sadece bu iki ayet arada Cebrail olmaksızın, orada, doğrudan ALLAH tarafından Hz. Muhammed’e vahyedilir. O an ve olay bütün Mi’rac sürecinin zirvesidir:
“Elçi, Rabbi’nden kendisine indirilene iman etti, mü’minlerde. Hepsi ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. ‘O’nun peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. İşittik, itaat ettik! Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sana’dır’ dediler. ALLAH kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. ‘Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı! Sen bizim mevlamızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım et!” (Bakara,2:285-286)
“Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” hikmeti gereğince bu ayetler Müslümanlara, putperestlerin elinde çekmekte oldukları baskı ve zulümlerin bitmeye yaklaştığı müjdesini de verir. Bu Hicret’in ve Medine İslam Devletinin müjdesidir. Mevdudi, bu ayetlerin vahyedildikleri zaman ve zemin içerisindeki özel anlamlarını önemle belirtir:
“Bu duanın Mekke’de küfr ile İslam arasındaki savaşın en çetin safhaya geldiği zaman Müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslümanlar her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye uğratılıyordu. Hicaz’ın her yeri ve her köşesi Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde bir Müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz işkenceler reva görülüyordu. Bu şartlarda Müslümanların Mevlalarına dua etmeleri istendi ve bunu isteyen bizzat Âlemlerin Rabbi olduğu için Müslümanlar bir nebze rahat nefes alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duayı öğreten Rableri bunun gerçekleşmesi için mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda Müslümanların metanet ve sabrı ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka tapmak suçundan Müslümanların hedef oldukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan da bu duaya bir bakın ki bunda muhalif ve düşmanlar için tek bir kötü söz ya da sövgü yoktur. Bir yandan Müslümanların çektikleri maddi ve manevi çileleri göz önünde canlandırın, bir yandan da bu duanın sözlerine bakın ki bunda dünyevi menfaat ya da kazançtan hiçbir eser yoktur. Bir tarafta o hak âşıklarının perişan durumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere bakın. Sadece bu husus, o ilk Müslümanların ne büyük ahlaki ve ruhani terbiyeden geçtiklerini göstermeye yeter.”
Mi’rac’ta Hz. Muhammed’e üç önemli şey verilir: beş vakit namaz, Bakara suresinin yukarıdaki son iki ayeti, Müslüman olarak ölenlerin eninde sonunda Cennet’e girecekleri müjdesi. Sonra dönüş yolculuğu başlar. Bu yolculukta Hz. Musa ile karşılaşır. O’na Rabbinden günde 50 vakit namaz emri aldığını söyler. Hz. Musa da bunun çok olduğunu ve ümmetinin bu kadar ağır bir sorumluluğa dayanamayacağını… Tekrar tekrar geri döner. Bunda namazlar beş vakte indirilir. Deyim yerindeyse bu mizansenin nedeni ALLAH’ın kullarına olan rahmetinin ve Hz. Muhammed’e olan sevgisinin gösterilmesidir. Bir de Hz. Muhammed’in ALLAH katında nasıl özel bir değere sahip bulunduğunun…
Bu yolculukta kendisine Cennet ve Cehennem de gösterilir. Mi’rac’ın amaçlarından biri daha gerçekleştirilmiş olur. Cebrail’le beraber dönüşte yine Kudüs’e inilir ve oradan da Burak’la Mekke’ye dönülür. Dönüşün dorudan Mekke’ye yerine Kudüs üzerinden yapılmış olmasının hikmeti ise kendini az sonra gösterecektir. Zaman’ın dışına çıkılarak yapılmış bir yolculuk olan Mi’rac, Ümmü Hani’nin evinde noktalanır. Hz. Muhammed, ev halkına sabah namazını kıldırdıktan sonra Mi’rac’ı haber verir. Ümmü Hani inanır ama duyduğu o inanılmaz şeyler yüzünden, Hz. Muhammed’i aşağılamak ve alay etmek için zaten fırsat arayan Kureyş putperestlerinin gösterecekleri tepkiyle kendisini rencide edip üzeceklerinden korkar. Gün ağarmaya başladığında Kâbe’ye gitmek üzere ayağa kalkan Hz. Muhammed’i elbisesinin ucundan çekerek:
“Amcamın oğlu!” der, “ne olursun bu olayı insanlara anlatma! Sonra Seni yalanlar ve üzerler!” O’nda ise hiçbir duraksama yoktur:
“ALLAH’a yemin olsun ki her şeyi anlatacağım!” der. Fakat yine de Kâbe’ye giderken Cebrail’e sormaktan kendini alamaz:
“Şimdi bana kim inanır?” Cebrail’in cevabı çok nettir:
“Hiç kimse inanmasa bile Ebubekir inanır!” ve Kâbe’nin yanında ayakta durarak orada bulunanlara o gece yaşadıklarını anlatır. Ama ilk önce sadece İsra bölümünü… Fakat bu bile bir şok yaşanmasına neden olur. Putperestler:
“Hiç böyle bir şey duyulmuş mudur?” derler, “Biz Kudüs’e develerimizin böğürlerini tepe tepe bir ayda zor gidiyoruz. Sen bir gece içinde nasıl oraya gidip tekrar geri dönermişsin?” Az sonra yanına heyecan içindeki Ebu Cehil gelir. Haberi kendi adamlarından henüz duymuştur. Ve Hz. Muhammed’in bu kadar mantıksız saçma(!) bir iddiada bulunmayacağına inandığı için de doğrudan O’nun ağzından duymak istemiştir. Alaylı bir tavırla:
“Bu gece başından geçen ilginç bir şeyler oldu mu?” diye sorar. Ve aralarındaki konuşma şöyle devam eder:
“Evet!”
“Ne imiş o?”
“Gece götürüldüm”
“Nereye?”
“Kudüs’e”
“Sonra da aramızda sabahladın ha!”
“Evet”
“Bana anlattıklarını bütün herkese de söyler misin?”
“Evet” Ve Ebu Cehil altın bulmuş bir harami gibi bağırmaya başlar. Nerdeyse bütün Kureyş’i Hz. Muhammed’i dinlemeye çağırır. Sonra da:
“Hadi!” der, “bana anlattıklarını kabilene de anlat!” Ve anlatır, Hz. Muhammed. Karşılığında gördüğü ise tam bir tımarhane manzarası olur. İnsanların kimi, el çırpmakta, kimi iki elini başına ve yanaklarına vurmakta, kimi ise kahkahalar atarak birbirlerinin göğsünü yumruklamaktadır.
Yeni Müslüman olmuş bazılarının dinden döndüğü bile görülür.
Ve sonra aralarından başını Ebu Cehil’in çektiği seçme bir grup doğruca Hz. Ebubekir’in evine yönelir. Umutludurlar. O’nun gibi sağduyulu bir insanın bu kadar büyük yalana(!) da itibar etmeyeceğini ve artık İslam’dan vazgeçeceğini umut ederler. En azından Hz. Muhammed’i sorgulayacağını. Kapıya çıkan Hz. Ebubekir olup bitenin haberini ilk kez onlardan duyar. Bin bir alay, çarpıtma ve aşağılamayla… Önce tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışır. Sonra da bir tereddüdünü giderir:
“Siz” der, “Bütün bunları doğrudan ALLAH’ın Elçi’sinden mi duydunuz?” Kureyş egemenleri heyecanla:
“Evet!” derler ve sonra da iğne batırılmış bir balona dönerler:
“Bunda garipsenecek ne var? Ben gece ve gündüz daima O’na göklerin ötesinden haber geldiğine inanıyorum zaten!” Başları öne düşer. Sessizce dağılırlar.
Ve Hz. Ebubekir hızla Hz. Muhammed’in yanına gider. Kudüs’ü bir de O’nun ağzından dinler. Kendisi ticaret amacıyla birçok kez gittiği için orayı iyi bilmektedir. Kudüs’ün görüntüsü gözlerinin önünde belirir ve ona bakarak anlatır. Hz. Ebubekir anlatımın sonunda:
“Doğru söylüyorsun” der, “ben tanıklık ederim ki sen ALLAH’ın Elçisisin!”
“Ebubekir! Sen de ‘Sıddık’ın!” Hz. Ebubekir o anda ve o olay üzerine ismiyle beraber tarihe geçecek olan unvanını alır, ‘Sıddık’olur.
Sonra etraflarına toplanan putperestler de kendilerine Kudüs’ü anlatmasını isterler. Çünkü Hz. Muhammed’in daha önce hiç Kudüs’e gitmediği bilinmektedir. Fakat Kudüs’ü gece görmüştür ve putperestleri tatmin edecek ölçüde inceleyememiştir. Kendisini bir sıkıntı basmıştır ki aynı görüntü karşısında tekrar belirir. Ve Kudüs’ü bütün detaylarıyla anlatır. Bu kez yolda olan kervanlarıyla ilgili bilgi isterler. İstediklerinden de fazlasını anlatır. O kervanların birinden su içtiğini, en önde bulunan devenin özelliklerini; başka bir kervana da kaybettikleri develerini bulmaları için yardımcı olduğunu anlatır. Sonra herkes gelen kervanları beklemeye durur. Ve kervanlar geldiğinde de O’nun haber verdiklerinin tam olarak doğru olduğu ortaya çıkar. Yapacak başka bir şeyleri kalmamıştır:
“Bu apaçık bir sihir” derler ve Muhammed’de çok büyük bir sihirbaz. Mugire oğlu Velid doğru söylemiş!”
Hz. Muhammed Mi’rac’tan döndükten sonraki gün Cebrail kendisine vakitleri ve rekâtlarıyla beş vakit namazı öğretir. Uygulama bütün Müslümanlar tarafından hemen başlatılır.