İslâm tasavvuf tarihinde varlığın mahiyetini açıklama konusunda iki farklı çizgi ortaya çıkmıştır: Vahdet-i vücud (tevhîd-i vücûdî), vahdet-i şühûd (tevhîd-i şühûdî. Muhyiddin b. Arabî, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî, Yûnus Emre gibi büyük tasavvuf ricalinin üzerinde yürüdükleri vahdet-i vücud çizgisine göre Allah’tan başka var olan bir şey yoktur, dolayısıyla varlıkta ikilik mevcut değildir, varlıkta birlik vardır; bir, tek, yegâne varlık Allah’tır, O’ndan başkası (mâsivâ) O’nun tecellîlerinden (yokluk aynasındaki görüntülerinden) ibarettir ve mâsivâda varlığın kokusu bile yoktur. Vahdet-i şühûd anlayışında olanlara göre aslı yokluk olmakla beraber mâsivâ vardır; mâsivâ, Allah’a mahsus sıfatların ve kemalin karşıtlarıdır (zıtlarıdır), yokluk ve eksiklikten ibaret olan mâsivâda var olan her şey, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsidir, gölgesidir. Bu tecellîler ve gölgeler yok değildir, vardır ve varlıkları Allah’tandır. Bir bilmek ve bir görmek, bunların varlıklarını inkar etmek suretiyle değil, onları görmemek ve yalnızca varlık ve kemalin kaynağına yönelmekle olur, sadece onu müşahede etmekle gerçekleşir; tıpkı gündüz vakti güneşi gören bir kimsenin yıldızları görmemesi gibi; yıldızlar vardır, fakat kişi onları görmemektedir, böylece onun görmesinde (şühûdunda) ikilik ortadan kalkmaktadır.. Bu iki çizginin ricali birbirine saygı ve sevgi göstermekle beraber, karşılıklı olarak değerlendirme bakımından farklı davranmışlar, bir gurup diğerindekileri yolun başında veya ortasında görmüşler, sonuna vardıklarında hakikati, kendileri gibi görüp değerlendireceklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak her iki gurubun üzerinde ittifak ettikleri esas, Hz. Peygamber’in ﷺ tartışılmaz büyüklüğü, örnekliği, rehberliği, insanı geliştirerek has kul yapan ilâhî-manevî etkinin (feyzin) kaynak başı olduğudur. Bütün tarikatlarda mürşidler zincirinin baş halkası Muhammed Mustafa’dır ﷺ.
Meseleye dışarıdan bakanların bir kısmı, Hz. Mevlânâ’nın da aralarında bulunduğu vahdet-i vücud âriflerini diğerlerinden üstün görmüş, onları kabukta kalmış, bunları ise öze inmiş, zahirden batına geçmiş, kemalin zirvesine ulaşmış, hatta Kuran ve hadîslerin zahir ifadelerinin ortaya koyduğu İslâm anlayışını geride bırakmış kişiler olarak anlayıp anlatmışlar, isteyerek veya istemeden Mevlânâ, Yûnus gibi zevatı Hz. Peygamberden ﷺ üstün, O’ndan ﷺ bağımsız gibi göstermişlerdir. Halbuki işin doğrusu, her iki irfan yolunun yolcularının da rehberlerinin Hz. Muhammed Mustafa ﷺ olduğundan ibarettir. İslâm tasavvufunun mensupları, Kur’an ve Sünnet’in ışığında yol almışlar, Hz. Peygamber’in ﷺ örnek kulluk hayatını özümsemişler, bu sayede, yüksek seviyede ilim, ahlâk, iman ve yakınlık elde etmişler, bu yakınlığın bahşettiği biliş ve görüş ile âyetleri ve hadîsleri yorumlamışlardır. İşte bu gerçeği Hz. Mevlânâ örneğinde ortaya koymak maksadıyla onun en son ve önemli eseri olan Mesnevî’yi baştan sona gözden geçirerek Hz. Peygamber’le ﷺ doğrudan ilgili olan beyitleri tesbit ve tasnif ettik. Bu çalışma sonunda Mevlânâ’nın Hz. Peygamber’e ﷺ bakışı, O’na ﷺ olan sevgisi ve bağlılığı, aşağıda tarafımızdan guruplandırılmış beyitlerinde apaçık ortaya çıkmış oldu (Beyitlerin tercümeleri Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı Mesnevî tercümesinden alınmış -Birinci baskı: İst. 1946- cilt, sayfa ve beyit numaraları buradan verilmiştir).
1. Hz. Peygamber’in ﷺ kemali, derecesi, yüce ahlâkı, eşsizliği
I, 324.
Peygamber Mekke’yi fethetmeye uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile itham edilir?/ O öyle bir kişiydi ki, imtihan günü (yani Mi’raçta) yedi gökün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı./ Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur./ Hepsi kendisini onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerde ki:/ O Allah ululuğu ile, Allah celâli ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Allah ehli bile yol bulamaz./ “Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de ruh” dedi. Artık düşünün, anlayın…(3950-3955).
Bu beyitlerde “Bana seni gerek seni…” diyen Yunusların da irfan kaynağını görüyoruz. Mevlânâ’nın hadîs olarak naklettiği ifade, Hz. Peygamber’in ﷺ Allah’a yakınlığı ve mazhar olduğu ilâhî lütuflar, tecellîler bakımından eşsiz ve benzersiz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
II, 164.
Hz. Peygamber bir hasta sahâbînin hal ve hatırını sormaya geldi, çünkü peygamberin huyu tamamiyle lütuf ve keremden ibaretti. (2140)III, 370.
Peygamber dedi ki, “Benim miracım Yunus’un miracından üstün değildir./ Benimki göklere çıkmakla oldu, onunki yerlere inmekle. Zaten Allah yakınlığı hesaba sığmaz ki…/ Yakınlık ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek. Allah yakınlığı varlık hapsinden kurtulmaktır…(4510-)
Hz. Peygamber’in ﷺ Allah katında müstesna bir yeri, O’na eşsiz bir yakınlığı bulunmakla beraber miracının, diğer peygamberlerin miracından daha yükseklere çıkarak gerçekleştiğini zannetmenin yanlışlığı anlatılmaktadır; Allah mekandan münezzeh olduğuna göre miracın da zaman-mekan bağlamında bir yükseliş olarak anlaşılmaması gerekir. Mevlânâ’ya göre miraç yokluğu gerçekleştirmek, fenâya ermektir, Hz. Peygamber’in ﷺ miracının üstünlüğü de O’nun ﷺ fenâ mertebesinin üstünlüğünde ve kemalinde aranmalıdır.
IV, 304.
Hz. Ahmed eğer o yüce kanadını açarsa Cebrail ebedi olarak kendinden geçip gider./ Ahmed Sidre’den ve Cebraili’in gözetme yerinden, makamından, sınırından geçince ,/ Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki, “Yürü, yürü, ben senin eşin, eşidin değilim./ Hz. Ahmed tekrar ” Ey perdeleri yakan, gel ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi./ Cebrail dedi ki, “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum yanar.”/ Bu hikayeler hayret içinde hayrettir. Allah hasları, daha has olanların hallerini, görünce kendilerinden geçerler. (3800-)
Burada hasların hası olan Hz. Peygamber’dir ﷺ. Cebrail dahil diğer bütün has varlıklar O’nun ﷺ manevî hal ve derecelerini gördükçe, anladıkça hayretlere düşmekte, kendilerinden geçmektedirler.
V, 56.
Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu zinet edinirse, Muhammed gibi o adamın da gölgesi olmaz./ Yokluk benim iftiharımdır” sırrına zinet yokluktur. Bu çeşit insan, mumun alevi gibi gölgesizdir.(670-)V, 109.
Muhammed de etten, deriden meydana gelmiştir, bu hususta her beden onun cinsindendir./ Eti vardır, derisi vardır, kemiği vardır, fakat hiç bu bedenlere benzer mi?/ O terkipte öyle mucizeler meydana geldi ki, bütün terkipler mat oldular. (1320-)VI, 7.
(Toprak unsuru ve ruh unsurunun tabiatları farklı…) Savaşlara da bak, o savaşlar barışların asılları. Allah uğrunda savaşan Peygamber gibi hani. / O iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatamaz ki./ Irmak suyunu tamamiyle içmenin imkanı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkanı yok. (65-)
Hz. Peygamber’in ﷺ kemali, mazhar olduğu özel muamele ve tecellîler bir ırmak ise velîlerin, âriflerin ve kâmillerin anladıkları ve yaşadıkları bir içimlik su kadardır.
VI, 62.
Muhammed de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hallolmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı./ Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti…./İşte onun için o güzel haberler veren, “Ey ulular” demiştir, “ölümden önce ölün”.(750-)
Nakledilen hadîs mealinde “Ölmeden önce ölünüz” buyuruluyor. Bundan maksat fânî, gölge, mevhûb (bağışlanmış) varlıktan sıyrılmaktır, kulun ilâhî varlıkta yok oluş halini yaşaması, “fenâ fillah” denilen bu hali kendinde gerçekleştirmesidir. Hz. Peygamber ﷺ “Ölmeden evvel ölenlerin de öncüsüdür, en kâmil örneğidir.
VI, 225.
“Gözü Allah’dan başka bir şeye kaymadı” da (Necm: 53/17) onun için Muhammed her derdin şefaatçisi oldu./ Dünya gecesinde güneş perde ardındayken o Allah’ı görüyordu, ümidi O’ndandı./ İki gözü de “Biz senin göksünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni” (Şerh: 94/1) sürmesiyle sürmelenmişti. Cebraili’in bile görmeye tahammül edemediğini o gördü…/ Kulların duraklarını gördü, hasılı o yüzden Allah onun adını “Gören tanık” koydu. Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır, sırlar ondan gizlenemez.(2855-)VI, 260.
Mustafa buyurmuştur ki “Her peygamber gençliğinde yahut çocukluluğunda mutlaka çobanlık etmiştir./ Çobanlık etmeden, o sınavı geçirmeden Allah ona âlem başbuğluğunu vermez…Vekarları, sabırları meydana çıksın diye Allah, onları peygamber yapmadan çoban yapmıştır./ Her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken Allah buyruğunu gözetmesi gerekir. (3290-)
2. Hz. Peygamber’in ﷺ şefâati, dünya ve âhiret hayatında insanlara yardımı ve etkisi
II, 189.
(Peygamber ﷺ ziyaretine gittiği bir hastaya ne yapıp da hasta olduğunu sordu, yoksa yanlış bir dua mı yaptın dedi, hasta önce hatırlayamadı, “himmet et de hatırlayayım” dedi…) Mustafa’nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı./ Her yanı aydınlatan Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı./ Hakla batılın arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı.
(Adam Harut marut gibi “günahlarımın cezasını burada çektir, oraya kalmasın” diye dua etmiş imiş, Hz. Peygamber bunu doğru bulmamış, böyle demek yerine Allah’a sığınmayı, tövbe etmeyi tavsiye etmiştir.) (2465-)
Hz. Peygamber’in ﷺ tebliğ ettiği Kur’an ve onun en güzel açıklaması olan hadîsler objektif ve genel olarak hakla batılı birbirinden ayırmaktadır. Tasavvuf ehlinin benimsediği inanca ve yaşadıkları tecrübeye göre O’nun, hakla batılı ayırma, doğruyu hatırlatma etkisi bununla sınırlı değildir. Gönlünü O’nun gönlü ile irtibatlandırmış, oraya bir pencere açabilmiş insanlar için sübjektif ve özel olarak da aydınlanma vardır, devam etmektedir.
O’nun adının ve nurunun koruyucu etkisi ile ilgili bir başka örnekler
I, 58.
İncil’de Mustafa’nın, o peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı./Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yeyişi anılmıştı./Hristiyan taifesi (bir gurup Hristiyan) o hitaba geldikleri vakit sevap için/ yüce adı öperler, latif vasfa yüz sürerlerdi…Onlar Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı…/Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur! (725-740)VI, 87.
(Bilâl azat edilince Ebû Bekir tarafından Hz. Peygamber’e ﷺ getirilir). Mustafa onu kucakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir?/ Sanki bir bakırdı iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, zengin bir define elde etmiş./…Peygamberin o anda söylediği sözler geceye söylense gecelikten çıkar./ Sabah gibi apaydın olurdu; ben o sözleri anlatamam ki./ Allah çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Allah. (1060-)(Ebû Bekr’in ağzından) Ey Allah seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin, halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu!/…Nur aradım kendimi nurun nuru olarak gördüm, Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskanacakları derecede güzel buldum…Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum, her cüzün bana bir cennet göründü. (1075-)
II, 218.
(Zırar Mescidini yapıp O’nu davet edenlerin ağzından):
“Sen aysın biz de gece, bir an olsun bizimle hemdem ol da/ gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş”. (2835-)VI, 167.
Şeyh “Ben Allahım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı./Kulun varlığı Allah varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt!/ Gözün varsa aç da bak, “Lâ” dedikten sonra artık ne kalır?…Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadîsi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır…/Rızıklar da onun rızkını yemektedir. Meyvalar da onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir. (2105-)
Bu beyitlerde “ene’l-hak: ben Allah’ım” demenin iki cihetten yanlış olduğuna işaret edilmektedir: 1. Allah’tan başka ben yoktur, “lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka Allah yoktur” sözü, O’ndan başka “ene:ben” ve “mevcut:varlık” yoktur da demektir. 2. Kendisine “Sen olmasaydın evrenleri yaratmazdım” buyurulan Yüce Peygamberimiz ﷺ, maddi ve manevî olarak yararlandığımız bütün nimetlerin sebebi ve bu mânada kaynağıdır; O’nun demediği bir söz, O’nun ileri sürmediği bir iddia, nasibini ondan alan birisi tarafından nasıl ileri sürülebilir!
3. Hz. Peygamber’in ﷺ Allah sevgisi, insanların, hatta eşyanın Peygamber sevgisi
I, 174.
Hannâne direği, peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu./ Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım ayrılığından kan kesildi. /Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın, Minberin üstüne çıktın” dedi. (Hz. Peygamber ne istersin diye sorunca) “Daim ve Baki olanı isterim” dedi. Peygamber, insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü. (2110-2115).
Medine Mescidi yapılınca Peygamberimiz ﷺ ön tarafa bir ağaç/sütun koydurmuştu, ona dayanarak halka hitap ediyordu. Cemaat kalabalıklaşınca minber yaptırdı ve bir gün sütunu terk ederek minbere geçti, bu sırada sütundan gelen inleme sesini orada olanların tamamı işitmişlerdi. Sonradan bu sütun “inleyen” anlamında “hannâne” adıyla anıldı. Onu yalnızca Allah ve kulları değil, cansız eşya da seviyor, ayrılığına dayanamıyordu.
IV, 209.
Ahir zaman peygamberi Ahmed, Rabîulevvel ayında göçtü, bunda hiç ihtilaf yoktur./ Gönlü bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakte aşık oldu./ Safer gelince, bu aydan sonra sefer edeceğim diye neşelendi./ Her gece bu buluşmanın iştiyakıyla sabahlara kadar, “Ey yücelerden yüce yoldaş (dost)!” der dururdu./ Kim Safer ayı gitti, Rabîulevvel geldi diye müjde verirse ben de onu cennetle müjdeler, ona şefaatçi olurum” dedi…/ Ukâşe gelip Safer ayı çıktı” dedi, Peygamber de “Ey ulu arslan, cennet senindir” buyurdu./ Erler -görüyorsun ya- âlemden göçmeden (dolayı) neşeleniyorlar, şu çocuklarsa âlemde kalmalarına seviniyorlar./ İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa acı su kevser görünür. (2595-)
Bu beyitler Mevlânâ’nın, “düğün gecesi” mânasındaki “şeb-i arûs” kavramını ve bu kavramı yaşamanın emsalsiz zevkini nereden ve kimden aldığını göstermektedir. Evet Allah’ın gerçek âşıkları için ölüm yokluğa göçüş değil, yokluk ve ayrılıktan varlık ve vuslata intikaldir; böyle bir intikal ise hüzün ve ağıt değil, neşe ve düğün dernek vesilesidir.
V, 288.
Mustafa’yı ayrılık derdi kapladı, daraldı mı kendini dağdan atmaya kalkardı…Hicap keşfedilip de o inciyi koynunda buluncaya kadar bu haldeydi./ Halk her çeşit mihnetten dolayı kendini öldürüp dururken mihnetlerin aslı olan bu ayrılığı nasıl çeksin? (3540-)V, 224.
Pak aşk Muhammed’le eşti. Allah aşk yüzünden ona “Sen olmasaydın…” dedi./Hasılı o aşktan (aşk yönünden) tekti, onun için Allah onu peygamberler içinden seçti./ “Sen pak aşka mensup olmasaydın, sende aşk olmasaydı” dedi, “hiç gökleri var eder miydim?”…(2735-)
4. Onun ﷺ yolunu izlemek ve tebliğ ettiği dini yaşamanın anlam ve önemi
VI, 15.
“Onların ağızlarını mühürledik” âyetinin manasını bil. Yolcuya bu mühim bir şeydir./ Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağzından o kuvvetli mühür kaldırılır./ Peygamberlerden kalan mühürleri Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar./ Açılmamış kilitler vardı, onlar “innâ fetahnâ” eliyle açıldı. O bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da. Bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere./ Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der, o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der./ O’nun gizli aşikâr işi daima “Ya Rabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir./ Onun nefesiyle iki kapı da açıktır, duası iki âlemde de müstecap olur. O’na benzer ne gelmiştir, ne de gelecek, bu yüzden son peygamber olmuştur./ Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce “Bu sanat sende bitmiştir” demez misin?/ Ey Peygamber, mühürleri kaldırmakta, kapalı kapıları açmaktasın, hâtemsin, bu iş seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hatem’sin sen./ Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işi tamamiyle açıklık içinde açıklıktır…(170-)IV, 115.
Aklı Mustafa’nın önünde kurban et, Hasbiyallah de, Yani Allahım bana yeter. (1405-)IV, 119.
Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler (başlarına kilim çektiler)./ Peygambere bu yüzden, “Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık” (Müddessir: 74/1)/ Kilime baş çekme, yüzünü örtme, çünkü âlem şaşkın bir beden, sen bu âleme akılsın!/ Kendine gel de dâvaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme, çünkü sende vahiy mumunun nurları var./ Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum, geceleri ayakta durur. Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir, sana sığınmadıkça arslan bile tavşan sayılır/ Ey Mustafa bu nur denizinde kaptanlık et, çünkü sen ikinci Nuh’sun… Halvet zamanı değil, topluluğa gel ey Peygamber, hidâyet Kaf dağına benzer sen ise Hümâsın…/Ey şifa, hastayı terketme, sağıra kızıp körün sopasını bırakma!/ Sen demedin mi ki, “Körü yolda tutup yeden Allahdan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer…/Öyleyse bu kararsız cihandaki körleri kater kater yet… Ey takvâ sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları yakîn makamına kadar götür…/ Ey benim En Ulu Peygamberim, aklın mumu kasırgama karşı nedir ki!/ Sen vaktin İsrafilisin, doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar. (1460-)
Mevlânâ bu beyitlerde şunu anlatıyor: Hz. Peygamber’in ﷺ tebliğ ettiği gerçeklere ne akıl yoluyla ne de başka bir yoldan ulaşılabilir. Aklın ve bilimin alanı dardır, o alanın ötesinde vahyin ışığına ve Peygamber’in ﷺ rehberliğine ihtiyaç vardır.
V, 101.
“Biz sana Kevser’i verdik” âyetini okumadın mı? Okuduysan neden böyle kupkuru ve susuz kaldın öyleyse!/…Kimi Kevser’den benzi kızarmış görürsen onunla düş kalk, onun huyuyla huylan, çünkü o Muhammed huyuyla huylanmıştır./ Böyle yap da “Allah için severler” den sayıl. Çünkü Ahmed’in ağacında biten elma ondadır (onunladır). (1230-)
5. Kur’an’ın ve İslâm’ın önemi, devamlılığı
III, 96.
Allah’ın lûtufları Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki, “Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez./ Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim, Kur’an’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mani olurum./ ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hale korum./ Hiç kimse Kur’an’ı değiştirmeye kudret bulamaz, ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!/ Senin parlaklığını gün geçtikçe arttırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım./ Senin için minberler, mihraplar kurdururum. Ben seni öyle seviyorum ki, senin kahrın benim demektir./ Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar,/ Melun kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya…/Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben. Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak./ Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak…/ Kur’an’ın, Musa’nın asasına benzer, küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar. Sen toprak altında uyursun ama o tertemiz söz, asâ gibi her şeye âgâhtır….(1195-1210).
Sonuç
Hz. Mevlânâ’nın en son ve en meşhur eseri olduğu için seçtiğimiz Mesnevî’den derlediğimiz ifadeleri, onun Peygamberimiz ﷺ hakkındaki duygu ve düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır. O’na göre Hz. Muhammed ﷺ en son, en kâmil ve en üstün peygamberdir. Vahiy yoluyla alıp tebliğ ettiği Kur’an Allah’ın kitabıdır, değişmemiştir, değişmeyecektir, hakikat inkarının karşısında Mûsâ’nın (a.s) asâsı gibi işleyecek, sahte iddia ve görüntüleri silip süpürecektir. Sevgisi kâinâtın yaratılmasına sebep teşkil eden Habîb-i Kibriya Efendimiz ﷺ hem maddî hem de manevî bütün lütufların, nimetlerin ilk sebebi ve bu mânâda kaynağıdır. Onun ﷺ insanı koruyan, kurtaran ve kâmilleştiren etkisi (şefâati) yalnızca âhirette değil, dünyada da geçerlidir, işlemektedir. Bütün âriflerin, tasavvuf büyüklerinin O’nun ﷺ hakkında bilip aktardıkları, koca bir nehirden alınmış bir içimlik su kadar bile değildir. Ölmeden önce ölenlerin, mâsivaya mahsus yokluktan yalnızca Allah’a ait olan varlığa sefer edenlerin en önünde ve en ilerisinde bulunan O’dur ﷺ. O’nu ﷺ örnek almayanların sonu hüsrandır. O’nu ﷺ seven Allah’ı sevmiş ve Allah tarafından sevilmiş olur, dünya ve âhirette insanın elde edebileceği en büyük kazanç işte bu sevgidir.