Tefsirlerde nakledildiğine göre (bk. Taberî, Kurtubî, İsra 17/90. ayetin tefsiri), Utbe ve Şeybe kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre gibi Kureyş'in ileri gelen müşrikleri, Kur'an'ın mucizevî üstünlüğünü kabul etmedikleri gibi onun benzerini ortaya koymaktan da âciz kaldıklarından, bir heyet halinde Kabe'nin yanında toplanıp kendisiyle görüşmek üzere Hz. Peygamber ﷺ'i oraya davet etmişlerdi.

Hz. Peygamber ﷺ, samimi bir görüşme yapacaklarını umarak yanlarına geldiğinde ona özetle şunları söylediler:

"Sen şimdiye kadar Araplardan hiç kimsenin yapmadığı kadar halkımız arasında bir ihtilâf ortaya çıkardın; atalarımızı yerdin, ilâhlarımıza hakaret ettin, akıllılarımızı ahmak yerine koydun, toplumumuzu böldün, bize olmadık kötülükler yaptın. Eğer bunları mal için yapıyorsan aramızda sana mal toplayalım ve seni en zenginimiz yapalım, şan ve şeref kazanmak için yapıyorsan seni başımıza lider yapalım, eğer ruhsal bir rahatsızlık sebebiyle bunu yapıyorsan bir tabip bulup iyileşmen için malımızı mülkümüzü harcayalım veya seni mazur sayalım (çünkü onu cin çarptığını düşünenler de vardı)."

Hz. Peygamber ﷺ, bu söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını, aksine Allah'ın kendisini gerçek bir elçi olarak gönderdiğini, kendisine bir kitap indirdiğini, uyarıcılık görevini yerine getirmesini emrettiğini; bu nedenle onlara Allah'ın mesajlarını tebliğ ettiğini ve uyarıda bulunduğunu ifade ederek, eğer kendisini dinleyip uyarısını kabul ederlerse, bundan dünya ve âhiret hayatları bakımından kârlı çıkacaklarını, ama reddederlerse artık kendisi için sabredip Allah'ın hükmünü beklemekten başka bir çare kalmayacağını ifade etti.

Bunun üzerine söz konusu heyet, alaycı bir üslûpla, etraftaki dağları kaldırarak verimli topraklarını genişletmesi, söylediklerini doğrulaması için atalarından bir zatı diriltmesi gibi daha başka talepler yanında;

– Yerden bir pınar akıt.
– Veya içinden şarıl şarıl çaylar, akarlar akan hurmalıklar, bağ ve bahçeler meydana getir.
– Veya göğü -iddia ettiğin gibi- parça parça üzerimize düşür.
– Veya Allah'ı ve meleklerini (kanıt olarak) karşımıza çıkar.
– Veya altından kaplanmış bir evin olsun.
– Veya göğe yüksel de oradan üzerimize bir kitap indir. (bk. İsra, 17/90-97) gibi isteklerde bulundular.

Resülullah Efendimiz ﷺ ise, kendisinin bunları gerçekleştirmek gibi bir görevinin olmadığını belirterek, yukarıda anlatılan açıklamalarını tekrar hatırlattı ve nihayet umduğunu bulamamanın verdiği üzüntü içinde onlardan ayrıldı.

Bunların inadî bir küfür içine girdikleri açıkça görülmektedir.

Soruda geçen Rahman adını almış kişiye gelince:

Bu adam, Rahman ismini sonradan kendisi kendine takmıştır. Nitekim, büyük müfessir Fahreddin Razî
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde bu isimlerle ona duâ edin. Onun isimleri hakkında haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” (Araf, 7/180) mealindeki ayetin tefsirinde şu bilgilere yer vermiştir.

Ayette “ilhada düşen/haktan sapanlar”dan bahsedilmektedir. Allah’ın isimleri konusunda ilhada sapan/haktan sapanlar üç kısımdır. Bu gruplardan bazıları, Allah’ın kutsal isimlerinden kelimeler türeterek kendi putlarına ad yapmışlardı. Örneğin; inkârcılar, putları için; İlah kelimesinden “Lat”, Aziz isminden “Uzza”, Mennan isminden “Menat” ismini çıkarıp kullanmışlardır. Müseyleme-i Kezzab da, kendine Rahman lakabını vermişti.(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri).

İbn Kesir de bu konuda şu görüşlere yer vermiştir: Müseyleme ismindeki bu kâfirin inkârcılıkta ileri gidip kendine “Rahmanu’l-Yemame = Yemame’nin Rahman’ı” lakabını takınca, Allah da ceza olarak tarih boyunca herkes tarafından onunla anılacağı bir lakap olan “Müseylemet’ul-Kezzab = Yalancı Müseyleme” unvanıyla teşhir ettirdi.(İbn Kesir, Fatiha, ilk ayetin tefsiri).

Şunu unutmayalım ki, Müseyleme, mekân itibariyle Hz. Muhammed ﷺ’den çok uzak bir mesafededir. Oradan gelip ona ders vermesi imkânsızdır. Sonra kendisi bu kadar biliyor idiyse, bunları neden baştan itibaren kendi malı olduğunu savunmamıştır. Hayatı boyunca bu inkarcının ve yalancının, Hz. Muhammed ﷺ’e Kur’an’ı öğrettiğine dair en ufak bir iddiası olmamıştır. Aksine kendisi de Hz. Muhammed ﷺ gibi bir peygamber olduğunu, onun gibi Allah’tan vahiy aldığını iddia etmiştir.

Nitekim, İkrime ve Katade’nin bildirdiğine göre, “Allah adına yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde “Bana da vahyolundu.” diyenden, bir de, “Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indiririm (yani istesem ben de Kur’an’ın bir benzerini ortaya koyarım)” diye iddia edenden daha zalim kimse olabilir mi?”(Enam, 6/93) mealindeki ayet Müseyleme hakkında nazil olmuştur.(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Görüldüğü gibi burada “Hz. Muhammed ﷺ’e Kur’an’ı öğrettiğine dair” bir iddiası söz konusu değildir.

Müseyleme’nin açıkça iddiası şuydu: “Muhammed Kureyş kabilesinin peygamberidir, ben de Benu Hanife kabilesinin peygamberiyim.”  (Razî, Enam, 6/93. ayetin tefsiri).

Bu iddiasını kendisi, Hz. Muhammed ﷺ’e yazdığı bir mektupta açıkça ifade etmiştir:
 
“Allah’ın elçisi Müseyleme’den Allah’ın elçisi Muhammed’e… Bundan sonra şunu belirtirim ki, bundan böyle yeryüzünün yarısı benim, yarısı da senindir.”

Hz. Peygamber ﷺ’in cevabî mektubu ise şöyledir:

“Allah’ın Resulü Muhammed’den yalancı Müseyleme’ye… Bundan sonra derim ki, yeryüzü Allah’ındır, kullarından dilediğine verir, akıbet ise takva sahiplerinindir.”(bk. Razî, Maide, 54. ayetin tefsiri).