Peygamber Efendimiz, Ranuna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden adeta yer gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslam’a merkez olma şerefine erecek bu kutsî şehir, sürurundan adeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.
Kadınlar, çocuklar, söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
Veda yokuşundan doğdu dolunay bize…
Allah’a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes’ud hâlimize
Ey bize gönderilen Yüce Peygamber, sen,
İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize![1]
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullah’ın mübarek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler, ona “Hoş geldin!” diyorlardı: “Muhammed geldi! Yâ Muhammed, Yâ Resûlallah! Yâ Muhammed, Yâ Resûlallah!”[2]
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamber Efendimiz tevâzu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu.
Medinelilerin Daveti
Resûl-i Kibriya Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah! Bize buyurun!” diyordu.
Efendimiz ise, mübarek tebessümleri arasında, “Hayra erin! Deveye yol verin; ona, gideceği yer buyrulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübarek hayvan da, sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.
Kasvâ Çöküyor!
Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Mâlik b. Neccaroğullarına âit evlerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve, az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola deprenmeye başladı.
Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti: Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.
O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize şöyle “hoşâmedî” ediyorlardı:
“Biz, Neccaroğulları kızlarıyız.
Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur!”[3]
Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimi duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz?” diye sordu.
Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz yâ Resûlallah!” dediler.
Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum! Vallahi, ben de sizi seviyorum!” buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri, Fahr-i Âlem Efendimizin, hânesine şeref vermesini can-ü gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbâr b. Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu fark eden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî hiddete gelerek, “Ey Cebbar! Sen, benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullah’ı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki İslamiyet mani olmasaydı sana kılıçla vururdum!” demekten kendini alamamıştı.
Peygamberimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin Evini Şereflendiriyor!
Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca Peygamber Efendimiz, “İnşallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Böylece, İslam ve cihan tarihinin kaydettiği en parlak hadiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye ﷺ, bu inişle sona eriyordu.
Müslümanlar, merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriya, kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince, Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz, etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccaroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri, sevinç ve heyecanla ortaya atıldı. “Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır! İşte, şu evim, şu da kapısı” diyerek gösterdi. Sonra da, “Müsaade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım” dedi; Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “Kişi, bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur” buyurdu ve Ebû Eyyûb el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.[4]
Bu esnada Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Esa’d b. Zürâre Hazretleri de, teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine götürdü.
Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, “Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah’ın bereketiyle ikiniz de yerinize buyurunuz” dedi.[5]
Sevgi tezahürleri arasında Resûl-ü Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece, Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz sahabeye nasip oluyordu!
Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teşrifiyle, vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan muhacirlere taze can geldi, ensarın yüzü ve gönlü sürura gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve adeta bir bayram havasına büründü.
Ashab-ı kiramdan Bera b. Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatmak ister:
“Resûlullah ﷺ, Medine’ye gelince, Medinelilerin, onun gelişine sevindikleri kadar hiçbir şeye öylesine sevindiklerini görmedim! Kadınların, çocukların, ‘İşte, Resûlullah geldi. İşte, Muhammed ﷺ geldi!’ diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.”[6]
O zaman henüz bir çocuk olan ensardan Enes b. Mâlik ise, şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:
“Ben, Resûlullah’ın ﷺ, Medine’ye girdiği günden daha güzel, daha parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim!”[7]
Ebû Eyyûb el-Ensarî Der ki…
Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:
“Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise, yukarı katta bulunuyorduk.
“‘Anam babam, sana feda olsun Yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise altta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım’ dedim.
“Resûlullah, ‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasiptir’ dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk. O sırada, içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullah’ın üzerine damlayıp onu rahatsız etmesinden korkarak, zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.”[8]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasip görmüştü.
Ancak büyük iman sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu. “Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta! Bu nasıl olur?” diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.
Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar.
Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine “Aşağısı bana daha uygundur” dedi.
Fakat büyük sahabe buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.[9]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazı evinde tam yedi ay ikamet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar (ensar), bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle adeta yarışırlardı.
Resûl-i Ekrem’in Soğan ve Sarımsak Kokusundan Hoşlanmaması
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşen Fahr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi.
Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise, devamlı akşam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.
Yine bir gece, soğanlı veya sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi.
Resûlullah yemeği geri çevirdi!
Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullah’ın parmaklarının izini görmeyince feryat ederek yanına gitti ve “Yâ Resûlallah! Anam babam sana feda olsun! Sen akşam yemeğini geri çevirdin!” dedi.
Resûlullah, “O sebzede bir koku hissettim, ondan yemedim. Ben, arkadaşım Cebrail’i rahatsız etmek istemem!” buyurdu ve ilave etti: “İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar.”
Bunun üzerine Ebû Eyyûb, “Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım”[10]buyurdu.
Ebû Eyyûb Hazretleri de, “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam!” dedi.[11]
Mucizeli Bir Yemek Ziyafeti
Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde kaldığı sıradaydı.
Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’a kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.
Peygamber Efendimiz ona, “Git, ensarın eşrafından bana otuz kişi çağır!” diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.
Sonra yine ferman etti: “Altmış kişi daha çağır!”
Hz. Ebû Eyyûb, altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler.
Efendimiz sonra tekrar, “Yetmiş kişi daha çağır!” diye ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.
Ve Hz. Eyyûb der ki:
“Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslamiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam yedi!”[12]
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin, mucizeli bir yemek ziyafetiydi. Berekete dair olan bu mucizeler gösteriyor ki “Muhammed-i Arabî ﷺ, umuma rızık veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerim’in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki rızkın envaında, hilâf-ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybtan ziyafetler gönderiyor.”[13]
HİCRÎ TARİH
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, “Resûlullah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra…” diye hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Resûl-i Ekrem’in dar-ı bekaya irtihaline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muameleler ve medenî münâsebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tayinine ciddi gerek duyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ömer ashabı topladı, onlarla istişare etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, Peygamberimizin vefatı zamanının esas alınmasını; Talha b. Ubeydullah Hazretleri, Efendimizin peygamber olarak gönderiliş tarihini; Hz. Ali, Resûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini; başkaları ise, Efendimizin doğum gününün tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.
Hicret’in on yedinci veya on altıncı yılında toplanan bu şûranın müzâkereleri neticesinde, Hz. Ali’nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman b. Avf Hazretleri, “haram aylar”ın ilki olduğu için Receb’i; Talha b. Ubeydullah, Müslümanların mübarek ayıdır diye Ramazan’ı; Hz. Ali (r.a.) ise, sene başıdır diye Muharrem’i başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin teklifi kabul edildi.
Böylece, kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.[14]
_____________________________________________________________
[1] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 58.
[2] Müslim, Sahih, c. 8, s. 236; Taberî, Tarih, c. 2, s. 248.
[3] İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 612.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 235; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 236; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 335.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 234; Buharî, a.g.e., c. 2, s. 337.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 234.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 143-144.
[9] Müslim, Sahih, c. 6, s. 127.
[10] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 144.
[11] Müslim, Sahih, c. 6, s. 126-127.
[12] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 563; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 117.
[13] Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 123.
[14] ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Terc., c. 10, s. 120-121