Resûl-i Ekrem Efendimizin hicretiyle Medine “İslam merkezi” haline gelmiş oluyordu. Bu bakımdan, o zamanki Medine ve ahalisi hakkında kısaca malu­mat vermekte fayda vardır.

Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadası’­nın mühim şehirle­rinden biri sayılıyordu. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağ­larla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi münbittir. Havası güzel, suyu serin ve ol­dukça boldur. Yağışı Mekke’den fazladır.

Hz. Re­sû­lul­lah’ın hicretine kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Bu adı, bu­raya ilk gelip yerleşen “Yesrib” isimli Amali­kalıdan aldığı söylenir.[1]Ancak bu kelimede “fesat” manası bulunduğundan, Peygamber Efendimiz, bu is­mi be­ğen­medi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı. Bir ara “Medinetü’n-Nebi” diye de anıldıysa da, sonraları sadece “Medine” olarak kaldı. Tarihçiler, Medine’nin doksan dört kadar ismi bulunduğunu kaydederler ve bunları teker teker zikrederler.[2]

Medine’de Müslümanlardan başka Yahudiler ve Hıristiyanlar da oturu­yordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.

Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Arapların seciyeleri icabı ihtilâflar, kavgalar ve çarpışmalar birbirini kovalamıştı. Bu dâ­hilî muharebelerin sonuncusu Buas Harbi idi ki yüz yirmi sene devam etmiş ve Efendimizin Medine’ye hicretlerinden beş sene kadar önce son bulmuştu. Bu kanlı muharebede her iki tarafın da en namlı bahadırları ya ölmüş veya mâlûl düşmüşlerdi. İşte, ensar böyle perişan bir vaziyette iken Resûl-i Kibriya Efendi­mizin hicreti vuku bulmuştu.

Hicret-i Nebevî’yle bu iki kardeş kabile arasındaki düş­manlık, eski uhuvvet ve muhabbete kalboldu. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. İki taraf şâirlerinin okudukları kahramanlık destanları, Arap edebiyatını dolduran ve senelerce kadınlar, çocuklar tarafından terennüm edilen bu asırlık düşman­lığın yeni bir uhuvvete dönmesi hiç şüphesiz, Cenab-ı Hakk’ın, Sevgili Efen­dimize ihsan ettiği bir armağanıdır.[3]

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

“Buas günü Allah’ın, kendi Resûlü ﷺ için hazırladığı bir gündür ki bu muharebenin neticesi üzerine, Re­sû­lul­lah ﷺ, Medine’ye hicret etmiştir. Öyle ki hicret sırasında birbirleriyle çar­pış­mış Evs ve Hazreç­li­lerin cemiyetleri dağılmış, eşrafı öldürül­müş ve yaralanmış­tı. Bu perişanlık üzerine Allah, bir­birleriyle çarpışıp dur­muş olan ensarın İslam câmiasına girmeleri için bu günü Peygamberine ﷺ hazırlamıştır.”[4]

Buradaki Yahudiler ise, üç kabileye mensup idiler: Benî Kay­nuka, Benî Ku­rayza ve Benî Nadîr…

Şehirde sayıları en az olan, Hıristiyanlardır. Bunlar, İslam’ın Medine’de hız­la yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Me­di­ne’den ayrıldılar. Uhud Savaşı’nda müşrikler safında Müslümanlara karşı sa­vaşan bu Hıristiyanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır!

Siyasî hayat itibarıyla Medine, o sırada ibtidaî denecek bir seviyede idi. He­nüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudi­lerde de her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. Kendi reislerinden başka hiçbir otorite kabul etmiyorlardı.

Burada, eşitlik mefhumundan ve tatbikatından da uzak bir hayat tarzı hâ­kimdi. Mesela, güçsüz kabilelere ödenen diyet, güçlü ve nüfuzlu kabilelere ödenen diyetin yarısı idi. Cemiyet hayatı, kanunlardan mahrum bulunuyordu. Gerektiğinde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsî kanaat ve görüşlerine göre hüküm ve kararlar veriliyordu.

Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı.

İşte, Peygamber Efendimiz coğrafî, siyasî, içtimaî yönleriyle ana hatlarını anlattığımız böyle bir şehre hicret edip gelmişti. Önünde mühim vazifeler var­dı ve halli gereken birçok ağır mesele kendisini bekliyordu.

ABDULLAH B. SELAM’IN MÜSLÜMAN OLMASI

Hz. Yusuf’un (a.s.) sülâlesinden olan Abdullah İbni Selâm, Medine Yahudile­ri­nin ileri gelen âlimlerinden biri idi.

Büyük bir âlim olan babası Selam’dan birçok şeyle birlikte, Tevrat’ı ve tefsi­rini de öğrenmişti. Ayrıca babası, ahir zaman­da gelecek peygamberin sıfat ve alâmetleri ile yapacağı işleri de kendisine anlatmış ve “Eğer o, Hârun neslin­den gelirse, ona tâbi olurum, yoksa tâbi olmam” demişti. Selam, Efendimiz he­nüz Medine’ye gelmeden önce de vefat etmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimizin Medine’ye gelişini Müslümanlara müjdeleyen Yahudinin sesini Abdullah İbni Selâm da işitmiş ve kendisini tutamayarak, “Allahü Ekber!” deyip tekbir getirmişti.

Bunu duyan halası, “Allah, seni umduğuna erdirmesin! Vallahi, Mûsa Pey­gamberin geleceğini duymuş olsaydın bundan fazlasını yapmazdın!” diyerek ona çıkışmıştı.

Abdullah ise, “Ey hala! Vallahi, gelen de onun kardeşidir! O da onun gibi bir peygamberdir!” demişti.

Bunun üzerine halası, “Yoksa, kıyamete yakın gönderileceği bize haber ve­rilen peygamber, bu mudur?” diye sormuştu.

Abdullah, “Evet…” cevabını verince de, “Öyle ise, davranışında haklısın!” demişti.[5]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye teşrif buyurdukları zaman, Abdullah İbni Selâm da onu görmek için gitmiş ve Efendimizin nurlar saçan mübarek si­ma­sını görünce, “Şu simada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!” diye kendi ken­di­ne söylenmişti.[6]

Pey­gam­be­ri­mize Soru Sorması ve İslam’ı Kabulü

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin evinde misafir kaldığı bir sıradaydı.

Abdullah İbni Selâm da, Efendimizi ziyarete geldi ve ona birtakım sualler sor­du. Tevrat’tan sorduğu suallerine yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca, şehâdet getirerek Müslüman oldu.[7]Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Yahudi milleti, if­tiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmadan önce beni onlardan sorup mevkiimi tasdik ettiriniz!” dedi.

Peygamber Efendimiz, onu bir tarafa gizleyip Yahudi ileri gelenlerinden bazılarını davet etti ve onlara, “Ey Yahudi cemaati! Siz benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi.

Yahudiler, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık ver­diler ve bu sözlerini üç sefer tekrarladılar.

Bundan sonra Resûl-i Ekrem, “Sizin içinizde Abdullah İbni Selâm adında bi­risi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu.

Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Ken­di­si de babası da en faziletlimiz, en âlimimizdir” diye şehâdet ettiler.

Re­sû­lul­lah, “Abdullah İbni Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye sordu.

Yahudiler, “Hâşâ! Abdullah İbni Selâm, hiçbir vakit Müs­lüman olamaz!” de­diler.

Efendimiz, sualini üç sefer tekrarladı.

Her seferinde onlar da aynı inkârî cevabı verdiler.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriya, Abdullah İbni Selâm’a hitaben, “Yâ İbni Se­lam! Gel!” diye çağırdı.

Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıktı ve

اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu­ğu­nu ilan etti; Yahudilere de, “Ey Yahudi cemaati! Allah’tan korkunuz! Size ge­leni kabul ediniz. Vallahi, siz de bilirsiniz; o, yanınızdaki Tev­rat’­ta ismini ve sı­fa­tını yazılı bulduğunuz Re­sû­lul­lah’tır” diyerek on­ları İslam’a davet etti.[8]

Fakat Yahudiler, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!” de­diler ve onu, kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnat ederek kötülediler.

Abdullah b. Selam, “Yâ Re­sû­lal­lah! Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfterî bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi.

Resûl-i Ekrem, Yahudileri huzurundan çıkardı.

Abdullah İbni Selâm ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı ve halası da Müslüman oldu.[9]

Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah İbni Selâm’ı türlü türlü desise ve söz­lerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olmadılar.

Abdullah b. Selam’la birlikte birçok Yahudi âlimi de samimi olarak İslam’ı ka­bul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudi âlimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tâbi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terk etmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya başladılar.

Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, indirdiği ayet-i kerimede meâlen şöyle bu­yurdu:

“Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap içinde bir cemaat var­dır ki gece saat­le­rinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar.”[10]

MÜŞRİKLERİN TEHDİDİ

Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur için­de bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endi­şeye kapıldılar.

Medine’de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mek­ke’de uyguladık­ları, “halkı Resûl-i Ekrem Efendimizden uzaklaştırma” tar­zını burada da tatbik etmek istiyorlardı. Bu maksatla, onu himâyeye söz vermiş bulunan ensara, üst üste muhtıra mahiyetinde, ağır dille yazılmış iki mektup gönderdiler. Mek­tup­larda, ensarın bu himâyeden vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına ge­lecek her türlü hadiseye râzı olmaları gerektiği belirtiliyordu.

Fakat Ku­reyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üze­rinde hiçbir menfi tesir meydana getirmedi; bilâkis, sert cevaplarla karşılandı. Böylece, Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile kimseyi Hz. Re­sû­lul­lah’ın aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış olu­yorlardı.

Medine’de Korkulu Günlerin Yaşanması

Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından Peygamber Efendimiz de ha­ber­­dar olmuştu. Bu sebeple, Medine devamlı tayakkuz halinde idi. “Her an müş­­rik saldırısı olabileceği” ih­timaline binaen, Resûl-i Ekrem Efendimiz, de­vam­lı ihtiyatlı bulunuyor, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırı­yordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu.

Gerçekten, Medine’de Müslümanların durumu oldukça nâzikti. Çünkü bu­raya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine boy hedefi olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.

Hatta bir gün, bir ses işitilmişti. Sesi duyan feryadı bas­mıştı. Her haslette zirvede olan Resûl-i Kibriya, cesarette de zirve noktadaydı. Hemen kılıcını ku­şanıp atına atlayarak yanlarına varmış, kendilerini teselli ve teskin etmişti.

Enes b. Mâlik (r.a.) der ki:

“Ne zaman bir feryat kopsa, Re­sû­lul­lah’ı, atla oraya yetişmiş bulurduk!”[11]

Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları Resûl-i Ekrem’in himâyesinden vazgeçirmek için sadece bu muhtıra mahiyetindeki mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Bu meyanda bazı ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesat düşürmeyi de plânlı bir şekilde yürütüyor­lardı.

Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, Re­sû­lul­lah’ı bağırlarına bas­mada, İslam’ı yaşayıp yaşatmada, muhacir Müslümanlara her türlü yar­dımda bulunmada zerre kadar tereddüde kapılmadılar ve geri durmadılar; bilâkis, daha ciddi ve samimi bir tarzda bu hizmetlerini de­vam ettirdiler.


______________________________________________________________________________________

[1] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 2, s. 16; Müslim, Sahih, c. 4, s. 120.
[2] bkz. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet: Medine Devri, c. 1, s. 30.
[3] Tecrid Tercemesi, c. 10, s. 123.
[4] Buharî, Sahih, c. 2, s. 309.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 163; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 266.
[6] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 235; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 922; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 92.
[7] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 335; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 108.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 164; Buharî, Sahih, c. 2, s. 335.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164.
[10] Âl-i İmrân, 113.
[11] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 373; Müslim, Sahih, c. 7, s. 72