(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı / Milâdî 628)

Hükümdarları İslam’a davet kararı alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashap­tan Abdullah b. Huzafe’yi de İran Kisrâsı Per­viz b. Hürmüz’e elçi olarak gön­derdi.

İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah b. Hu­zafe, Pey­gam­be­ri­mizin İslam’a davet mektubunu bizzat Kis­râ Per­viz’in eline teslim etti. Kisrâ, mek­tubu kâtibine okut­tu:

“Bismillahirrahmânirrahîm!

“Allah Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!”

Bu hitap, Kisrâ’yı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunması­na müsaade etmeden ve muhtevasını öğrenmeden, “Şuna bak! Be­nim kulum, kölem olan kişi, (hâşâ) kalkıyor da bana mektup yazıyor!” diyerek Hz. Re­­sû­lul­lah’ın mübarek mektubunu alıp ortadan küstahça yırt­tı;[1]sonra da had­dini aşarak, elçi Abdullah b. Hu­za­fe’­ye, “Mülk ve saltanat bana mahsustur! Be­nim bu husus­ta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından asla endişem ve korkum yoktur! Firavun, İsrailoğullarına hâkim olmuş­tu! Siz, on­lardan daha güçlü değilsiniz! Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel ola­cak ne var? Ben, Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!” diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı.[2]

Abdullah b. Huzafe’nin Medine’ye Dönüşü

Hz. Abdullah b. Huzafe, Peygamber Efendimizin İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çı­kartılmaz hemen bineğine atlayarak Me­dine’nin yolunu tuttu.

O sırada Kisrâ’nın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.

Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, sen de onu ve onun mülkünü parçala!” diye Kis­râ’­ya beddua etti.[3]

Bu bedduanın tesiriyledir ki Kisrâ Perviz’in oğlu Şî­re­veyh, hançerle onu par­çaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Haz­ret­leri ise, İran saltanatını paramparça etti. Sasanîye dev­le­tinin hiçbir yerde şevketi kalmadı.[4]

Pey­gam­be­ri­mizin Gönderdiği Mektup

Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Per­viz’e gönderdiği İslam’a davet mektubunun tam metni şöy­leydi:

“Bismillahirrahmânirrahîm!

“Allah’ın Resûlü Muhammed’den Farsların Büyüğü Kis­râ’­ya!

“Doğru yola gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Al­lah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Mu­hammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şe­hâ­det edenlere selam olsun!

“Ben, seni Allah’ın dinine [İslam’a] davet ediyorum; çün­kü ben, bütün in­san­lara ‘hayatı olan kişilere (gelecek teh­likeleri) haber ver­mek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ (Yâsin, 70) peygamber ola­rak gönderildim.

“Müslüman ol ki selamete eresin! Eğer davetimden yüz çevirirsen, Mecusi kavminin günahı senin boynuna olsun!”[5]

Kisrânın, Yemen Vâlisine Emri

Kisrâ, Efendimizin mübarek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını din­di­rememişti; Yemen Vâlisi Bâzân’a, “Duyduğuma göre, Ku­reyş’ten biri or­taya çıkmış, peygam­ber­lik dava ediyormuş! Sen, güçlü kuvvetli adamlarından iki­si­ni gönder; onu bağlayıp getirsinler!” diye haber gönderdi.[6]

Bâzân, emri yerine getirmede gecikmedi: Peygamber Efendimize iki kişi gön­derdi; ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâ’­ya teslim olmasını emreden bir mektup verdi!

Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Baba­veyh, Efendimize hitaben, “Kisrâ, Vâli Bâzân’a yazı yazıp, seni kendisine ge­tirmek üzere sana adam gönderme­sini emretti. Bâzân da beni sana gönderdi. Eğer benimle gelirsen, Yemen Vâlisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır; eğer benimle birlikte gel­mekten çekinirsen, Kisrâ seni de, senin kavmini de yok eder, mem­le­ketini de yıkar!” dedikten sonra, Bâzân’ın mektubu­nu verdi.[7]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhte­vasını öğrendikten sonra gülümsedi; son­ra da onları İslamiyete davet etti.

Elçiler, Efendimizin huzurunda mânevî heybetinden dolayı tir tir titriyor­lardı; fakat bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz sadece, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veri­rim” deyip onları huzurundan çıkardı.[8]

Ertesi gün Resûl-i Kibriya Efendimiz, vahiyle gelen şu ha­beri onlara iletti:

“Yüce Allah, Kisrâ’ya, oğlu Şîreveyh’i musallat kıldı; Şî­re­veyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatinde öldürdü!”[9]

Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.

Peygamber Efendimiz, ayrıca onlara hitaben, “Bâzân’a deyiniz ki: ‘Benim di­nim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ula­­şacaktır!’ Yine ona deyiniz ki: ‘Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare et­mekte olduğun yerleri sana vereceğim; seni, Eb­na­lar’­dan (Güney Arabis­tan’da yerleşen İranlılar) meydana gelen kavme hükümdar yapacağım!’”[10]diye buyurdu.

Bunun üzerine, Bâzân’ın adamları Yemen’e döndüler; olup bitenleri anlatıp, Pey­gam­be­ri­mizden görüp duyduklarını naklettiler.

Vâli Bâzân, “Vallahi, bu, hükümdar sözü değildir; öyle sa­nıyorum ki bu zât, dediği gibi, bir peygamberdir!”[11]de­mekten kendini alamadı; sonra da, gönder­diği adamları­na, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiçbir şeyden korkmayan ve muhâfızsız bulunan bir hükümdar görmedik! Mütevazı ve yaya olarak halk arasında yü­rüyordu!” cevabını verdiler.

Bâzân, bir müddet beklemeyi uygun buldu; “Kisrâ hakkında söylemiş ol­duğu sözün neticesini bekleyelim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygam­berdir; şayet dediği doğru çık­mazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi.[12]

Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki Kisrâ’nın oğlu Şîre­veyh’ten, Bâzân’a şu mektup geldi:

“Ben, Kisrâ’yı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrâ’nın sana yazı yaz­mış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiçbir teşebbüse geçme!”[13]

Hesap ettiler: Gördüler ki Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efen­dimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyor![14]

Bâzân’ın gönül âlemi, bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı! “Mu­hammed ﷺ, muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir pey­gamberdir” diyerek Müslüman oldu.[15]

Onu, Yemen’de oturan Ebnalar’ın Müslüman olması takip etti.[16]

Bâzân, daha sonra da, Müslüman olduklarını, Resûl-i Ekrem Efendimize ha­ber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a Vâlisi tayin etti. Bu, Pey­gam­be­ri­mizin tayin ettiği ilk vâli idi ve İran vâlilerinden imana gelen ilk zâttı.[17]

Pey­gam­be­ri­mizin Kisrâya Gönderdiği Mektubun Aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dün­ya Harbi’nin so­nunda Henri Pharaon’un babası, Şam’­da yüz elli altına satın almış ve mahiye­ti­ni bilemediğinden ve­ya açığa vurmak istemediğinden olacak ki gizli tut­muş­tur.

Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre, bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır; ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeveyle muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.

Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir; sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır.

Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir.

Mektubun ebadı, ince uzundur; fakat üst kısmı alt kısmından geniştir.

Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cmile 21,5 cmarasında değişmektedir.

Çizilen satırların altında daireyi andıran bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.

Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yer­lerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafiflet­miş ve mührün ortasına doğru bulunan (RESÛL) kelimesindeki (R) harfi hâriç, mühürdeki yazıyı silmiştir.

Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yır­tık izi tersine bir (L) harfi manzarası arz etmektedir.

Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden fark edi­le­bi­len ve daha sonraki devre âit deriden yapılma ince bir iplikle di­kil­miştir.

Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uy­mak­tadır.[18]


___________________________________________________________________

[1]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590; Taberî, Tarih, c. 3, s. 90; Hale­bî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[2]Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 590.
[3]İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71.
[4]Babasını öldürüp yerine geçen Şîreveyh, ancak altı ay yaşayabilmiştir. Saltanatın verdiği ihti­rasla, kardeşlerini de öldürtmüştü. Kendisine halef olacak erkek evladı da bulunmadığından, halk Şîreveyh’in Buran adındaki kızını saltanat tahtına geçirmişti. Peygamber Efendimiz bunu duyunca, “Mukadderatını bir kadının eline veren millet, felâh bulmaz!” diye buyurmuşlardı. Bu veciz ifadele­riyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ın âmme hukukunun en mühim bir kaide­si­ni ortaya koymuş­tur. Bu kâideye göre, İslam hukukunda “âmme velâyeti” denilen devlet teş­ki­lâtı reisliği, ancak bir erkek vatandaş tarafından tem­sil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bu mevkiye kadın se­çilemez; çünkü, kadının fıtratı birçok cihetten bu çok ağır vazifeyi yük­lenip yürütmeye müsait de­ğildir. Bu sebepledir ki İslam hukukunda kadının alış veriş, şe­hâ­det, şirket, vesayet, veraset, vekâlet, hibe gibi her türlü medenî akid ve tasarrufları, sâir mil­let­lerin hukukuna nisbetle en geniş ölçüde muteber ve ticarî sahadaki çalışması meşru olduğu hâl­de, devlet başkanlığına seçilebilmesi husu­sunda kadın için herhangi bir hak kabul edil­memiştir (Tecrid Tercemesi, c. 10. s. 450).
[5]İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 508; İbn Kayyim, a.g.e., c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 291.
[6]Taberî, Tarih, c. 3, s. 90.
[7]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 90-91.
[8]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[9]İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 260; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 292.
[10]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[11]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[12]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[13]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[14]İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 260.
[15]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[16]Taberî, a.g.e., c. 3, s. 91.
[17]A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefa, c. 1, s. 182.
[18]Prof. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 260-261.