Hicret’ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ[1]ve Mîrac[2]mucizesi vuku buldu. Şöyle ki:
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram’dan[3]alıp Burak’la Mescid-i Aksâ’ya[4]götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenab-ı Hakk’ın kudretine delâlet eden ayet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı. Semâ tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Habib-i Hüda Efendimiz, sonra da Sidre-i Münteha makamına götürüldü. Oradan da “imkân ve vücub ortasında da Kàb‑ı Kavseyn’le işaret olunan” makama çıktı. Kendilerine birçok acîb ve garip şeyler temâşâ ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde, mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın bizzat kelâmını işitti ve Cemâl-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece Hâne-i Saadetine geldi.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mucizesini Kur’an-ı Azîmüşşan’ında bize şöyle haber verir:
“Kulunu (Muhammed’i [a.s.m.]) bir gece Mescid-i Haram’dan (alıp) Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Allah Teâlâ her türlü noksanlıktan) münezzehtir. (O Mescid-i Aksâ ki) Biz onun etrafına (feyz) ve bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona (o peygambere) ayetlerimizden (kudretimize delâlet eden harikalardan) bazılarını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.”[5]
Bu ayet-i kerime aynı zamanda İsrâ ve Mîrac mucizesinin hikmetini de beyan etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Sözler isimli eserinin Mîrac-ı Nebevîyeye dair kısmında, “Mîrac meselesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü Allah’ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Mîractan bahsedilmez. Evvela, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor” dedikten sonra “Hikmet‑i Mîrac nedir?” sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hadisenin hikmetlerini şöylece izah eder:
“Mîracın hikmeti o kadar yüksektir ki fikr-i beşer ulaşamıyor, o kadar derindir ki ona yetişemiyor, o kadar incedir ve lâtiftir ki akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bâzı işaretlerle, hakikatleri bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
“Şu Kâinatın Hâlık’ı, şu kesret tabakatında nur-u Vahdetini ve tecelli-i Ehadiyyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından ta mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir mîracla bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, Kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur nâmına, makasıd-ı İlâhîyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşâhede etmek ve ettirmektir. Hem sâni-i âlemin, âsârın şehâdetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizatihîdirler, yani bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurun içinde câmiiyyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın numunelerini gösteren fert, en sevimlidir. İşte, sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını, bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehadiyyet sırrıyla göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde‑i evvel olan çekirdekten, ta münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir mîracla, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki halet-i kutsîyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip fermanıyla tavzif etmektir.
“Şimdi şu hikmet-i âliyyeye bakmak için ‘iki temsil’ dürbünüyle tarassud edeceğiz.
“Birinci temsil:
“Nasıl ki bir sultan-ı zîşanın, pek çok hazinesi ve o hazinelerde pek çok cevahirin envaı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya, ilim ve ıttılaı olsa… Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi mârifetinin garibelerini izhar edip göstersin; tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. Ve şu hikmete binaen elbette, cesim, muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatiyle süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mucizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra, nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acîb san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsûlâtın mahzenlerini göstere göstere, ta daire-i hususîyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının mâdeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemâlâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Ta o sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşiyle, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarını işaretlerini öğretip, —derunundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?— o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdabını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.
“Aynen öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىEzel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki:
“Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki her bir mevcut, pek çok dillerle O’nun kemâlâtını zikreder, pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalâa ediyor. Hâlbuki o kitap, esmâ ve kemâlât-ı İlâhîyyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği ayetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte, şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemâlât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sani-i Zülkemâl’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın ayetlerinin manasını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menbalarını ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulvîyyede birisini gezirsin. Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve ahiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muallim ve saltanat-ı Rububiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhîyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeyle tavzif etsin. Mûcizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir fermanla o şahsı, Zât-ı Zülcelâl’in has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin.
“İşte, mîracın pek çok hikmetinden şu temsil dürbünüyle bir ikisini numune olarak gösterdik. Sâirlerini kıyas edebilirsin.
“İkinci Temsil:
“Nasıl ki bir zât-ı zîfünun, mûciznüma bir kitabı telif edip yazsa… öyle bir kitap ki her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar lâtif manalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatler, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa, bütün o kitabın maanî ve hakaikları, o kâtib-i mûciznümanın kemâlât-ı mânevîyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Herhalde o kitabı, bazılara ders verecek. Ta o kıymettar kitap, manasız kalıp beyhude olmasın. Onun gizli kemâlâtı zâhir olup kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meanisiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden ta nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
“Aynen öyle de, Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfatını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle her bir harfi, binler manayı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr-ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, ta münteha sahifesi olan daire- i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte, şu temsille mîracın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.”[6]
Peygamberimizin Dilinden İsrâ ve Mîrac Mucizesi
İsrâ ve Mîrac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekuta dair sırlarla dolu Resûl-i Kibriya Efendimizin muazzam bir mucizesi olduğundan, müteaddit tariklerle güzide sahabeler tarafından Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir gece Kâbe-i Muazzama’nın Hatim kısmında yatarken, Hz. Cebrail gelip göğsünü yardı ve kalbini zemzem suyuyla yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habib-i Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril’in (a.s.) refakatinde yol aldılar. Burak, adımını, gözünün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu! Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibril’le (a.s.) birlikte Beyt-i Makdis’e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Orada, onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imam olarak onlara namaz kıldırması demek, onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.[7]
Sunulan Üç Bardak
Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, “Eğer suyu alırsa, kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanaatkâr olur. Şerbeti alırsa, kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa, kendisi de ümmeti de doğruyu bulur!” diye bir ses işitti.
Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrail, “Yâ Muhammed!” dedi. “Sen, fıtrî ve tabii olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz.”[8]
Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görüşme
Beytü’l-Makdis’te yüksek makamlara çıkmak için mîrac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrail’le (a.s.) birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler. Nihayet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrail, gök kapısını çaldı:
“Kim o?” denildi.
“Cibril’im!”
“Yanındaki kim?” diye soruldu.
“Muhammed” dedi.
“Ona gelsin diye haber gönderildi mi?” denildi.
Cebrail (a.s.), “Evet, gönderildi” dedi.
Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında birtakım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Hoş geldin, safâ geldin, sâlih peygamber, sâlih oğul!” dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrail’e, “Bu kim?” diye sordu.
Hz. Cebrail, “Bu, senin baban Âdem’dir. Şu sağındaki solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik, solundakiler cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca da ağlar!”[9]cevabını verdi.
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriya Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsa ile (a.s.) karşılaştı.
Hz. Cebrail, “Bu gördüklerin, Yahya ile İsa’dır. Onlara selam ver” dedi.
Selamlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, “Hoş geldin, safâ geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş” dediler.
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Cebrail’le birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrahim’le (a.s.) görüştü. Onların hepsi de kendisine “hoş geldin”de bulundular ve mîracını tebrik ettiler.
Sidre-i Münteha’da
Cebrail (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yüseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriya’nın karşısına Sidre-i Münteha sahası açıldı.
Cebrail, “İşte bu, Sidre-i Münteha’dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Münteha’dan dört nehrin aktığını gördü.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrail’i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke’nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, daha sonra, yanında Cebrail olmadığı halde, “imkân ve vücub ortasında Kàb-ı Kavseyn’le işaret olunan” makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zülcelâl’in sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o ânı şöyle tasvir eder:
Söyleşirken Cebrail ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selam.
Aldı ol şah-ı cihanı ol zaman
Sidre’den götürdü vü gitdi heman
Bir feza oldu o demde ru-nüma
Ne mekân var anda, ne arz-ü sema
Kim ne hâlîdir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hâl
Ref’ olup ol şaha yetmiş bin hicab
Nur-ı tevhid açdı vechinde nikab
Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı “Yâ Muhammed gel berü”
Çün kamusını görüp geçti öte
Vardı irişdi ol ulu Hazrete
Şeş cihetten ol münezzeh Zülcelâl
Bî-kem-ü keyf ana gösterdi cemâl
Zaten ol sultan-ı ma zağa’l-basar[10]
Eylemişti Hakk’a tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti
Ahirette öyle görür ümmeti
Bî-huruf ü lâf-ü savt ol padişah
Mustafa’ya söyledi bî-iştibah.
Beş Vakit Namazın Farz Kılınışı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mîrac gecesinde birçok İlâhî tecelliye, hitap ve iltifata mazhar kılındı. Erkân-ı imaniyenin hakikatlerini gözle gördü; melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i müşâhede etti.
Ayrıca bu gece, her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, ilk önce her gün elli vakit namazı farz kıldı.
Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Mûsa’ya uğrayınca o “Allah Teâlâ, ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Elli vakit namazı farz kıldı” dedi.
Bunun üzerine Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun. Ümmetin buna takat getiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem, dönüp Cenab-ı Hakk’a yalvardı. Allah Teâlâ, on vakit namazı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Mûsa’nın yanına döndü ve “Allah, elli vakit namazdan on vaktini indirdi” dedi.
Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine Cenab-ı Hakk’a döndü ve niyazda bulundu. Allah Teâlâ on vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa’nın yanına geldi ve “Allah, on vakit daha indirdi” dedi.
Hz. Mûsa yine “Rabbine dön ve niyazda bulun; çünkü ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Hz. Resûlullah, yine döndü ve Yüce Allah’a niyazda bulundu. Cenab-ı Hak, yine on vakit daha indirdi. Aynı şekilde on vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulundu.
On vakte indirilince, Resûl-i Kibriya Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa’ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı; “Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez” dedi.
Resûl-i Kibriya yine dönüp Yüce Mevlâsına niyazda bulundu.
Cenab-ı Hak, “Yâ Muhammed! Benim katımda hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde beş vakit namazdır. Her namaz için de on ecir vardır ki bu da elli namaz eder” buyurdu.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa’ya uğradı.
Hz. Mûsa sordu: “Ne emrolundun?”
Peygamberimiz, “Her gün beş vakit namazla emrolundum” dedi.
Hz. Mûsa, “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrailoğullarını çok tecrübe ettim; bilirim. Sen, dön de, biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et” dedi.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Rabbime çok niyaz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hâya ederim”[11]dedi.
Böylece, beş vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafından Mîrac gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.
Peygamberimizin, İsrâ ve Mîrac Mucizesini Müşriklere Açıklaması
“İmkân ve vücub ortasında Kàb-ı Kavseyn’le işaret olunan makama” giren ve mekândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın kelâmına ve rü’yetine mazhar olan Resûl-i Kibriya Efendimiz, aynı gece Hâne-i Saadetine geldi.
Sabahleyin mîracını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Kureyş’e haber verip anlatmak istedi. Ancak amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmühanî ridâsına yapışarak, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Sakın bunu halka anlatma; seni yalanlarlar ve seni üzerler!” dedi.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Vallahi ben onu anlatacağım!” dedi ve halkın yanına varıp mîracını haber verdi.
Kureyşliler şaşırdılar; “Yâ Muhammed! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Delili şudur ki filan oğulların devesine filan vadide, filan yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar, arıyorlardı. Onları develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam’a yöneldim.
“Sonra dönüşümde Dabhanan’a geldiğimde, filan oğulların kafilesine rastladım; halkı uyuyordu. Onlara âit, üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp, içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm!
“Başka bir delilim de şudur:
“Sizlere âit bir kafileye Ten’im yokuşunda rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu”[12]dedi.
Halk merak içinde ve süratle Seniyye mevkiine çıktı.
Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi, önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kabına baktılar; üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülüydü, ama içinde su yoktu!
Müşrikler şaşırdılar ve “Tıpkı dediği gibiymiş!” dediler.[13]
Müşrikler, Peygamberimizin haber verdiği diğer haberleri de araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen iman edip Peygamberimizin davasını tasdik etmediler.
Müşriklerin, Beytü’l-Makdis’in Tarifini İstemeleri
İsrâ ve Mîrac mucizesini kabul etmemekte direnen Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlardı. Birçoğu, “Deveyle Mekke’den Şam’a gidiş bir ay, dönüş de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nasıl gidip Mekke’ye döner?” dediler.
İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, Peygamber Efendimize gelerek, “Mescid-i Aksâ’yı bize tarif edebilir misin? diye sordular.
Resûlullah Efendimiz, “Gittim, tarif edebilirim” cevabını verdi.
Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:
“Onların yalanlamalarından ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta o âna kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak, birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü’l-Makdis’in kaç kapısı var?’ diye sormuşlardı. Hâlbuki, ben onun kapılarını saymamıştım! Beytü’l-Makdis karşımda görününce, ona bakmaya ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım.”[14]
Bunun üzerine müşrikler, “Vallahi, tastamam ve doğru tarif ettin!” dediler. Buna rağmen iman etmediler.
Hz. Ebû Bekir’in Tereddütsüz Tasdiki!
Mekke halkı arasında gönülleri İslam’a ısınıvermiş, fakat Mîrac haberiyle birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhal Hz. Ebû Bekir’e koştular ve “Yâ Ebû Bekir!” dediler. “Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söyledi!”
Hz. Ebû Bekir: “Siz bunları ondan mı duydunuz?”
“Evet…” dediler. “Aynen ondan duyduk.”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Vallahi” dedi. “O söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur! Siz buna hiç şaşmayın!” Sonra da, kalkıp doğruca Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına gitti ve “Yâ Resûlallah! Sen, şu halka bu gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu.
Peygamberimiz, “Evet…” deyince, Hz. Ebû Bekir, “Doğru söylüyorsun! Senin, Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet ederim!” dedi.
Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, “Yâ Ebû Bekir! Sen zaten sıddıksın!” buyurdu.[15]
Ve o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, “Sıddık” diye anılmaya başlandı. Sıddık: Şeksiz şüphesiz doğrulayan…
MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR
Sual:
Şu Mîrac-ı Azim, niçin Muhammed-i Arabî’ye ﷺ mahsustur?
El-Cevap:
Evvela: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddese’den, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik, Nübüvvet-i Ahmediye’ye ﷺ dair, 114 işârî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdeye”de göstermiştir.
Sâniyen: Tarihçe sâbit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediye’den ﷺ biraz evvel, nübüvvetine ve Ahir zaman Peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye ﷺ gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutiyle, Kisrâ-yı Fâris’in saray-ı meşhuresi olan eyvanı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer harika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azime huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarekat-ı Ahmediye’den ﷺ deve gibi enin ederek ağlaması, وَانْشَقَّ الْقَمَرُnass ile şakk-ı kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mûcizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâdetiyle secaya-yı samiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Din-i İslam’daki mehasin-i ahlâkın şehâdetiyle, şeriatında en âlî hisal-ı hamide, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaret’inde işaret edildiği gibi, ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en azamî bir derecede Zât-ı Ahmediye ﷺ dinindeki azamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.
Hem Sani-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilan etmek istemesine mukabil, —tevhidin en azamî bir derecede— bütün meratib-i tevhidi ilan eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem, sahib-âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-i zâtîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin sânii, gayet harika mucizeleriyle ve gayet kıymettar cevahirlerle dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı enva-ı acayip ve zinetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanilere ve melâikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir surette ve en azamî bir derecede hakaik-ı Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâl’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyatı ve arzu-yu İlâhîyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem Rabbü’l-Âlemin, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, faniden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifa eden, yine bilbedahe o zâttır.
İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en azamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât, elbette o Mîrac-ı Azim’le Kàb-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebedîye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların saniinde, gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide, san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi ve letaif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “maşallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’at-perver ve san’atını çok seven saniin nazarında en ziyade mahbub o olacaktır.
İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı, “Sübhanallah, Maşallah, Allahü Ekber” diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zâttır.
İşte, böyle bir zât ki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِsırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salâvatı, onun mânevî kemâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdiveniyle cennete, Sidretü’l-Münteha’ya, Arş’a ve Kàb-ı Kavseyn’e kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 539-542)
* * *
Sual:
Bin müşkîlât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?
Cevap:
Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i senevîyesiyle bir dakikada takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl, bir insanı Arş’a getiremez mi? Şemsin câzibesi denilen bir kanun-u Rabbani’yle, mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, câzibe-i rahmet-i Rahmân’la ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel’le bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahmân’a çıkaramaz mı?
* * *
Sual:
Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter.
Cevap:
Madem Sani-i Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâl-i beşeriyenin netaic-i uhrevîyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arş’a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, ta Arş’a kadar beraber alması muktezay-ı akıl ve hikmettir. Nasıl ki cennette, hikmet-i İlâhîyye, cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü pek çok vezaif-i ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan, cesettir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem, cennete cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetü’l-Me’va gövdesi olan Sidre-i Münteha’ya uruc eden Zât-ı Ahmediye ﷺ ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.
Sual:
Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen muhaldir.
Cevap:
Sani-i Zülcelâl’in san’atında harekât, nihayet, derecede muhteliftir. Mesela, savtın süratiyle, ziya, elektrik, ruh, hayal süratleri ne kadar mütefavit olduğu malum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda süratli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki bir zaman-ı vahid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
Şu manaya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki o saatte on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, ta aşireleri sayacak gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, Arz’ın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vahidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle Arz’ın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte, zaman —çünkü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cârî olan bir hüküm, zamanda dahi cârîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde, aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen saatte Resûl-i Ekrem ﷺ, Burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı katedip acaib-i mülk ve melekutu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
* * *
Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâkî olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsâli olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?
Biz de deriz ki: Emsâli o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar, gözüyle, yerden ta Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların ta arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mîracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr-ü sülûkla, Arş’tan ve daire-i esmâ ve sıfattan kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylani, İmam-ı Rabbani gibi bâzı zâtların ihbarat-ı sâdıkalarıyla, bir dakikada Arş’a kadar uruc-u ruhanileri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melâikelerin Arş’tan ferşe, ferşten Arş’a kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan Zât-ı Ahmediye’nin ﷺ seyr-ü sülûkuna medar bir mîracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 534-536).
* * *
Sual:
Mîracın semeratı ve faydası nedir?
Elcevap:
Şu şecere-i Tûba-i Mânevîye olan Mîrac’ın beş yüzden fazla meyvelerinden numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.
Birinci Meyve
Erkân-ı imaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, cenneti, ahireti, hatta Zât-ı Zülcelâl’i gözle müşâhede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile o kâinatı; kutsî Mektûbat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fani, bekasız bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kutsîyye ile Ahsen-i Takvim’de, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-ı Samedaniyyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultanı-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve cennet-i bâkîyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.
İkinci Meyve
Sani-i mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabbü’l-Âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslamiyetin, başta namaz, esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki o marziyyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes, büyükçe bir velîyy-i nimet yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Keşke bir vasıta-i muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim” der. Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.
İşte, Zât-ı Ahmediye ﷺ, yetmiş bir perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyyatını doğrudan doğruya Mîrac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki o Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl’in bir misafirhânesinde mumdarlık eder. İşte, Zât-ı Ahmediye ﷺ, öyle bir Zât-ı Zülcelâl’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
Üçüncü Meyve
Saadet-i ebedîyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mîrac vasıtasıyla ve kendi gözüyle cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebedîyeyi kat’iyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebedîyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve îdam-ı ebedîyle kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez. Bir adama, îdam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
Dördüncü Meyve
Rü’yet-i cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani, her kalp sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Hâlbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelâl-i ve’l-Kemâl’in saadet-i ebedîyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
Beşinci Meyve
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mîrac’la anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o kadar yüksek bir makama çıkarır ki kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki tasvir edilmez. Çünkü âdi bir nefere denilse, “Sen, müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Hâlbuki, fani, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden ebedî, bâkî bir cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmân’ın rahmetinde ve hayal süratinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekutunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebedîyede rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Mesela: Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müthiş cenazelerle dolu. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte, biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse. O müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse. O yetimane ağlayışlar, senakârane “Yaşasınlar!” hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar, terhisat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte, Mîrac-ı Ahmediye’nin ﷺ bir meyvesi olan nur-u imandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit, yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadâlar, firak ve zevâlden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mîrac olan hakaik-ı erkân-ı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâl’ine zâkir ve müsebbih ve mevt ve zevâl, bir nevi terhis ve vazifeden azat etmek ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir.
İkinci Temsil: Seninle biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte, o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve biçare insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbâli, müthiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mîrac olan marziyyat-ı İlâhîyye ile şu dünya, gayet kerim bir zâtın misafirhânesi, insanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbâl dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebedîye gibi parlak göründüğü vakit ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 544-547).
_____________________________________________
[1] “İsrâ”, gece yürüyüşü ve yolculuğu demektir.
[2] Mîrac, “Yükseğe çıkmak” manasına olan “uruç”tan alınmış isimdir ve “merdiven” demektir. Bu itibarla Mîrac, Resûl-i Ekrem Efendimizin yeryüzünden ulvî makamlara yükselme vasıtası demek oluyor. Mîracı anlatan hadislerde Peygamber Efendimizin “Urîce bi (Yükseğe çıkarıldım)” tâbiri sebebiyle bu mûcize “Mîrac” adıyla anılmıştır.
[3] Mescid-i Haram: Mekke Mescidi’dir ki Kâbe-i Muazzama’nın etrafında ve Kâbe’yi içine alan bugünkü tavaf sahasıdır. Bu mübarek sahaya “Harem-i Şerif” de denilir. “Harem” denilmesi, bu sahaya hürmet göstermenin vacip olması sebebiyledir.
[4] Mescid-i Aksâ: Kudüs Mescidi’dir. Diğer bir adı “Beyt-i Makdis”tir. Yeryüzünde ilk defa Kâbe, ondan sonra Mescid-i Aksâ bina kılınmıştır. Mescid-i Haram’dan yaya yürüyüşüyle bir aylık uzaklıktadır.
[5] İsrâ, 1.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 536-539.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 525.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 38.
[9] Müslim, Sahih, c. 1, s. 102.
[10] Sultan-ı ma zağa’l-basar, “gözü gördüğünden şaşmayan sultan” demektir. Burada, Peygamber Efendimiz kastediliyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim aynı hakikati ifade ediyor: ”Peygamberin gözü gördüğünden şaşmadı ve onu aşmadı.” (Necm, 17)
[11] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 50; Buharî, Sahih, c. 2, s. 328; Müslim, Sahih, c. 1, s. 101.
[12] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 43-44.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 44.
[14] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 215; Müslim, Sahih, c. 1, s. 108.
[15] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 40; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 170.