Boykot uygulamasının kaldırılması, Pey­gam­be­ri­mize ve ashab-ı kirama ge­niş bir nefes aldırdı. Bu sırada peşpeşe İslam sînesine koşmalar görüldü.

İslam’a gönül verenler arasında yirmi kadar Hıristiyan da vardı. Bunlar, Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlardan, Pey­gam­be­ri­miz ve İslamiyet hak­kında duyduklarını yerinde araştırmak için Mekke’ye gelmişlerdi!

Kâbe’nin yanında Peygamber Efendimizle buluşan Hıristiyan grup, birçok soru sordu. Sorularına mükemmel cevaplar alınca sevindiler.

Daha sonra Resûl-i Ekrem, kendilerini Allah’ın birliğine ima­na davet etti, Kur’an okudu. Kur’an’ın azameti karşısında gönülleri İslam’a karşı muhab­betle doldu. Gözyaşları arasında, yirmisi birden orada İslamiyetle müşerref ol­du.

Hadise, Ku­reyşli müşrikleri fena halde kızdırdı. Putperestlerin Müslüman olmasını engellemeye çalışırlarken, şimdi de Hıristiyanlar, kendi ayaklarıyla gelip İslamiyete giriyorlardı!

Başta Ebû Cehil olmak üzere bir kısım müşrik, onların yolunu keserek, bin bir hakaretten sonra, “Allah belânızı versin! Sizler, bu adamın ne dediğini öğ­renmek için buraya gönderilmişken, onunla düşüp kalktınız ve sonunda dini­nizden ayrılıp ona uydunuz. Bu, düpedüz bir ahmaklıktır!” dediler.

Fakat İslam’la müşerref olan bu bahtiyarlar, müşriklerin hakaret dolu sözle­rine aldırış etmediler ve “Bize karşı yaptığınız câhilliği, biz size yapamayız” diyerek, güzel bir cevapta bulundular.

Kasas Suresi’nin 51-55’inci ayetlerinin, bu kimseler hakkında nâzil olduğu rivayet edilmiştir.[1]

EFENDİMİZE YAPILAN İLÂHÎ İKAZ

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir gün İslamiyete ve Müslümanlara şiddetli mu­halefetleriyle bilinen Velid b. Mu­ğîre, Utbe b. Rebîa, Ümeyye b. Halef gibi bir­çok Ku­reyş ileri geleniyle ko­nuşuyor, onlara iman ve Kur’an haki­kat­lerin­den bahsediyordu.

Zaman zaman muhatablarının dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, “Nasıl, güzel değil mi?” diye soruyordu.

O sırada bir hak âşığı çıkageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mana gözü açık bu zât, Hz. Hatice’nin dayısının oğlu, ashaptan Abdullah b. Ümmî Mek­tum idi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle konuştuğu­nun farkında değildi. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Beni irşad et! Bana Kur’an okut! Al­lah’ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret!”

Efendimizin bütün dikkatini Ku­reyş ileri gelenleri üzerine, İslamiyeti an­latmak için teksif ettiğini fark edemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tek­rarlayıp durdu.

Peygamber Efendimiz bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. Zira, o, her zaman gelip kendisinden İslamiyetle ilgili her şeyi öğ­renebilirdi. Ama Ku­reyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma imkânını elde etmeyebilirdi. Onların İslamiyeti kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vaz­geçmeleri ise, Ku­reyş’in toptan Müslüman olması ma­na­sına geliyordu!

İşte, bu sebeple Fahr-i Âlem Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden rahatsız olmuştu ve bunu haliyle de izhar etmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ku­reyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kal­kacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Suresi nâzil oldu.[2]

Surede Efendimizin davranışından bahisle şöyle buyrulu­yor­du:

“(Peygamber) Hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi, kendisine o âmâ geldi diye… Ne bilirsin, belki o (cehalet kirinden) temizlenecek yahut öğüt alacaktı da öğüt kendisine fayda verecekti? Ama (malıyla Allah’a) ihtiyaç göstermeyene ge­lince… Sen, ona dönüp sesine kulak veriyorsun! Onun İslamiyeti kabul etmeyip temizlenmemesin­den sana ne? Ama sana can atarak gelen Allah’tan korkmuş iken, sen ondan yüz çeviriyorsun! Hayır, sakın bir daha böyle bir harekette bu­lunma! Çünkü o Kur’an bir öğüttür. Artık dileyen ondan öğüt alır.”[3]

Evet, kalplerinden şirkin pisliğini iman suyuyla gidermek istemeyen, Kur’an’ı dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi düşünmeyen kimselerin İslamiyete girmemesi ve nefsini temizlememesi, Resûl-i Kibriya’nın üzerine bir mes’uliyet yüklemiyordu. Çünkü onun vazifesi sadece İslam’ı hakkıyla tebliğ idi. Ancak hak ve hakikati öğrenmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap verme­mek, işte böylesine ikazı gerektiriyordu.

Cenab-ı Hak, konuyla ilgili indirdiği ayet-i kerimelerde mânen şöyle di­yordu:

“Zâhir gözü görmese de kulağı ve kalp gözü açık hidayet âşığı birini bırakı­yorsun da, zâhiren gözü bulunan ve fakat kalp gözü kör, hak sözü dinlemek şânından olmayan müstağnilerle uğraşıyorsun!”[4]

Bu hadise ve ikazdan sonra Resûl-i Ekrem, Abdullah İbni Ümmî Mektum’u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar ve “Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmasına sebep olan kişi!”[5]diyerek iltifat ederdi.

RÜKÂNE’YE GÖSTERİLEN İKİ MÛCİZE

Rükâne b. Abdi Yezid, müşriklerin sırtı yere getirilemeyen emsâlsiz pehli­vanlarından biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yazık ki Allah Resû­lüne karşı beslediği şiddetli kin ve düşmanlığını yenip, hakikî pehlivan olma şerefine ermeyi bir türlü istemiyordu.

Bu meşhur pehlivan, günün birinde Hz. Re­sû­lul­lah’la Mekke’nin bir vadi­sin­de karşılaştı. Gözleri husumet kıvılcımları saçıyordu. Allah Resûlü, “Ey Rü­kâne!” dedi. “Sen, kendisine imana davet ettiğim Allah’tan korkmaz mı­sın?”

Rükâne, “Eğer sözünün gerçek olduğuna kanaat getirseydim sana tâbi olur­dum!” cevabını verdi.

Resûl-i Ekrem, “Eğer seni yere vurursam, söyledikleri­min hak olduğuna inanır mısın?” diye sordu.

Rükâne, “Yâ Muhammed!” dedi. “Eğer beni yıkacak olu­r­an, sana iman ede­rim!”

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Kalk, haydi gü­reşel­im!” dedi.

Güreşmek için kalktılar. Mağrur Rükâne, daha ilk tutuşta kendini yerde bul­du. Neye uğradığının farkına varamadı; şaş­kındı. Derhal ayağa kalktı ve Re­sû­lul­lah Hazretlerine bir daha güreş teklif etti. Allah Resûlü kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu.

Hayret ve şaşkınlığı biraz daha artan Rükâne, üçüncü defa Re­sû­lul­lah’a gü­reş teklifinde bulundu. Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttuğu gibi yere vurdu.

“Beni yıkarsan söylediğinin hak olduğuna inanırım” diye Re­sû­lul­lah’a söz veren Rükâne, üç sefer sırtı yere geldiği halde yine şirkte inat etti ve “Yâ Mu­ham­med!” dedi. “Şüphesiz, sen bir sihirbazsın! Benimle yaptığın bu güreşe, doğ­rusu, şaştım kaldım!”

Böylece, Re­sû­lul­lah’tan gördüğü mucizeyi, “sihir” ithamıyla per­de­lemeye çalıştı.

Bir Başka Mucize…

Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resûlünün bir başka mucizesine şahit oldu.

“Doğrusu ben, seninle yaptığım bu güreşe şaştım kaldım” deyince, Allah Resûlü, “Bundan daha çok şaşılacak olanı da var; istersen sana onu da göstere­yim de Allah’tan kork, davetime tâbi ol!” de­di.

Rükâne, “Nedir, o şaşılacak şey?” dedi.

Allah Resûlü, “Şu semûre ağacını çağırayım. Bana geldiğini gör” dedi.

Rükâne, “Haydi, çağır da gelsin” dedi.

Allah Resûlü, azılı müşriğin gözü önünde semûre ağacına emretti: “Allah’ın izniyle bana gel!”

Ağaç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahr-i Kâinat’ın kar­şısında durdu.

Gözleri faltaşı gibi açılan Rükâne’nin kalp gözü hâlâ kapalı duruyordu. Bu açık mucizeler karşısında yine küfürde inat etti ve “Doğrusu, ben bugünkü gi­bi büyük bir sihir hayatımda görmedim!” dedi; sonra da, ağacın tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi.

Allah Resûlü, ağaca, “Allah’ın izniyle yerine dön” diye emretti. Ağaç, der­hal yerine döndü.

Bundan sonra Re­sû­lul­lah Efendimiz, Rükâne’yi tekrar Müslüman olmaya da­vet etti. Ancak o, küfürde inat etti ve davete icabet etmedi. Bunun üzerine Re­­sû­lul­lah’ın ken­di­sine son sözleri şunlar oldu:

“Yazıklar olsun sana!”

Hayret ve şaşkınlık içinde kavminin yanına dönen Rükâne, başından ge­çen­leri ve gördüklerini anlattıktan sonra, “Ey Abdi Menafoğulları!” dedi. “Ada­mı­nızla bütün dünyayı sihirley­ebi­lir­si­niz! Vallahi, şimdiye kadar ondan daha ma­haretli bir sihirbaz görmedim!”[6]

Hak ve hakikati kabul etmemekte her şeye rağmen inat edenler, bu inatla­rında kendilerini teselli edebilmek için her zaman çeşitli iftira ve ithamlarla İs­lam davasını küçük düşürmek istemişlerdir; ama her seferinde küçülenler yine kendileri olmuştur.

Bir rivayete göre, Rükâne, Mekke’nin fethine yakın Müs­lüman olmuştur.[7]

Evet, misâlde görüldüğü gibi, ağaçlar da Resûl-i Kibriya’yı tanıyor, risâle­ti­ni tasdik edip emirlerini dinliyorlar.

Acaba buna karşılık, kendilerine “insan” adını veren bir kısım kimseler, o Resûl-i Zîşan’ı tanımazsa, ona iman etmezse, kuru ağaçtan daha edna, odun parçasından daha ehemmiyetsiz ve kıymet­siz olarak cehennemin ateşine lâyık olmazlar mı?

PEYGAMBERİMİZİN ERKEK ÇOCUKLARININ VEFATI

Üç senelik müşrik ablukasından kurtulmanın sevincini acı olaylar takip etti. Acı hadiseler zincirinin ilk halkası, Resûl-i Ekrem’in dört yaşındaki en büyük oğlu Kàsım’ın vefatı oldu.

Gönlü şefkat şelâlesini andıran Peygamber Efendimiz, bu büyük oğlunun vefatından çok müteessir oldu. Derin tees­ürünü ciğerpâresinin cenazesini gö­türürken, karşısında dimdik duran Kuaykıan dağına, “Ey dağ! Benim başıma gelen şey senin başına gelseydi dayanmaz, yıkılırdın!” hitabıyla ifadeye çalışı­yordu.

Mübarek gönülleri henüz Kàsım’ın vefat hüznünden kurtul­ama­mış­ken, acı bir hadise daha vuku buldu: Oğlu Abdullah da vefat etti.

Allah’ın kader hükmüne teslimiyetin zirvesinde bulunan Kâinatın Efendisi, bu acı hadiseler karşısında yine de göz­yaşlarını tutamıyordu.

Hz. Hatice, hakikî Sahibine iade ettiği bu ciğerpârelerini kastederek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar, şimdi nerededirler?” diye sordu.

Resûl-i Kibriya, “Onlar cennettedirler” diye cevap ver­di.

Bu acı hadiseler sebebiyle Peygamber Efendimizin kalbi mahzun, gözleri yaşlı idi. Müslümanlar da onun bu hüznünü paylaşıyorlardı. Ama şirk cephe­sinin keyfine diyecek yoktu. Birer insan olmaları hasebiyle, insanlığın gereği olan başsağlığı dilemek şöyle dursun, Efendimizi daha da üzmek için ne lâ­zım­sa yapıyorlardı. Hatta içlerinden Âs b. Vâil ve Ebû Cehil gibi azılılar, işi daha da ileri götürerek, “Artık Muhammed, ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini de­vam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de ölünce adı sanı unutu­la­caktır!”[8]diyecek kadar küstahlık gösteriyorlardı.

Resûlünü, hiçbir zaman yardım ve tesellisinden uzak bulundurmayan Ce­nab-ı Hak, bu dedikodular üzerine de Kevser Suresi’ni inzal buyurarak, müş­riklerin dedikodularını ağızlarına tıkadı ve Efendimizi şöyle teselli etti:

“Doğrusu biz, sana Kevser’i[9]ihsan etmişizdir. Öyle ise, Rabbin için namaz kıl, kurban kes! Asıl ebter, sana kin bağlayandır!”

Evet, asıl adı sanı toprağa karışıp kaybolan, Ebû Cehiller, Ebû Lehebler ol­du; Resûl-i Kibriya’nın adı ve davası ise, asırlardır inananların gönlünde bay­rak bayrak dal­galanmakta ve kıyamete kadar da dalgalanmaya devam ede­cektir!

EBÛ TÂLİB’İN VEFATI

Müslümanlar, üç sene süren çetin muhasara belâsından kurtulmakla son derece sevinmişlerdi. Mekke’de umu­mî bir sürur mey­dana gelmişti. Fakat bu ferah ve sevinçleri çok sürmedi. Arası çok geçmeden başka musibet ve acı ha­diseler meydana geldi.

Re­sû­lul­lah Efendimizin peygamberliğinin onuncu senesinde Ebû Tâlib hasta­landı ve ölüm döşeğine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisini küçük yaşından beri bağrına basıp şefkat ve himâyesinde büyüten, onu korumak uğ­runda her türlü tehlikeyi göze alan bu değerli amcasını kaybedeceğine son de­rece üzülüyordu. Öte yandan, onun Müslüman olup ebedî saadete ermesini de candan arzu edi­yordu.

Ebû Tâlib’in hastalığı gittikçe ağırlaşıyordu. Bunu fark eden Ku­reyş müşrik­le­ri, son bir defa daha kendisine Peygamber Efendimizle ilgili olarak başvur­ma­yı kararlaştırdılar. Bu maksatla, Utbe b. Ebî Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebû Ce­hil, Ümeyye b. Halef, Ebû Süf­yan ve daha başkaları yanına vararak, “Ey Ebû Tâ­lib!” dediler. “Sen büyüğümüzsün. Ölüm döşeğine düştüğünü görünce en­di­şe duymaya başladık. Kardeşinin oğlu ile aramızda olanı biliyorsun. Onu ça­ğır ve aramızda hakem ol. O bizden ayrılsın, biz de ondan ayrılalım; birbiri­miz­le uğraşıp durmayalım. O bizim dinimize karışmasın, biz de onun dinine ka­rışmayalım!”

Ebû Tâlib, Nebiyy-i Muhterem Efendimize haber gönderdi.

Re­sû­lul­lah gelip, Ebû Tâlib ile hazır bulunanlar arasında oturdu.

Ebû Tâlib, Peygamber Efendimize hitaben, “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Bunlar kavminin ileri gelenleridir. Senin mese­len için buraya gelmişlerdir: Sana vereceklerini verecekler ve senden alacaklarını da alacaklardır!”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Olur, ey amcam!” dedi. “Onların benden alma­larını ve kabul etmelerini istediğim, bir tek kelimedir; ki onlar, o kelimeyle topyekûn bütün Araplara ve Arap olmayanlara hâkim olabilirler!”

Ebû Tâlib, hayret içinde, “Bir tek kelime mi?” dedi.

Peygamber Efendimiz, “Evet, bir kelime” dedi.

Herkesi bir merak sardı. Neydi bu kelime?

Ebû Cehil ortaya atıldı ve Pey­gam­be­ri­mize hitaben, “O kelime ne ise bize söyle de, o birin yanına biz on katalım!” dedi.

Dikkat kesilmiş bütün kulakların duymak istedikleri tek kelimeyi Resûl-i Ekrem şöyle ifade etti:

“‘Lâ ilâhe illâllah’ deyin ve Allah’tan gayrı taptığınız putlarınızı da elleri­nizle kaldırıp atın!”

Bu mukaddes sözü duyan müşrikler, hep birden ellerini çırptılar ve “Yâ Muhammed!” dediler. “Sen bunca ilâhları, bir tek ilâh mı yapmak istiyorsun? İşine şaşıyoruz doğrusu!” Sonra da birbirleriyle konuştular: “Vallahi, bu adam (!) size, istemediğiniz şeyi veriyor. Gidin, Allah sizin­le onun arasında hük­münü verinceye kadar, atalarınızın dininde direnin!”[10]

Cenab-ı Hak, onların bu hareketlerini Kur’an-ı Keriminde bize şöyle haber verir:

“O, (bütün) ilâhları bir tek ilâh mı yapmış? Bu cidden acayip bir şey! Onla­rın elebaşlarından bir gürûh (birbirine), ‘Yürüyün, mâ­bud­larınıza (ibadette) sebat edin. Şüphesiz ki arzu edilecek olan budur’ diyerek kalkıp gitmiştir.”[11]

Resûl-i Ekrem’in, Amcasını İslam’a Daveti

Ebû Tâlib, müşriklerle arasında geçen konuşmadan sonra Pey­gam­be­ri­mize, “Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Senin onlardan istediğin şeyi, ben hak ve haki­katten uzak gör­medim!” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevdiği ve saydığı amcasının Müs­lüman olacağı ümidiyle sevinç için­de, “Ey Amca!” dedi. “Gel, bâri sen ‘Lâ ilâhe illallah’ de de, onunla sana ahirette şefaat edebileyim!”

Fahr-i Kâinat’ın bu candan ve samimi arzusuna, ne yazık ki amcası gönlünü ferahlatıcı bir cevap vermedi.

“Yeğenim!” dedi. “Vallahi, benden sonra, sana ve atalarının oğluna, çok yaş­lanmaktan dolayı bunaklık atfetmeleri korkusu olmasaydı, istediğin şeyi söyleyip sana tâbi olurdum. Ku­reyş, o istediğin sözü, ölümden korkarak söy­le­diğimi zannedeceği için, söylemeyeceğim!”

Fakat buna rağmen, Sevgili Pey­gam­be­ri­miz, amcasını İslam’a davetten ve teş­vikten vazgeçmedi. Mübarek kalbi, kendisini canı gibi seven amcasının iman­sız gittiği takdirde uğrayacağı dehşetli âkıbetin ızdırabıyla çarpıyor ve de­vamlı, “Ey amca! ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki onunla ahirette sana şefaat edebile­yim” diyordu.

Yine böyle bir davet ve teşvikte bulunduğu sırada, Ebû Tâlib’in başucunda Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. İkisi de, “Yâ Ebâ Tâlib! Sen, Ab­dül­mut­ta­lib’in milletinden, onun dininden yüz mü çevireceksin?” dediler.

Resûl-i Ekrem, müşriklerin bu sözlerine aldırış etmedi ve Kelime-i Tevhid’i amcasına arza devam etti. Onlar da aynı şekilde sözlerini tekrarlayıp durdular. Sonunda Ebû Tâlib (kendisini kastederek), “O, Ab­dül­mut­ta­lib’in dini üzere­dir!”[12]dedi.

Buna rağmen Peygamber Efendimizin mübarek gönlü, kendisini candan se­ven amcasının, kendisine her türlü eziyet ve hakareti revâ gören müşriklerle aynı âkıbete uğramaktan derin ızdırap duyuyor ve “Ey amca! Şunu bilmelisin ki Allah tarafından alıkonuncaya kadar senin affedilmeni isteyip duraca­ğım!”[13]diyordu.

Nihayet, Ebû Tâlib, makbul bir imana nâil olamadan 87 yaşında iken dün­yaya gözlerini yumdu.[14]

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, indirdiği şu ayet-i kerimeyle, Re­sû­lul­lah’ın şahsında bütün mü’minlere hitap etti:

 

“Hakikat sen, her sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah’tır ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.”[15]

Resûl-i Ekrem Efendimizin mübarek ve nâzik kalbi, amcasının vefatıyla faz­lasıyla acı duydu. Gözleri yaşla doldu ve mübarek dudaklarından şu cüm­le­ler döküldü:

“Allah, ona rahmet etsin, mağfiretini ihsan buyursun!”

Vefatı sırasında Hz. Abbas da Ebû Tâlib’in başucunda bulunuyordu. Tam öl­düğü sırada dudaklarının kımıldadığını görünce, kulak verip dinledi ve “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitti. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Ey kardeşimin oğlu! Vallahi, kardeşim Ebû Tâlib, senin söylemesini istediğin tevhid kelimesini söy­ledi” dedi.

Resûl-i Kibriya, gözyaşları arasında, “Ben işitmedim” buyurdu.[16]

Hz. Abbas’ın, henüz o sırada Müslüman olmadığını da hatırla­talım!

Amcasını kaybedişinden dolayı, bütün insanlığa rahmet hazinesi olan, kalbi teessür içinde bulunan rahmet Peygamberi Efendimiz, cenazesinin arkasından da, “Amca, Rabbim, seni rahmetine eriştirsin, hayırla mükâfatlandırsın!”[17]di­ye dua etti.

Bu sırada yine mevzuyla ilgili şu ayet-i kerime nâzil oldu ve mü’minlere değişmez bir ölçü verdi:

“Ne Peygambere, ne de iman edenlere, akraba bile olsalar, cehennemlik ol­dukları onlara açıktan açığa göründükten sonra, müşrikler için istiğfar doğru değildir!”[18]

Amcasının vefatı Resûl-i Ekrem’i hem üzdü, hem de derinden derine dü­şündürdü. Zira, kendisine o âna kadar zâhirî hâmîlik eden, müşriklerin şirret­liklerinden muhafaza etmeye çalışan, o idi. Gerçekten, en zor ve çetin şartlar altında bile çok sevdiği yeğeninin üzerinden koruyuculuğunu esirgememiş, akrabalarının düşmanlıkları pahasına himâyeden vazgeçmemişti.Bu himâye sebebiyle, Ku­reyş müşrikleri, Pey­gam­be­ri­mize fazla ilişememişlerdi.

Ama, şimdi ortada Ebû Tâlib yoktu. Müşriklerin dinmek bilmez kin ve hu­su­metlerinin eseri olan taşkınlıklarına karşı kendisini zâhiren koruyacak kimse kalmamıştı. Ama Cenab-ı Hakk’ın muhafaza ve himâyesi de hiçbir mad­dî hi­mâyeci ve koruyucuya ihtiyaç bırakmayacak tarz­da Sevgili Resûlünün üze­rin­de bundan böyle de eksik olmadı!

EBÛ TÂLİB’İN İMANI MESELESİ

Ebû Tâlib’in imanı meselesinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şîa âlim­leri, imanlı gittiğine kâildirler. Ehl-i sünnet âlimlerinin ekserisi ise, iman etme­diğini söylemektedirler. Bununla birlikte, Peygamber Efendimizle iftihar ettiği ve onun peygamberliğini kalben tasdik ettiğine dair bazı emareler, şiirlerinden anlaşılmaktadır!

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, “Ehl-i Teşeyyu’ [Şîalar], imanına kâ­il; Ehl-i Sünnet’in ekserisi ise, imanına kâil değildir” dedikten sonra şöyle bir izah tarzıyla meseleye açıklık getirmektedir:

“Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem’in ﷺ ri­sâletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddi severdi. Onun —o gayet ciddi— o şah­sî şefkati ve muhabbeti, elbette zâyie gitmeyecektir. Evet, ciddi bir surette Ce­nab-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’ini sevmiş ve himâye etmiş ve taraftarlık gös­ter­miş olan Ebû Tâlib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kav­miy­ye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine cehen­neme git­se de, yine cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mü­kâfaten halkedebilir. Kışta bâzı yerde baharı hal­kettiği ve zindanda —uyku va­sı­tasıyla— bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hu­su­sî bir nevi cennete çevirebilir.”[19]

HZ. HATİCE’NİN VEFATI

Ebû Tâlib’in vefatından üç gün gibi kısa bir zaman sonra, Efendimizin pâk zevcesi Hz. Hatice de bi’setin onuncu yılı Ramazan ayında, 65 yaşında iken fa­ni dünyadan ebedî âleme göç etti.

Namazını bizzat Resûl-i Kibriya Efendimiz kıldırdı ve Ha­cun Kabristanı’na defnedilirken gözlerinde yaş, onu örten kara toprağı uzun uzun seyretti.

Art arda vuku bulan bu acı hadiseler, Nebiyy-i Muhterem Efendimize pek ziyade hüzün ve elem verdi. Çünkü Hz. Hatice, teslimiyeti, itaati, kalbinin rik­kati, vefakârlığı, şefkati, imanının kuvveti, sadâkat ve faziletiyle, onun yeryü­zünde en büyük destek ve tesellicisi idi. Herkes düşman iken, risâletini ilk defa o tasdik etmişti. Herkes ondan uzak­laşıp kaçarken o, kendine kalbini açmış ve muhab­betini rikkatli kalbine gömmüştü. En sıkıntılı zamanlarında tek teselli kaynağı olmuştu!

Resûl-i Kibriya Efendimizin bu derin teessüründe Hz. Hatice-i Kübra’ya olan müstesna sevgisinin de şüphesiz büyük payı vardı. Öyle ki vefatından sonra bile onu hiçbir zaman unutmadı ve yeri geldikçe ondan takdir, rahmet ve muhabbetle bahsederek hatırasını yad ederdi. Ona olan sevgisinin bir teza­hürü olarak, akrabalarına dahi yardımda bulunur, şefkat ve merhametini on­lardan hiçbir zaman eksik etmezdi.

Günün birinde, Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle’nin sesini duyunca, hemen sevgili hanımını anmıştı. Buna şahit olan Hz. Âişe validemiz, “Allah’ın kendi­sine, ondan daha genç ve güzel hanımlar verdiğini” söylemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe’nin bu sözlerinden rahatsız olduğunu belli etmiş ve Hz. Hatice’nin iyilik ve fa­zi­letlerinden bahsetmişti.

Habib-i Kibriya’nın söylediklerinden rahatsız olduğunu anlayan ferasetli Âişe (r.a.), “Yâ Re­sû­lal­lah! Seni Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bundan sonra Hatice’nin menkıbelerini her zaman an.”[20]diyerek gön­lünü almaya çalışmıştı.

***

Yine Resûl-i Ekrem’in, Hz. Hatice validemizi daima tak­dir ve muhabbetle yâdettiğini, Hz. Âişe validemizin bunu kıskandığını, bizzat Âişe’nin (r.a.) şu ifa­delerinden öğreni­yoruz:

“Nebi’nin ﷺ kadınlarından hiçbirini, Hz. Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım! Hâlbuki, onu Re­sû­lul­lah’ın yanında görmemiştim bile! Fakat Re­sû­lul­lah, onu benim yanımda çok yad ederdi. Çok kere koyun keser, Hz. Ha­tice’nin samimi arkadaşlarına et gönderirdi. Bazen ben sabırsızlık göstere­rek, ‘Sanki, yeryüzünde Hatice’den başka kadın yok mu?’ derdim. Re­sû­lul­lah da, ‘Hatice (şöyle) idi, Hatice (böyle) idi, diye iyiliklerini sayar ve ‘Ondan ço­cuk­larım var’ buyururdu.”[21]

Re­sû­lul­lah Efendimiz, Hira’ya devam ettiği sıralarda Hz. Hatice validemiz de ona yiyecek taşırdı.

Bu sırada bir gün Cebrail (a.s.) gelerek, “Yâ Re­sû­lal­lah! İşte, şu uzaktan sana doğru gelen, Hatice’dir. Yanında, içinde yemek bulunan bir kab var. Yanına geldiği zaman, ona Rab­binden ve benden selam şöyle! Cennette inciden yapıl­mış bir sarayın kendisine verileceğini müjdele ki onun içinde ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışmak çabalamak!”[22]dedi.

* * *

Hz. Ali de (r.a.), “‘Kendi zamanındaki kadınların hayırlısı, İmran’ın kızı Meryem’di. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hatice’dir’ dediğini, Re­sû­lul­lah’tan işittim”[23]demiştir.


_______________________________________________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 32.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 196; İbn Sa’d, Tabakat, c. 4, s. 208-209, Tirmizî, Sünen, c. 2, s. 232.
[3] Abese, 1-12.
[4] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 5576.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 209; İbn Kesir, Tefsir, c. 4, s. 470-471; M. Hamdi Yazır, Tefsir, c. 7, s. 5571.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 31; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 155; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 506.
[7] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 515.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 34; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 133.
[9] “Kevser” cennette bir havuzdur. Resûl-i Ekrem Efendimizin ümmeti, onun başına gelip içecek­tir. Yahut, “çok hayır” demektir ki peygamberliğe, Kur’an’a, şeriata ve benzerlerine şâmildir. “Kevser” “pek çok hayır” demektir; ilim, amel, iki âlemde şeref gibi…

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“O, cennette bir nehirdir. Rabbim onu bana vaadetti. Onda pek çok hayır var. (Suyu) baldan tatlı, sütten beyaz, kardan soğuk, kaymaktan yumuşaktır. İki kenarı zeberceddir. Bardakları gü­müştendir. Ondan içen bir daha susuzluk duymaz.”

Bazı âlimlere göre ise “Kevser” Re­sû­lul­lah’ın ﷺ evladı, etbaı yahut ümmetinin âlimleri ya­hut Kur’an’dır.” (bkz. Hasan B. Çantay, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, c. 3, s. 1226).
[10] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 57; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 211-212.
[11] Sâd, 5-6.
[12] Buharî, Sahih, c. 2, s. 326; Taberî, Tarih, c. 2, s. 219-220.
[13] Buharî, a.g.e., c. 2, s. 326; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 219-220.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 60.
[15] Kasas, 56.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 59.
[17] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 260.
[18] Tevbe, 113.
[19] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 398-399.
[20] Buharî, Sahih, c. 2, s. 315; Müslim, Sahih, c. 7, s. 138; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 58.
[21] Buharî, Sahih, c. 2, s. 315; Müslim, Sahih, c. 7, s. 138; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 702.
[22] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1887.
[23] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1886; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 702-703.