Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesaisini tamamıyla iman esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu imanî hizmet sâyesinde birçok kimse İslam’ın saadetli sînesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmıştı ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslam düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da “sabır”dı.
Fakat hicretle yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar, imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabiliyorlardı.
Hz. Resûlullah’ın Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş —daha önce bahsedildiği gibi— muhacirlerle ensarı kardeş yapmış olmasıydı. Efendimiz, bununla, Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslam’ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.
Ancak bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medine’de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve haliyle mütecanis olmayan bir manzara arz ediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri arası tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmaları, Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz!
Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı. O da, Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu idi. Aralarında devam eden soğuk harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.
İşte, Peygamber Efendimizin önünde böylesine mühim meseleler duruyor ve bunlar hal çaresi bekliyordu.
Bu yeni muhitte, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilâtlanma ruhu ve havası getirmek icab ediyordu. Adlî, askerî, siyasî birtakım esesların tespitine lüzum vardı.
Henüz Hicret’in 1. yılı bitmiş değildi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes b. Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimaî prensiplerin tedvin edilmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler tedvin edildi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı.
Bu maddeler, Hz. Resûlullah’ın başkanlığında teşekkül eden ilk İslam devletinin anayasasıydı. Hatta “bu vesika, sadece ilk İslam devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı teşkil etmekteydi.”
Tedvin edilen bu anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan ayrı bir millet teşkil etmiş oluyorlardı.
Şehir Devletinin Anayasası
Elli iki maddeden ibaret olan İslam şehir devletinin ilk yazılı anayasasının birinci ve ikinci maddelerinde şöyle deniliyordu:
“1. Bu kitap (yazı), Resûlullah Muhammed ﷺ tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihat edenler için (olmak üzere) tanzim edilmiştir.
2. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.”[1]
Bu anayasaya göre, Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir “millet” teşkil etmekte ve ayrı bir topluluk hüviyetini taşımaktaydı.
Hz. Resûlullah, ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerinde ikamet etmekte olan kabilelerle derhal dostluk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı.
Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile münâsebet halinde bulunmak mecburiyetinde idiler. Bu sebeple, kurulan devletin anayasasında onlara da haklar tanındı.
Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyorlardı: “Muhammed’in ﷺ büyük basîret ve siyasî inceliği, Yahudilere bahşettiği fermanda görülür. Bu fermanda diğer hususlar arasında onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrib’deki iki kabilenin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin ahkâmına göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) yeni devleti müdafaaya çağrılacağı, gelecekte zuhur edecek anlaşmazlıklar hakkında Resûlullah tarafından karar verileceği yazılıydı.”[2]
Ayrıca bu anayasa metninde harple ilgili madde de ilgili çekicidir. Vuku bulacak herhangi bir harpte, harp masraflarını kendilerini karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin müdafaasına katılacaklardı.
Anayasanın on altıncı maddesine göre, “tâbi olmaları” şartıyla Müslümanların yardım ve müzaheretlerine hak kazanacakları tespit ediliyordu. Aynı zamanda, dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce (Müslüman ve Yahudiler) şehri müdafaa edecekler, bu hususta birbirlerinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş olsun.
Bu maddeler ışığında, Müslümanların ehl-i kitaptan olan Yahudilerle ittifakını görmekteyiz. Burada, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, ehl-i kitap arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgarî müşterekte birleşme esası getirilmiştir ve bunun için de Müslümanlarla birlikte Yahudiler ilk anayasada zikredilerek bunların birlikte “tek câmiâ” teşkil ettiklerinden söz edilmiştir.
Peygamber Efendimiz, Medine’de tesis ettiği devleti düşmanlardan korumak için, buranın yerlileri olan gayrimüslim ehl-i kitapla siyasî ittifak ve antlaşmalar yaptığı gibi, inanç yönünden de bir ittifakın sağlanmasını temine çalışmıştır. Onları aralarında ortak bir kelime olan “tevhid” inancı üzere birleştirmek ve şirk ehline karşı “inananlar paktı”nı kurmak istemiştir. Nitekim bu gayeyi Medine içindeki ehl-i kitap için güttüğü gibi, ehl-i kitap olan dış devletler için de takip etmeye çalışmıştır. Bizans İmparatoru Heraklius ve diğer Hıristiyan prenslerine gönderdikleri davet mektubunda şu ayet-i kerimeyle onlara hitap etmiştir:
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)! Bizimle sizin arasında müsâvî bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimize Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, o halde deyin ki: ‘Şahit olun; biz, gerçek Müslümanlarız!’”[3]
Bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yazılı anayasayla himâye ve yardıma mazhar olan Kitap Ehli ne yazık ki antlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuş ve lehlerindeki şartların ortadan kalkmasına böylece yol açmışlardır. Antlaşmada “site devleti içinde bulunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacakları” şartı, “birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya varmayacakları” maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine’nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok nâzik bir sırada baş kaldırdılar, daha yeni yeni teşekkül eden ve yeni yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar. Tabii ki bu, doğrudan doğruya onları Müslümanların himâyesinden mahrum bırakıyordu.
Görüldüğü gibi, bu anayasa, kurulan yeni bir devletin birçok müessesesi hususunda hükümler taşımakta, her meselede istikametli çizgiler çizmekteydi: “Bu anayasayla İslam, hayatının yeni bir safhasına başladı. Maddî ve cismanî ile mânevîyatın karışması, ona kendine has bir çizgi getirdi. Mânevîyatı, hatta ahlâkı tanımayan bir siyaset, bizi maddeciliğe ve vahşî hayvanların hayatlarından daha aşağı bir hayata götürür. Yaşadığımız dünyanın hadiselerinden ayrı bir mânevîyat ise bizi melek mertebesinin üzerine çıkarabilir. Fakat bu, ancak son derece mahdut bir zümre için mümkündür. İnsanların büyük ekseriyeti, böyle bir ideolojiyi tatbik edenlerin çemberinin dışında kalır. Hz. Muhammed ﷺ, bilhassa vasat adamı düşündü ve ona insan hayatının iki tarafını nasıl dengeye getireceğini, madde ve manayı aynı zamanda içine alan bir terkip yapmayı öğretti. Bu dinî doktrin, herkese en az derecede lâzım olan bazı esas noktaları seçer, fakat kendilerini mânevî hayata daha fazla verebilme tercihini fertlere bırakır. Bu durumda Hz. Peygamberin sahabeleri müstakil bir devletin idare edici cemaati, Hz. Peygamber ise her sahada onun reisi oldu.”[4]
____________________________________________________________________