(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 616)

Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.

Bu durumu haber alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan Müslü­manlara da Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.

Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer’in baş­kanlığında Ha­beş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. On tanesi kadın doksan iki kişilik bu topluluk da sağ sâlim, sırf dinlerini emni­yet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.

Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mek­ke’den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye de­vam etti. Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sür­dürdü.[1]

Ku­reyşliler, Muhacirlerin Peşinde!

Ku­reyş müşrikleri, Müslümanların art arda Habeş ülkesine hicret etmele­rinden telâşa kapıldılar! Gurbet diyarında da garip Müslümanların peşini bı­rakmak niyetinde değillerdi. İslami­yetin bu gibi ülkelerde de yayılması ve ar­tık karşısına çıkılmayacak bir kuvvet haline gelmesi endişesini taşıyorlardı. Zi­ra Müslümanlar, Habeş hükümdarından himâye gördükleri takdirde Ara­bis­tan’ın İslam sînesine koşması daha da kolaylaşabilirdi! Böylece, İslam’ın önü­ne çekmek istedikleri setleri de yerle bir olacaktı!

Bu duruma tahammül edemeyen Ku­reyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş hükümdarından geri istemeye karar verdiler.[2]

Elçi olarak Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı vazifelendir­diler. Plânları şu idi:

Başta Necâşî olmak üzere ülkenin diğer ileri gelenlerinin hepsine kıymetli hediyeler götürülecek. Önce hükûmet adamlarına hediyeleri verilecek ve ar­zu­ları arz edi­lecek. Sonra da hükümdara hediyesi takdim edilecek.

Bu plânı tatbik etmelerindeki maksatları ise şu idi:

Devlet erkânının kendilerini desteklemeleri, Habeş Necâ­şîsi­nin mülteci Müslümanlarla görüşmesine fırsat ve imkân verilmeden arzularını yerine ge­tirmelerini kolayca sağlamaları.

Habeş ülkesine varan elçiler, aynı plânı tatbik ettiler.

Devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arz ettiler:

“Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dini­nize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarı­nıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tara­fından gönderildik. Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: ‘Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görür­ler.’”

Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleye­ceklerine dair söz verdiler.

Elçiler, bu sefer hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile ge­tirdiler:

“Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan bu adamlar, şimdi de bu­raya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryemoğlu İsa’yı ilâh tanımazlar. Senin hu­zuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iade et, biz onların hakkından geli­riz.”[3]

Görüldüğü gibi, elçiler isteklerini gayet kurnazca ifade ediyorlardı. Hü­kümdarın Hıristiyan olduğunu bildikleri için, o noktadan da kendisini kazan­mak istiyor ve “Onlar, Meryemoğlu İsa’yı ilâh olarak tanımazlar” diyerek mül­teci Müslümanlar hakkında hiddete gelmesini istiyorlardı.

Önceden ayarlanan saray adamları da elçilerin söylediklerini tasdik ettiler. “Ey Hükümdar!” dediler. “Bunlar doğru söylü­yorlar. Elbette onları başkala­rın­dan daha iyi bilir ve tanırlar; hangi kusurlarının olduğunu da daha iyi gö­rür­ler. Onları kendilerine teslim edelim! Yurtlarına, kavimlerine geri götür­sünler.”

Elçiler, isteklerine “evet” denileceğini ümitle beklerken, Necâşî hiddetli hid­detli, “Vallahi, hayır” dedi. “Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem! Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem! Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimle­rine geri çeviririm. Şayet iş bunun aksi olursa, kendilerini korur, en güzel şe­kilde görür gözetirim.”[4]

Daha sonra Necâşî, Müslümanların yanına gelmesi için davetçi gönderdi. Muhacirler, aralarında Hz. Cafer’i kendilerine temsilci seçtiler ve hep beraber sa­raya gittiler.

İçeride Ku­reyş elçileriyle birlikte Necâşînin çağırttığı rahip­ler de vardı.

Hz. Cafer, Necâşînin huzuruna girince, selam verdi, fa­kat secde etmedi.

Saray adamları, Hz. Cafer’e, “Sen ne diye hükümdara sec­de etmedin?” diye sorunca şu cevabı verdi:

“Biz ancak Allah’a secde ederiz!”

Tekrar, “Niçin?” diye sordular.

“Çünkü” dedi. “Allah bize resûlünü gönderdi. O da Allah’­tan baş­kasına secde etmemizi men’etti.”

Bunun üzerine elçiler, “Ey Hükümdar! Biz, bunların halini sana bildirme­miş miydik?” dediler.

Necâşî, Müslümanlara, “Siz ülkeme niçin geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir istediğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin gel­diniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hali nedir? Hem bana söy­leyiniz: Ne diye, memleketiniz halkından bana gelenlerin selam verdikleri gibi selam vermiyorsunuz?” diye sordu.

Hz. Cafer, bu soruları cevaplandırmaya geçmeden, “Ey Hükümdar!” dedi. “Ben üç söz söyleyeceğim. Eğer doğru söylersem beni tasdik edin, yalan söy­lersem yalanlayın! İlk önce emret ki şu adamlardan (elçilerden) sadece biri ko­nuşsun, öbürü sussun!”

Elçilerden Amr b. Âs, konuşacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer, Ne­câ­şîye hitaben, “Söyle şu adama” dedi. “Biz, tutulup efendilerimize iade edile­cek köleler miyiz?”

Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Onlar köle midirler?”

Amr, “Hayır…” dedi. “Onlar şerefli ve hürdürler!”

Bu sefer Hz. Cafer, Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Biz, haksız yere birinin kanını mı döktük ki kanı dökülenlere geri verileceğiz?”

Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Bunlar haksız yere harhangi birinizin kanını mı döktüler?”

Amr, “Hayır…” dedi. “Onlar, bir damla kan bile dökmediler.”

“Hz. Cafer, yine Necâşîye, “Sor şu adama” dedi. “Halkın mallarından hak­sız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef bulunduğumuz mallar mı var?”

Necâşî, “Ey Amr!” dedi. “Eğer şu adamcağızların, ödeyecekleri bir kantar altın borçları varsa, onu ben ödeyeceğim.”

Amr, “Hayır!” dedi. “Onların bir kırat borçları bile yok!”

Bunun üzerine Necâşî, “O halde, siz bu adamlardan ne isti­yor­su­nuz?” dedi.

Amr, “Onlar ve biz bir dinde idik. Onlar, dinimizi bıraktılar. Mu­hammed’e ve dinine tâbi oldular!” diye cevap verdi.

Bu sefer, Necâşî, Hz. Cafer’e döndü ve “Siz sâlik bulunduğunuz şeyi ne di­ye bırakıp başkasına tâbi oldunuz? Kavminizin dininden ayrıldığınıza ne be­nim dinimde, ne de şu milletlerden herhangi birisinin dininde olmadığınıza göre sizin edindiğiniz bu din, ne dindir?” diye sordu.

Hz. Cafer meseleyi baştan almanın daha uygun olacağını düşünerek, “Ey Hü­kümdar!” dedi. “Biz Câhiliyyet üze­re olan bir millet idik. Putlara tapar, lâ­şeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabala­rımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zayıfleri ezerdik. Biz­ler bu hal üzere iken, Allah, içimizden birini bize peygaber gönderdi. Nese­bini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir pey­gamber! O, bizi Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalarımı­zın Allah’tan başka tapı­na­geldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetme­yi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sa­kınmayı bi­ze emretti. Fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu ka­dınlara iftira etmekten bizi menetti. Biz de ona iman ettik ve davasını tasdik ettik. Onun Al­lah’tan getirip bildirdiği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmi­miz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah’a iba­detten alıkoyup put­lara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Biz de bü­tün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ede­rek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz.”[5]

Hz. Cafer, hükümdarın selam verme ve secde etmeme hususundaki soru­suna da şöyle cevap verdi:

“Selam verme meselesine gelince… Biz seni, Re­sû­lul­lah’ın selamıyla selam­ladık. Biz birbirimizi hep böyle selamlarız. Cennete gireceklerin selamlaşmala­rının da bu şekilde olacağını Pey­gam­be­ri­mizden öğrendik. Bu yüzden seni böyle selamladık. Secde etme hususuna gelince… Biz, Allah’tan başkasına sec­de etmekten yine Allah’a sığınırız!”[6]

Hz. Cafer’in bu sözleri, Necâşînin üzerinde derin tesir icra etti. Müşrikler ise, durdukları yerde sus pus kesildiler.

Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer’e, “Yanında bu bahsettik­le­rinden bir şey var mı?” diye sordu.

Hz. Cafer, “Evet, var” dedi ve Meryem Suresi’nin baş taraflarını okudu: “Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd… Bu, sana okuyacağımız ayetler, Rabbinin, kulu Zeke­riy­ya’ya olan rahmetini bir zikirdir. O, Rabbine gizli yalvardığı zaman, şöyle de­mişti: ‘Ey Rabbim! Doğrusu ben (öyle bir kimseyim ki), kemiğim za­yıflayıp gevşedi ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle ey Rabbim, hiçbir zaman mahrum olmadım.”[7]

Sonraki ayetlerde, Hz. Meryem’in İsa’ya (a.s.) nasıl hamile kaldığı, Hz. İsa’nın dünyaya nasıl geldiği, bir mucize olarak beşikte nasıl konuştuğu ve sonra da Allah tarafından peygamber olarak gön­derildiği anlatılıyordu.

Okunan ayetler, Necâşînin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak ka­dar tesir etti; hatta akan yaşlar sakalını bile ıslattı. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar.

Kur’an-ı Kerim’in mânevî câzibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin ol­duktan sonra Necâşî, “Vallahi” dedi. “Bu, aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki Mûsa da, İsa da onunla gelmişti!”[8]

Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, “Vallahi, ben ne on­ları size teslim ederim, ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünü­rüm!”[9]dedi.

Necâşînin bu beklenmedik kararı karşısında, elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çareleri kalmadı.

Buna rağmen elçiler, bilhassa Arabların siyaset dâhisi kabul ettikleri Amr b. Âs, bu işin peşini bırakmayacağını söyledi ve yeni bir taktik uygulamaya karar verdi.

Ertesi gün tekrar Necâşînin huzuruna çıkarak, Müslümanların Hz. İsa hak­kında çok garip şeyler söylediklerini anlattı.

Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Cafer’e, “Hz. İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Hz. Cafer şu cevabı verdi:

“Biz, Hz. İsa hakkında, Pey­gam­be­ri­mizin bize Allah’tan getirip bildirdiğini söyleriz: ‘O, Allah’ın kulu, Resûlü ve Allah’ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gön­derdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Mer­yem’e ilka edilmiş olan Allah’ın bir kelimesidir (Yani, Cenab-ı Hakk’ın [Kün] emriyle babasız dünyaya gelmiştir).’ Meryemoğlu İsa’nın hali ve şânı bundan ibarettir.”[10]

Müslümanların Hz. İsa hakkındaki bu kanaatleri Ne­câ­şîyi oldukça sevin­dirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çiz­gi çizerek, “Bizimle sizin aranızda bu hususta şu çizgi ka­dar­cık bir fark var. Zaten biz de onu, sizin söylediğinizden başka bir şe­kilde telâkki etmiyoruz.” dedi.[11]

Elçiler, Necâşînin himâyeden vazgeçmesini beklerken bu himâyesini daha da güçlendirdiğini görünce, bir kere daha hayal kırıklığına uğradılar!

Necâşî, Müslümanlara da, “Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim ki o, Allah’ın Resûlüdür. Zaten biz, onun vasıflarını kitabımız olan İncil’de oku­muştuk. O pey­gam­beri, Meryemoğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah’a ye­min olsun ki eğer o, ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayakla­rı­nı yıkardım!”[12]dedi.

Hak ve hakikati görüp idrak eden Necâşî, Pey­gam­be­ri­mizin ri­sâ­letini tasdik eden sözlerinden sonra, bundan böyle Müslümanlara karşı takınacağı tavrı da şu sözleriyle ifade etti:

“Gidiniz; ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! (Bu sözlerini üç kere tekrarladı.) Ben sizden herhangi birinizi üzüp de bir dağ kadar altına sahip ola­cağımı bilsem, yine de buna teşebbüs etmem!”[13]

Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisingeri Mekke’ye dönmekten başka bir şey kalmamıştı. Hatta Necâşî, kendilerine ge­tirdikleri hediyelerini bile iade etti.

Bu haberi duyan Ku­reyş müşrikleri, büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktuk­ları, başlarına gelmiş sayılırdı!

MUHACİRLERİN MEKKE’YE DÖNÜŞÜ

Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, her ne kadar müşriklerin eziyet ve ha­karetlerinden kurtulmuşlar ve dinî vazifelerini rahatlıkla yerine getirme im­kânını elde etmişlerse de doğup büyüdükleri ana baba vatanından uzakta gur­bet hayatı yaşıyorlardı. Bu durum haliyle kendilerini üzüyordu.

Son kafilenin hicretinden üç ay gibi kısa bir zaman sonra, Ku­reyş ileri ge­lenlerinden birkaçının Müslüman olduğu yolunda haberler aldılar. İleri gelen­lerinin Müslüman olması demek, müşriklerin toptan İslam’a teslim olması de­mekti.

Bu haberler üzerine, “Mekke’nin artık kendileri için bir eziyet ve hakaret diyarı olmaktan çıkmış bulunduğu” zannıyla altısı kadın otuz dokuz kişilik bir kafile, anayurtlarına dönmek üzere yola çıktılar. Ancak Mekke’ye yaklaştıkla­rında bu haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Ne var ki artık geri dönmek bir hayli zordu.

Mekke’ye girebilmek içinse, ya müşrik olan akraba ve dostlarının himâye­si­ne sığınmaları veya kimseye görünmemeleri gerekiyordu. Şehre serbestçe gir­meye kalkmaları, kendilerini düşmanın insafsız ellerine teslim etmek olurdu. Bu bakımdan, muvakkat da olsa bir kısmı müşrik akraba ve dostlarının himâ­yesine sığınmayı tercih ettiler; bir kısmı ise, himâyeye lüzum görmeden, gizlice şehre girdiler.

Bu arada, Habeş ülkesine geri dönenler de oldu. Bunlar, Müslümanların Medine’ye hicretlerine kadar orada kaldılar. Sonra bir kısmı Hicret’in hemen akabinde Medine’ye gelip Müslümanlara katıldılar; bir kısmı ise, uzun müddet Habeşistan’da ikamet ettiler.

Mekke’ye yerleşenler, Medine’ye hicrete kadar buradan ayrılmadılar. Müş­riklerin her türlü eziyet ve işkencelerine imanlı göğüslerini siper ederek iman-küfür mücadelesinde azimle sebat ettiler.[14]


______________________________________________________________________

[1] İbn Hîşam, Sîre, c. 1, s. 345-346; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207; Taberî, Tarih, c. 2, s. 222.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 356; Taberî, Tarih, c. 2. s. 225.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 358.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 359-360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 20-21.
[6] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 19.
[7] Meryem, 1-4.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 360; İbn Kesir, Sîre, c. 2, s. 21.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, 360; İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 21.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 261.
[12] İsfahanî, Delâil, s. 207; İnsanü’l-Uyûn, c. 1, s. 341.
[13] İbn Kesir, a.g.e., c. 2, s. 22.
[14] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 3; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 207.