Hz. Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostların­dan biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf, Câhilliyye devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışları ile fıtratını bozmamış olması; ruh, kalp ve aklını şirk inancıyla kirlet­me­miş bulunmasıydı. Tanın­mış bir tüccardı. Kavminin ileri ge­lenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Ku­reyş’in kan davalarını halle­den de oydu. Bir di­ğer mühim vas­fıda, Ku­reyş ailelerinin soy soplarını, nesep şecere­lerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesiydi.

Re­sû­lul­lah Efendimiz, henüz açıktan davete başlamamıştı. Fakat yine de davası kulaktan kulağa yayılmış ve Ku­reyş ileri gelenleri tarafından duyul­muştu.

Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahatten henüz dön­müştü. Baş­ta Ebû Cehil, Ukbe b. Ebî Muayt ve ba­zı Ku­reyş ileri gelenleri, kendisine “hoş geldin” demek için evine vardılar. Hz. Ebû Bekir, “Ben Mekke’de yokken neler olup bitti? Önemli bir haber var mı?” diye sordu.

Onlar, “Ey Ebû Bekir!” dediler. “Büyük bir iş var! Ebû Tâ­lib’in yetimi Mu­hammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı! Biz de senin Yemen’den dönüşüne kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık sen o dostuna git, ne edeceksen et!”

Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i Kâinat’ın evine vardı; “Yâ Ebe’l-Kàsım! Pey­gam­berlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının di­nini kötüleyip inkâr ettiğin doğru mu?” diye sor­du.

Resûl-i Zîşan Efendimiz, küçük yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir’in bu sözlerine önce tebessüm buyurdu, sonra da, “Yâ Ebû Bekir! Ben sa­na ve bütün insanlara gönderilmiş Allah Resûlüyüm! İnsanları tek bir olan Al­lah’a davet ediyorum! Sen de şe­hâdet getir!” dedi.

Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gönül âleminde bir anda şimşekler çaktı. Bu sözleri, küçük yaşından beri çok iyi tanıdığı, zâtını candan seven sayan ve o âna kadar mübarek dudaklarından hilâf-ı hakikat tek bir söz işitmeyen Muham­medü’l-Emin’den ﷺ duyuyordu. Hiçbir tereddüt ema­resi göstermeden derhal, اَشْهَدُ اَنْ لَٓااِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِdiyerek Müslüman oldu.[1]

İslam’a davet karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyişini, Re­sû­lul­lah Efendimiz, onun için bir fazilet sayarak şöyle buyurmuş­tur:

“Ebû Bekir’den başka, imana davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tered­düt, bir şaşkınlık geçirdi. Fakat o, kendisine İslam’ı anlattığım zaman ne du­rakladı ve ne de tereddüt etti!”[2]

Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Müslüman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe validemizden gelen bu husustaki rivayet şöyle:

“Nebiyy-i Ekrem’i, iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Müslüman olmasın­dan daha çok sevindiren bir başka hadise olmamıştır.”

İslam’la şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gördüğü bir rüyası da böy­lece gerçekleşmiş oldu: Rüyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra bölünerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini görmüştü.

Bu rüyasını o zaman ehl-i kitaptan bazı âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen peygamberin pek yakında Mekke’den çıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyar­lar arasında yer alacağını söylemişlerdi.[3]

Hz. Ebû Bekir, Müslümanlığını izhar etmekten de çekinmedi.

Müslüman olması, Ku­reyş arasında büyük bir yankı uyandırdı. Çünkü o, Ku­reyş içinde itibarlı, sağlam, güvenilir, sözünde sâdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.

Hz. Ebû Bekir, Müslüman olan hür ekreklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Müslüman olmasıyla, iman halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha açıldı ve müstakim caddeye yürüyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun va­sıtasıyla Müslüman olan Hz. Bilâl-i Habeşî ile iman ve İslam nimetine erişen ve her biri adeta bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Müslümanlar şun­lar oldu:

Kadınlardan, Hz. Hatice,

Çocuklardan Hz. Ali,

Hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir,

Azatlı kölelerden Hz. Zeyd b. Hârise,

Kölelerden Hz. Bilâl-i Habeşî (Radıyallahü Anhüm)


_______________________________________________________

[1] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 268; İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 171.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 269; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 206.
[3] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 1, s. 165.