Hz. Hatice’nin tereddütsüz iman edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efen­dimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de artırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimizin İslam’a davet ettiği ikinci insan, yine en yakınla­rından biri olan Hz. Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi al­tında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Bir gün, Resûl-i Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice’yle namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu. Resûl-i Ek­rem, “Ey Ali! Bu, Allah’ın seçtiği, be­ğendiği din­dir. Ben seni, bir olan Allah’a iman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzzâ’ya tapmaktan sakın­dırırım” dedi.

Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı çocuk bakışlarını yere dikerek bir an du­rak­ladı. Sonra, “Benim şimdiye kadar görmediğim, işitmediğim bir şey bu! Ba­bam Ebû Tâlib’e danışmadan bir şey diyemem” diye konuştu.

Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz davasını açıkça ilan et­mek emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti. “Ey Ali!” dedi. “Eğer söyledikle­rimi yaparsan yap; yok, eğer yapmayacak olursan, gördüğünü ve işittiğini gizli tut, kimseye bir şey söyleme!”[1]

Hz. Ali, bu ikaz üzerine, sırrını muhafaza edeceğine söz verdi. O geceyi dü­şü­nerek geçirdi. Şafak aydınlığıyla birlikte gönlüne de aydınlık doğdu. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vararak, “Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki ben de O’na ibadet etmek için gidip kendisine danışayım!” dedi ve Müslüman ol­du. “İlk Müslüman çocuk” şerefini kazanan Hz. Ali, o sırada on yaşında bu­lu­nuyordu.[2]

Tedbir, her zaman güzel bir harekettir; ama bir davanın yeni yeni yayıl­maya başladığı sırada çok daha güzeldir. İşte, Allah Resûlü, Hz. Ali’ye gördük­le­rini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ika­zında bu­lunmakla kâinatta da cârî olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa ria­yet ede­rek, bizler için de bir ölçü veriyordu. Gerçekten, tedbire başvurma, za­man ve mekânın şartlarını göz önünde bulundurarak davasını yayma, Allah Resûlünün tebliğ hayatında mühim bir yer işgal eder.

İman safında yer almada, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi, Resûl-i Ekrem­’in oğul edindiği Zeyd b. Hârise (r.a.) takip etti.

Müslüman olduktan sonra Hz. Ali ile Hz. Zeyd’in Nebiyy-i Ekrem Efendi­mize gönülden bağlılıkları yeniden tazelendi ve güç kazandı. Artık Efendimiz­den ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte ifa ediyorlardı.

Hz. Ali, zaman zaman Resûl-i Ekrem’le birlikte Kâbe’ye gider, ora­da namaz kılarlardı.

Ashaptan Afîfi Kindî, alışveriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henüz iman et­memişken Pey­gam­be­ri­miz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken gör­müştü. Müslüman ol­duktan sonra, o hallerinden gıbtayla bahsederek şöyle de­miştir:

“Ben, o zaman iman edip de onların dördüncüsü olmayı ne kadar ister­dim!”[3]

Peygamber Efendimiz, davasını henüz umuma açıklamamış olmasına rağ­men, müşrikler onların Kâbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir müd­det sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yle namazlarını kırlarda, vadilerde eda et­meyi daha uygun buldular.

Annesi ile Babası, Hz. Ali’nin Peşinde!

Resûl-i Ekrem’i bir gölge gibi takip edip yalnız bırakmayan Hz. Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telâşına sebep oldu. Bilhassa anne Fâtıma Hâ­tun, fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le çok dolaşıyormuş; sakın ona bir şey­ler olmasın!” dedi.

Ebû Tâlib, anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden öğ­renmek istedi. Bunun için bir gün Resûl-i Ek­rem Efendimizle Hz. Ali’nin ar­kalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i Kâinat’a, “Ey kardeşimin oğ­lu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”

Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Bu din, Allah’ın dinidir. Meleklerin, pey­gamberlerin ve ceddimiz İbrahim’in dinidir. Allah, beni onunla bütün kulla­rına gönderdi” dedi; sonra da, “Ey amca! Doğru yola davet edeceklerimin ve bu davete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lâyıksın! Putlara tap­maktan vazgeç ve bir Allah’a iman et” diye teklifte bu­lun­du.

Bir an düşünceye dalan Ebû Tâlib sonunda, “Ben, eski dinimden ayrıla­mam! Fakat sen üzerinde bulunduğun din­de de­vam et! Allah’a yemin ederim ki ben sağ kaldıkça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın bir şeyi sana eriştiremez!” diye konuştu; sonra da oğlu Ali’ye döndü ve “Oğulcağızım! Senin üzerinde bulunduğun bu din ne­dir?” diye sordu.

Hz. Ali, “Babacığım!” dedi. “Ben, Allah’a ve O’nun Resûlüne iman, onun Al­­lah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıl­dım!”

Bunun üzerine Ebû Tâlib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun di­nine sana da iste­ye­rek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra davet eder. Ona itaat et!”[4]diye­rek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi; sonra da ora­dan uzaklaştı.

Eve dönen Ebû Tâlib’e, zevcesi Fâtıma Hâtun, telâş ve şiddetle, “Nerede oğ­lun? Hizmetçim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken görmüş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye sordu.

Ebû Tâlib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka çıkmak ve yardımcı olmak, el­bette herkesten çok ona düşer!” diyerek telâş ve endişeye mahal olmadığını ifa­de etti; sonra da, “Eğer nefsim, Ab­dül­mut­ta­lib’­in dinini bırakmak husu­sun­da ba­na itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tâbi olurdum. Çünkü O halim­dir, emindir, tahir­dir”[5]diye ko­nuştu.


________________________________________________________________-

[1] İbn Kesir, Sîre, c. 1, s. 428.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 262.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 264; İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18; Taberî, Tarih, c. 2, s. 214.