Hicret’in 4. yılıydı… Mübarek nesli devam ettirecek olan ikinci torun da dünyamızı teşrif buyurdu. Peygamberimiz, doğum müjdesini alır almaz sevgili kızının evine koştu. Torununu kucakladı, İsmini de “Hüseyin” koydu. Onun için de koç kurban edildi. Saçının ağırlığınca gümüş, sadaka olarak dağıtıldı. Ayrıca sünnet ettirildi.

Bundan sonra Hz. Fâtıma validemizin evi Peygamberimizin gözünde daha başka bir değer kazandı. Artık daha sık gidiyor, nur topu çocuklarını kucaklı­yor, öpüyor, seviyordu. “Hasan ve Hüseyin benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.” buyurarak onları kokluyordu.[1]

Peygamberimiz sevgili torunlarının herhangi bir sebeple ağlamasına razı ol­mazdı. Onların ağlatılmasını hoş karşılamazdı. Bir gün Hz. Hüseyin’i kucağına almıştı. Öptü, sevdi, sonra da kucağına oturttu. Bu esnada Hz. Hüseyin, dedesi­nin üzerine akıttı. Peygamberimiz ﷺ onu Ümmü’l-Fadl’a uzattı. “Al oğlu­mu tut, üzerime akıttı!” buyur­du. Ümmü’l-Fadl (r.anha), Hüseyin’e kızdı, canını acıttı. Âlemlere rahmet olarak gönderi­len Yüce Peygamberimiz, torununun ağ­lamasına dayanamadı. Ümmü’l-Fadl’e, “Allah iyiliğini versin! Sen oğlumun ca­nını acıtmakla beni üzdün!” buyurdu. Ümmü’l-Fadl, Peygamberimizden özür di­ledi. Peygamberimiz başka bir gün de Hüseyin’in ağladığını işitti. Hz. Fâtıma’ya, “Onun ağlamasına üzüldüğümü bilmiyor musun?!” buyurdu.[2]

Re­sû­lul­lah ﷺ her iki torununu da çok seviyordu. Aralarında bir ayırım gözetmiyordu. Her ikisi de bir şey istediğinde önce kim istediyse ona veriyordu. Bir gün yine torunlarını görmek, onları sevmek için gelmişti. Uyuyorlardı. O sı­rada Hz. Hasan uyandı, süt istedi. Evde bir koyun vardı, fakat sütü çok azdı. Pey­gamberimiz koyunun yanına gitti, onu sağdı. Koyun bol süt verdi. Sütü Hz. Ha­san’a vermek üzereyken Hz. Hüseyin de uyandı, süt istedi. Peygamberimiz elin­deki sütü Hasan’a (r.a.) verdi. Fâtıma validemiz, “Yâ Re­sû­lal­lah, her hâlde Hasan’ı daha çok seviyorsunuz!” diye sordu. Pey­gamberimiz, “İkisini de aynı dere­cede seviyorum; fakat Hasan önce istemişti!” buyur­du.[3]

Peygamberimizin sevgili torunları yürüyecek yaşa gelmişlerdi. Artık düşe kalka yürüyorlardı. Bu, onların sevimliliklerine sevimlilik katıyordu. Dedeleri­ni çok seviyorlar, her an onu görmek istiyorlardı. Sanki onun insanlara kurtarıcı olarak gönderildiğini, kâinatın onun hürmetine yaratıldığını hissetmişlerdi.

Yine bir gün onu arıyorlardı. Mescitte olduğunu öğrenince düşe kalka yürü­yerek mescide girdiler. Peygamberimiz o esnada Ashâbına bir şeyler anlatıyor­du. Hz. Hasan ile Hüseyin’in yanına gelirken düştüğünü görünce konuşmasını yarıda kesti ve onları kaldırdı. Sevdi, okşadı, kucağına oturttu. Sonra da şöyle buyurdu:

“Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız, evlatlarınız fitnedir, birer imtihan vesilesidir.’ diye ne doğru buyurmuştur! Bu iki çocuğa baktım; düşe kalka yürüyorlar. Sabrede­medim, konuşmamı kestim, kaldırıp buraya getirdim.”[4]

Peygamberimiz başka bir gün Ashâbıyla birlikte bir yere gidiyordu. Kızının evinin yakınından geçerken Hz. Hüseyin’in kapının önünde oynadığını gördü. Adımlarını hızlandırdı, yaklaştığında kollarını açtı, onu tutmak istedi. Fakat Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyor, aklı sıra yakalanmak istemiyordu. Peygamberimiz onun bu hareketine tebessüm ediyordu. Sonra onu yakaladı. Bir elini kafasına diğer elini çenesine koydu. Onu öptü sevdi, sonra da, “Hüse­yin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Allah’ı seven Hüseyin’i sever. Hüseyin, torunlardan bir torundur.” buyurdu.[5]

Başka bir gün Peygamberimiz ﷺ Ashâbıyla sohbet ederken Ümmü Eymen (r.anha) geldi. Heyecanlıydı, “Yâ Re­sû­lal­lah, Hasan ile Hüseyin kayboldu! Bütün aramamıza rağmen bulamadık!” dedi. Peygamberimiz, sahabilere, “Kal­kın, çocuklarımı arayın!” buyurdu. Onlardan her biri bir yöne gittiler. Peygambe­rimiz de Hz. Selmân ile gitti. Bir dağ tepesine vardıklarında Hz. Hasan ve Hüse­yin’i gördüler. Birbirlerine sarılmış vaziyette duruyorlardı. Bir yılan da hemen yanı başlarında duruyor, ağzından kıvılcımlar saçıyordu. Peygamberimiz he­men koştu. Yılan uzaklaştı, bir deliğe sağılıverdi. Peygamberimiz, sevgili torun­larının yanına gitti, onları okşadı ve “Anam babam size feda olsun! Bu size Al­lah’ın büyük bir lütfu.” buyurdu. Sonra da birini sağ omu­zu­na, birini de sol omuzuna aldı. Bunu gören Hz. Selmân, “Ne mutlu size! Bineğiniz ne güzel!” dedi. Peygamberimiz ise, “Binenler de güzel! Babası ise onlardan daha üstün.” muka­belesinde bulundu.[6]

Hz. Hasan ve Hüseyin artık iyice büyümüşlerdi. Birbirleriyle güreş tutabile­cek yaşa gelmişlerdi. Peygamberimiz onları güreştiriyor, sonra da tebessüm ediyordu. Bir gün yine güreşiyorlardı. Peygamberimiz, Hz. Hasan’ı gayrete geti­riyor, “Ha gayret Hasan! Göreyim seni, yakala Hüseyin’i!” buyuruyordu. Hz. Ali de oradaydı. “Yâ Re­sû­lal­lah, siz Hüseyin’i kayırmalı değil misiniz? Çünkü Ha­san daha büyük!” dedi. Peygamberimiz ﷺ, “Baksana, Cebrâil de Hüseyin’e ‘Ha gayret Hüseyin, göreyim seni!’ diyor!” buyurdu.[7]

Peygamberimiz ﷺ hemen her gün torunlarını görüyordu. Bunun için bazen kendisi kızının evinin gidiyor, bazen de Hz. Fâtıma onları Peygamberi­mizin yanına getiriyordu. Çocuklarının ondan fazla feyizlenmesini istiyordu.

Bir gün Peygamberimiz hanımı Ümmü Seleme’nin (r.a.) yanında iken Hz. Fâtıma çocuklarının ellerinden tutup dedesinin yanına getirdi. Hz. Ali de oraday­dı. Hep birlikte yemek yediler. Bu sırada, “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden kiri, gü­nahı gidermek ve tertemiz yapmak ister.” Mealindeki, Ahzab Sûresi’nin 35. âyet-i kerimesi nazil oldu. Peygamberimiz kızı Fâtıma’yı, Hz. Ali’yi, Hz. Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) elbisesinin altına aldı. Sonra da “Yâ Rab, bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir, bunlardan günah kirini gider ve onları tertemiz yap!” diye duada bu­lundu.[8]

Peygamberimizin vefatından sonra, Hz. Ali gibi bir zatın terbiyesi altında bü­yüyen Hz. Hüseyin’in bütün hayatı bir sadelik içerisinde geçti. Bütün insanlığa örnek olabilecek bir hayat yaşadı. Birçok sözü bize kadar ulaştı. Bunlardan iki tanesi şöyledir:

“İnsanların size tevdi edilen işleri birer İlahî emanettir. O işleri kötüye kullan­mayınız; sonra azaba çevrilir!”

“Cömert efendi, cimri hor olur. Bir mümin kardeşinin iyiliğini kendinden ev­vel düşünen, ahirette daha iyisini bulur.”

Hz. Hüseyin, duası Allah indinde kabul edilen bir kuldu. Bir defasında kuyu­sunu temizleyen bir adamın yanından geçiyordu. Hz. Hüseyin’i görünce, “Kuyumu genişletiyorum, fakat ne yapıyorsam suyu bir türlü çoğalmıyor!” dedi. Hz. Hüseyin kuyunun suyundan biraz getirmesini istedi. O zat bir miktar su getirdi. Hüseyin (r.a.) o sudan bir miktar içti, ağzında çalkaladı ve kuyuya püskürttü. Bundan sonra kuyunun suyu hem çoğaldı, hem de tatlılaştı…

Kerbelâ Hadisesi’nde de Yezîd’in adamlarından biri, “Hüseyin aranızda mı­dır?” diye sordu. Sonra da Peygamberimizin, “Cennet gençlerinin efendisidir.” buyurduğu Hz. Hüseyin için, “Onu cehennemle müjdeliyorum!” diyerek edep­sizlik etti. Hz. Hüseyin, ellerini dergâh-ı İlahiyeye kaldırdı ve “Allah’ım, onu cehenneme gönder!” diye beddua etti. Duası biter bitmez adamın atı ürktü, ken­disi de yere yuvarlandı. Ayağı ise üzengide asılı kaldı. Paramparça olarak ce­hennemi boyladı…

Hz. Muâviye’nin vefatından sonra oğlu Yezîd’in halifeliğini kabul etmedi. Çünkü Yezîd zalim ve fasık birisiydi. Allah’ın emirlerine uygun hareket etmi­yordu. Hz. Hüseyin’in böyle birine biat etmesi ise düşünülemezdi. Onun Yezîd’e biat etmediğini gören Kûfeliler, Hz. Hüseyin’i davet ederek kendisine biat edeceklerini söylediler. Yezîd’in yaşayışından onlar da memnun değillerdi. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, Kûfe’ye gitmeye karar verdi. Sahabiler gitmemesini istedilerse de o ısrarlıydı. Yanına yakınlarını ve çocuklarını alarak Kûfe’ye ha­reket etti.

Yezîd, Hz. Hüseyin’in bu hareketine çok kızdı. Kûfe Valisi Ubeydullah bin Ziyad’a emir verdi. Ondan, bir ordu hazırlamasını ve Hz. Hüseyin’e mâni olma­sını istedi. İbni Ziyad da, Hürr bin Yezîd komutasında bir birlik hazırladı ve Hz. Hüseyin’in üzerine gönderdi. Hz. Hüseyin’i susuz, taşsız ve ağaçsız bir yerde konaklamak mecburiyetinde bırakmasını emretti. Hürr, emri yerine getirdi. Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da konaklamak mecburiyetinde bıraktı. Hz. Hüseyin istese yanındaki mücahitlerle Hürr bin Yezîd ve mahiyetindekileri haklayabilirdi; fakat o, boş yere Müslüman kanı dökülmesini istemiyordu. Anlaşma yolunu arı­yordu, fakat anlaşma temin edilemedi. Üstelik bir gün sonra Ömer bin Sa’d ku­mandasında 4 bin kişilik takviye kuvveti geldi. Bunlar Hz. Hüseyin ve mahiye­tindekileri kuşatma altına aldılar. Suyun başını tuttular. Hava bir hayli sıcaktı. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler bir hayli susamışlardı. Su talebinde bulundularsa da bu istekleri reddedildi.

Hz. Hüseyin bunların kendisini öldürmeye iyice kararlı olduklarını anlamış­tı. Yanındakilerin ölmelerini istemiyordu. Onlara şu mealde bir konuşma yap­tı:

“Arkadaşlar, görüyorsunuz, dünya değişmiş. İyisi gitmiş, kötüsü kalmış. Ha­yatın bir tadı kalmamış. Ömrümüzün kalan kısmı, kabın dibinde kalan su artı­ğından, havası ağır ve sıkıcı bir otlak hayatından başka bir şey değildir. Artık hak ile amel edilmediğini, batıldan vazgeçilmediğini görmüyor musunuz? Böyle bir durumda kalan kişinin ölümü hayata tercih etmesi gerekir. Ben şahsen ölümü mutluluk, zalimlerin idaresinde yaşamayı ise alçaklık olarak görüyo­rum…”

Hz. Hüseyin bunları söyledikten sonra, yanındakilere, gece karanlığından is­tifade ederek etrafa dağılmaları ricasında bulundu. Fakat onlar bunu kabul et­mediler. “Allah bizi senden sonraya bırakmasın. Vallahi biz senden ayrılma­yız!” diyerek büyük bir sadakat örneği gösterdiler. Hz. Hüseyin onların bu dav­ranışından müteessir oldu.

Biraz sonra her iki taraf da savaş düzeni aldı. Birbirlerine iyice yaklaştılar. Hz. Hüseyin büyük bir faciaya engel olma ümidiyle son olarak çok dokunaklı bir konuşma yaptı. Kûfelilere şöyle hitap etti:

“Ey insanlar, Re­sû­lul­lah ﷺ bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: ‘Kim insanlara zulümle muamele eden, Allah’ın haram kıldıklarını pervasızca işle­yen, Re­sû­lul­lah’ın yolundan gitmeyen ve Allah’ın kulları arasında zulüm ve haksızlıkla iş gören bir idareciyi görür de ona göz yumar, eliyle veya diliyle karşı çıkmazsa, Cenâb-ı Hakk’ın o kimseyi müstahak olduğu yere göndermesi hak olur.’ Bu adamlar [Yezîd ile Ubey­dul­lah bin Ziyad] devamlı şeytana uymakta­dırlar. Allah’a ibadet etmeyi bırakıp devamlı bozgunculuk ve fesat çıkarmakta­dırlar. Allah’ın kanunlarını işlenemez hâle getirmiş bulunmakta, devletin hazi­nesini kendi aralarında paylaşmaktadırlar. Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını ise haram kılmaktadırlar. Bunu kabul etmeyip karşı çıkmak ise herkes­ten önce benim vazifemdir.

“Bunun böyle olduğu hususunda bana birçok mektup gönderdiniz. Bana biat edeceğinize ve yalnız bırakmayacağınıza dair haberciler yolladınız. Eğer bu sö­zünüzü tutar da bana biat ederseniz doğru bir harekette bulunmuş olursunuz; şayet bu sözünüzden vazgeçtiyseniz, gelişimden hoşlanmadıysanız bırakın ge­ri gideyim.

“Biraz düşününüz: Beni öldürmeniz size bir iyilik getirir mi? Benim kanım si­ze helal olur mu? Ben sizin Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim? Ben si­zin Peygamberinizin amcasının oğlu Ali’nin oğlu değil miyim? Hamza, Abbas, Câfer benim amcalarım değil midir? Re­sû­lul­lah ﷺ benim ve kardeşim hakkında ‘Bunlar cennetlik gençlerin efendisidir.’ buyurmamış mıdır?…”

Fakat gözü dönmüş güruh mutlaka Hz. Hüseyin’i şehit etmek istiyordu. Hiç­bir şey anlayacak hâlde değillerdi. Biraz sonra hep birlikte saldırıya geçtiler. Çok kalabalıktılar.

Hz. Hüseyin’in yanındakiler, şehit oluncaya kadar Re­sû­lul­lah’ın sevgili toru­nunu koruyacaklarına söz vermişlerdi. Kahramanca karşı durdular. Hz. Hüse­yin’in etrafında âdeta etten bir duvar oluşturdular. Biraz sonra da hepsi teker te­ker şehadet mertebesini kazandı.

Hz. Hüseyin’in etrafında sadece birkaç kişi kalmıştı. Onlar da birçok yerin­den yaralanmışlardı. Hz. Hüseyin de çeşitli yerlerden yara almıştı. Bir ara ya­nında bulunan son sudan birkaç yudum içmek için su kabını ağzına götürdü. Tam bu sırada gelen bir ok, mübarek ağzına isabet etti. Kab elinden düştü. Eliy­le ağzının kanını sildi. Bu arada bir ok da böğrüne saplandı. Derken çapulcular güruhu o mübarek insanın üzerine çullandılar. Elini kestiler. Çok geçmeden de Peygamberimizin “Reyhanım.” diye koklayıp sevdiği sevgili torununu şehit et­tiler. Bununla da yetinmeyerek mübarek başını kestiler ve Yezîd’e gönderdiler. Tarih Hicret’in 61. yılını gösteriyordu…

Bu feci hadiseden bir gün sonra Kerbelâ yakınlarındaki Gadiriye köyü halkı, katliam mahalline geldiler ve şehitleri def­nettiler. Hz. Hüseyin’in kabrini kaybetmek istedilerse de, Peygamberimizin to­runundan yayılan hoş koku onun kabrini belirledi.

Kerbelâ katliamından sadece Hz. Hüseyin’in küçük oğlu Ömer ile hasta oğlu Aliy­yü’l-Asgar, kızı Zeyneb ve bazı kadınlar kurtuldu.[9]

Bu hadiseyle Peygamberimizin bir mucizesi daha ortaya çıktı. Çünkü Re­sû­lul­lah ﷺ yıllar öncesinden Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edileceğini haber vermişti. Haber verdiği gibi çıktı. Bu haber verme hadisesi şöyle olmuştu:

Bir gün Cebrâil (a.s.), Peygamberimizin yanına geldi. Peygamberimiz o sırada Ümmü Seleme validemizin yanında bulunuyordu. Ümmü Seleme’ye (r.anha), “Kapıyı üzerimizden kapa, içeriye kimseyi alma.” buyurdu. Onlar içerdeyken Hz. Hüseyin geldi, içeriye girmek istedi. Hz. Ümmü Seleme onu içeriye koy­mak istemediyse de Hüseyin (r.a.) bir fırsatını bulup içeriye daldı ve Re­sû­lul­lah’ın kucağına oturdu. Peygamberimiz sevgili torununu öptü, sevdi. Cebrâil (a.s.), “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, çok sevi­yorum!” buyurdu. Hz. Cebrâil, “İyi, ama ümmetin onu şehit edecek!” dedi. Peygamberimiz, “Demek onu müminler öldürecek?!” diye hayretini belirtti. Cebrâil (a.s.) “Evet.” dedi, “İstersen onun şehit edileceği yeri de sana haber vereyim.” Peygamberimiz bildirmesini isteyince Cebrâil (a.s.) kısa bir müddet için yanın­dan ayrıldı. Kerbelâ’dan getirdiği bir avuç kırmızı ve ıslak toprakla döndü. Bu­nun üzerine Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar aktı. Cebrâil’in ge­tirdiği toprağı da saklaması için Ümmü Seleme’ye (r.anha) verdi.[10]

Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün güneş tutuldu, gökyüzü kıpkırmızı kesildi. Halk kıyametin kopacağını zannetti. Diğer taraftan, onun şehadetine sadece in­sanlar değil, cinler de gözyaşı döktüler. Ümmü Seleme validemiz haber veri­yor: “Re­sû­lul­lah’ın vefatından sonra cinlerin ağladığını hiç duymamıştım. Bir gün yine onların ağlamasını duydum. Oğlum Hüseyin’in şehit edildiğini hissettim! Hizmetçimi göndererek, haber getirmesini istedim. Hizmetçi biraz sonra, Hz. Hüseyin’in şehit edildiği haberiyle geldi…”[11]

Bütün ömrünü İslamiyet’e hizmet yolunda geçiren Hz. Hüseyin, Peygamberi­mizden birkaç tane hadis rivayet etmiştir. Bu hadislerden bazıları şu mealde­dir:

“Malayaniyi [boş konuşmayı ve boş şeyle meşgul olmayı] terk etmek kişinin İslamiyet’inin güzelliğindendir.”[12]

“Asıl cimri, yanında ismim zikredildiği hâlde bana salavat getirmeyendir.”[13]

“Ey insanlar, ölüm bu dünyada sanki bizden başkaları için yazılmış, hakka uygun hareket etmek sanki bizden başkaları için vacip kılınmıştır. Uğurladığı­mız ölüler sanki pek yakında geri dönecek yolcularmış, biz de onlardan sonra dünyada ebediyen kalacakmışız gibi onların miraslarını yiyoruz. Bütün nasihatleri unutmuş bulunuyor, başımıza bir belanın gelmesinden korkmuyoruz. Kendi kusurlarıyla uğraştığı için başkalarının kusurlarını görmeyen kimseye ne mutlu! Kazancı helal, gizli hâli iyi, açık hâli faydalı ve yolu doğru olan kimseye ne mutlu! Kendini küçük düşürmemek şartıyla alçak gönüllülük eden, helal malından Allah yolunda harcayan, ilim ve hikmet sahibi kimselerle oturup kalkan, fakir ve muhtaçlara acıyan kimseye ne mutlu! Malın fazlasını harcadığı hâlde sözün fazlasını tutup fazla konuşmayan, sünnete uygun hareket edip bid’ata dönmeyen kimseye ne mutlu!”[14]

Son olarak Hz. Hasan ve Hüseyin’in faziletine işaret eden iki hadis nakledelim:

“Hasan ve Hüseyin, benim oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur, beni seven Allah’ı sever, Allah kimi severse onu cennete koyar. Kim onları sevmez ve onlara düş­manlık ederse bana düşmanlık etmiş olur, bana düşmanlık edeni Allah sevmez, Allah kimi sevmezse onu cehenneme koyar!”[15]

(Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için) “Size harp açana ben de harp açarım, sizinle sulh içerisinde olanla ben de sulh içeri­sinde olurum.”[16]


_________________________________________

[1]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[2]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 160.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 31.
[5]Müstedrek, 3: 177.
[6]Hayâtü’s-Sahâbe, 2: 493.
[7]el-İsâbe, 1: 332.
[8]Tirmizî, Menâkıb: 32.
[9]Hz. Muhammed ve İslamiyet, 4: 195-202.
[10]Müstedrek, 3: 777; Üsdü’l-Gàbe, 2: 22.
[11]İsâbe, 1: 135; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 493.
[12]Müsned,1: 201.
[13]Müsned,1: 201.
[14]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 306.
[15]Müstedrek, 3: 166.
[16]İbni Ebî Şeybe, Musannaf, 12: 97.