(Hicret’in 8. yılı 5 Şevval Cumartesi / Milâdî 27 Ocak 630)

Mekke’nin fethiyle Ku­reyş’in hemen hemen tamamı İslami­yetle şereflen­mişti. Fetih, aynı zamanda civar kabileler, bilhassa Ku­reyş­li­lere taraftar bulu­nan kabileler üzerinde müspet te­sirler bırakmış ve onların İslam ve Müslü­man­lara karşı gönüllerinde sevgi dolu sıcak bir alâka duymasına sebep ol­muş­tu. Bu ciddi alâka, onların bundan böyle Resûl-i Ekrem safında yer ala­cakla­rı­nın bir işareti sayılıyordu.

Bununla birlikte gönülleri hâlâ bu sıcak ilgiden mahrum bulunan ve mah­ru­miyetten sıyrılmak arzusu taşımayanlar da vardı: Sakif ve Havazin kabile­leri, bun­ların başında yer alıyordu. Bunlar, eskiden beri Pey­gam­be­ri­miz ve Müs­lü­man­lara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla biliniyorlardı. Birçok Arap ka­bilesi ge­lip Resûl-i Ekrem’e sadâkat elini uzattığı halde, bunlar düşmanlıklarını bir tür­lü yenemiyorlardı. O civarın en güçlü kabileleri oluşu kendilerini aldatı­yor ve yersiz bir gurura sevk­ediyordu.

Resûl-i Ekrem, Mekke’yi fethedip Ku­reyşlilerle birlikte birçok kabilenin de gönlünü kazanınca, bunların endişeleri daha da kabardı. Büyüyen endişeleri, onları, hazırlanıp Mekke üzerine yürüme kararını almaya kadar götürdü. Ga­yeleri, Pey­gam­be­ri­mizin üzer­lerine gelmesine fırsat tanımadan Mekke’ye ansı­zın baskında bulunmaktı.

Bu maksatlarını, her iki kabilenin ileri gelenleri, kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla izhar ediyorlardı: “Mu­hammed’­in bizimle savaşmaya gelmesine herhangi bir engel kalmamıştır. En uygun olan, o üzerimize yürümeden, bizim onun üzerine yürümemizdir!”[1]

Nitekim kısa zamanda etraftaki bazı kabilelerin de katılmasıyla Havazinli­le­rin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yirmi bin kişilik bir ordu teş­kil ettiler. Ku­mandan Mâlik b. Avf, askerlerin cesaretle çarpışmaları, dönüp geri kaçma­ma­ları için bütün kadın, çocuk ve davarların da orduya katılmasını temin et­mişti.

Yirmi bin kişilik düşman ordusu, kadınları, çocukları ve hayvanlarıyla, ge­lip Evtâs mevkiinde karargâhını kurdu.[2]

Pey­gam­be­ri­mizin Durumu Haber Alması

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Havazin ve Sakiflilerin İslam topraklarına sal­dırmak için bir araya geldiklerini haber alınca, derhal Abdullah b. Ebî Hadred’i bilgi almak üzere düşman topluluğun arasına gönderdi.

Tebdil-i kıyafetle düşman ordusu arasında birkaç gün dolaşan bu sahabe, gereken bilgileri topladı. Ordu kumandanı Mâlik b. Avf’ın diğer kumandan­lara söylediği şu sözleri bizzat kulağıyla duydu:

“Bu, Muhammed’in son çarpışması olacaktır. Onun şimdiye kadar karşılaş­tığı kimseler, harp bilgisinden mahrum bulunan kimselerdi. Onun için onlara galebe çalıyordu.

“Seher vakti olunca, hayvanlarınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı arkanızda sıralayacaksınız! Sonra askerleri sıralayacaksınız!

“Müslümanlarla karşılaşınca hücuma kalkacaksınız!

“Kılıçlarınızın kınlarını kırınız ve tek bir adam gibi hep birden saldırınız! Biliniz ki zafer ilk saldırıya geçenindir!”

Bu bilgileri topladıktan sonra, görevli sahabe, Mekke’ye döndü ve Pey­gam­be­ri­mize duyduklarını olduğu gibi haber verdi.

Pey­gam­be­ri­mizin, Ordusunu Hazırlaması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendi aleyhinde böyle büyük bir ordunun top­landığını haber alınca, onları yerinde bastırmak için süratle hazırlığa geçti.

Bu arada, yanında zırhlar ve silahlar bulunan, henüz Müslüman olmamış Safvan b. Ümeyye’ye, “Ey Ebû Ümey­ye! Yarın gidip düşmanla karşılaşacağız! Şu silahlarını bi­ze emanet olarak ver!” dedi.

Safvan, “Yâ Muhammed! Zorla almak, geri vermemek üze­re mi istiyor­sun?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Hayır… Emanet olarak, kırılan ve yitirilenleri taz­min etmek üzere istiyorum!” buyurdu.

Bunun üzerine Safvan, yüz tane zırh ile onlara yetecek silah ver­di; hatta bunları harp yerine kadar taşımayı da Efendimizin teklifiy­le üzerine aldı.[3]

Peygamber Efendimiz, Mekke’nin fethi günü Müslüman olan ve henüz yir­mi yaşında bir genç olan Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vâli tayin etti. İslam ve Kur’an’ı öğretmek üzere de Muaz b. Cebel Hazretlerini şehirde vazifelen­dir­di.[4]

İslam Ordusunun Mekke’den Ayrılışı

Tarih, Hicret’in 8. senesi Şevval ayının beşinci günü idi.

On iki bin kişilik İslam ordusu, Hz. Re­sû­lul­lah’ın kumandasında Mek­ke’den, düşmanın toplandığı mevkiye doğ­ru hareket etti. Ordunun iki bi­nini Mekkeliler teşkil edi­yordu. Ayrıca orduda seksen kadar da müşrik vardı. Ku­reyş’in birçok ileri geleni bu seksen kişinin arasında bulunu­yor­du. Maksat­ları, hangi tarafın galip geleceğini bizzat görmek ve elde edilen ganimetten isti­fade etmekti.

Peygamber Efendimiz, o âna kadar böylesine kalabalık bir ordu­nun başında yola çıkmış değildi. Fakat o, sadece kalabalığın zafer getirmeyeceğini bili­yordu. Zaferi ihsan edenin de, hezimete uğratanın da Cenab-ı Hak olduğunun, insanın sadece zaferi netice verecek sebepleri mükemmel bir şekilde hazırla­makla vazifeli bulunduğunun derin idraki içindeydi. Bu sebepledir ki bu kadar kalabalık, azametli ve ihtişamlı bir ordunun başında bulunmasına rağmen, tav­rında en küçük bir büyüklenme sezilmiyordu.

Ancak bu muhteşem kalabalığa güvenen bazı mücahit­ler şöyle dediler:

“Artık bugün azlık yüzünden mağlup olmayız!”[5]

Hâlbuki onlar, Allah’ın yardımıyla, birçok kere az bir kuvvetle kendilerin­den hem sayıca hem silahça kat kat üstün bulunan birçok kalabalığı mağlup etmişlerdi. Bedir Zaferi, bunun apaçık bir misâliydi; Hendek ve Mu’te, bunun gözle görünür örnekleriydi. Buna rağmen, sanki zaferleri getiren tek unsurun kalabalık insan yığınları olduğu havasında konuşmuşlardı!

Haliyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sözden hoşlanmadı ve bu­nu tavrıyla ihsas etti.

Huneyn’e Varış

Şevval ayının 11’i Salı günü idi.

Resûl-i Ekrem, ordusuyla inişli çıkışlı, birçok dar geçidi ve gizli yolu bulu­nan Huneyn vadisine vardı.

Seher vakti, ordusunu saf düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara bay­rak ve sancaklarını teslim etti.

Muhacir Müslümanların sancağı Hz. Ali’nin, bayrakları ise Sa’d b. Ebî Vak­kas ile Hz. Ömer’in elinde bulunuyordu. Ensar Müslüman­ların iki sancağın­dan birini Hübab b. Mün­zir, diğerini ise Üseyd b. Hudayr taşıyordu.

Hâlid b. Velid’in (r.a.) kumandasındaki Süleymoğulları, İslam ordusunun öncü kuvvetlerini teşkil ediyorlardı.

Resûl-i Ekrem, tedbirde asla kusur etmiyordu. Düldül’ün üzerinde bulunu­yordu. Sırtına iki zırh gömlek, başına takye giymiş ve takyenin üzerine ise miğfer geçirmişti.[6]

Herkesten ziyade yüce yaratıcısından korkan, herkesten fazla ibadet ve taate düşkün bulunan Fahr-i Âlem Efen­dimiz, Cenab-ı Hakk’ın “Adetullah” tâbir edilen hayattaki maddî ka­nunlarına da herkesten ziyade riayet ediyor, onlara uymada gayet titiz davranıyordu. Düşman karşısındaki bu vaziyetiyle de bu durumunu açıkça ortaya koyuyordu. Allah’ın hıfz ve inayeti altında bu­lunmasına rağ­men, herkes bir zırh giymişken o iki zırh giyiyor ve başın­da­ki takyesinin üzerine de miğfer geçiriyordu.

İlk Çarpışma

Sabahın alacakaranlığı henüz çevreye hâkimdi.

Pey­gam­be­ri­miz, düşmanı gafil avlamak maksadıyla, ordusuna Huneyn va­disine inme emrini verdi. Vadiye, önce düşmanın tertibat ve harekâtından ha­bersiz olan Hz. Hâlid, emrindeki öncü kuvvetlerle daldı. Bu dalışla birlikte, vadinin iki hâkim yerinde pusu kurmuş düşmanın oklarına hedef oldular. As­kerî manevraya elverişli olmayan dar vadide, ok yağmuru mücahitleri şaşkına çevirdi. Etrafın henüz karanlık olması ise işi bütün bütün güçleştiriyordu. Ne­ye uğradıklarını anlamayan mücahitler, geri çekilmek zorunda kaldılar. Öncü kuvvetlerin geri çekilişini, orduya gönüllü olarak katılan Mekkeli yeni Müslü­manların geri çekilişi takip etti. Geri çekilme, artık bir nevi bozguna dönme is­tidadı gösterir gibi oldu.

Durum oldukça nâzik, manzara oldukça acıklı ve ibretli idi.

Hz. Re­sû­lul­lah’ın etrafında sadece yüz kadar mücahidin bulunduğu görü­lüyordu. Düşman ise yirmi bin kişilik kuvvetiyle o tarafa doğru ilerliyordu. Efendimiz, iki tarafından kaçışan mücahitlere, “Ey insanlar! Nereye gidiyorsu­nuz? Bana doğru geliniz! Ben, Allah’ın Resûlüyüm! Ben, Muhammed b. Ab­dullah’ım!” diye sesleniyordu.

Harp meydanı bir ana baba gününe dönmüştü. Develer birbirine giriyor, at kişnemeleri toza dumana karışarak etrafa korku saçıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, herkesin kendisini bırakıp gerisingeri kaçtığı, düşman kuvvetlerin ise sel gibi üzerine akıp geldiği bu sırada Düldül’ün üze­rinde bir cesaret âbidesi gibi duruyordu. Tek adım geri çekilmediği gibi, zerre kadar korku eseri de göstermiyor, cesaretini, ümit ve metanetini kaybetmi­yordu. Bu kan ve ateş deryasında böylesine sebat ederek durmak, düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetine karşı mukavemet göstermek, ancak o kahramanlar kahramanının şânı idi.

Kalplerdeki Kin ve Düşmanlığın Açığa Vurulması

İslam ordusunun böylesine beklenmedik bir bozgunla karşı karşıya kalması ânında Ku­reyşlilerden bazı kimseler ileri geri konuşmaya başladılar.

Ebû Süfyan b. Harb, “Bu bozgunun, denize kadar arkası alınmaz!” dedi.

Safvan b. Ümeyye, o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Ebû Süfyan’ın bu sözlerinden hoşlanmadı. “Ağzına taş toprak dolsun senin!” diye karşılık verdi.

Yine o sırada Safvan b. Ümeyye’nin kardeşi gelip ona, “Müjdeler olsun! Bu­gün sihir bozuldu, tesirini kaybetti!” deyince, Safvan b. Ümeyye’den şu cevabı aldı:

“Sus! Allah senin ağzını yırtsın! Bana Havazinlilerden birinin hâkim olma­sından, Ku­reyşli birinin hâkim olması daha hoş gelir.”

Süheyl b. Amr ise, “Muhammed ve ashabı, bir daha topar­lanamaz­lar, sava­şa­mazlar” diye konuştu.

Henüz yeni Müslüman olmuş Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Böyle söylemen doğru değil!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

“İşler, ancak Allah’ın elindedir; Muhammed’in elinde bir şey yoktur. Bugün savaş onun aleyhinde ise, yarın muhakkak onun lehinde olacaktır!”

Süheyl, İkrime’nin bu sözlerini hayretle karşıladı: “Sen, daha önce, bu söz­lerin tersini söyler, dururdun!”

İkrime şu cevabı verdi:

“Vallahi, biz, uygun olmayan şeyler üzerinde ısrar ediyormuşuz. Aklımızı çalıştırmamış, ne zarar ve ne de fayda veren birtakım taşlara tapmış durmu­şuz!”[7]

Cenab-ı Hakk’ın, Pey­gam­be­ri­mizi Bir Suikastten Koruması

Bu bozgun sırasında Ku­reyşlilerin henüz Müslüman olmayanlarından, Peygamber Efendimizin hayatını ortadan kaldırmayı düşünenler bile oldu. Şey­be b. Osman, bunlardan biri idi.

Uhud Harbi’nde babası öldürülmüş, içi intikam ve kinle doluydu. Kılıcını sıyırdı. Sağ tarafından Peygamber Efendimize doğru varmak istedi. Bu sırada sağında amcası Hz. Abbas’ın, elinde pırıl pırıl parlayan kılıcıyla durduğunu gördü. “Amcası oradayken ben yanına varamam” diyerek Peygamber Efendi­mizin sol tarafına geçti. Oradan hücum etmek istiyordu. Fakat o tarafında da amcası­nın oğlu Ebû Süfyan b. Haris’in durduğunu gördü. “Amcasının oğlu da onu yardımsız bırakmaz” diyerek bu sefer Efendimizin arka­sından yanına varmak istedi. Efendimize oldukça yaklaşmıştı. Kılıcını kaldırmak istedi. Kılı­cını kal­dırıp vur­ması için de hiçbir engel kalmamıştı. Tam o esnada ara­la­rında birdenbire bir ateş yalımı peydâ oldu. Şeybe birden ürper­di, korktu. Ateş ya­lımının kendisini yakıp kavuracağını sandı. Korkusundan gözlerini elleriyle kapayıp geri çekildi. Ancak o zaman, Pey­gam­be­ri­mizin Allah tarafından ko­runduğunu anlamıştı!

Geri çekildiği sırada, Resûl-i Kibriya Efendimiz, ona doğru mübarek başını çevirip gülümsedi ve “Ey Şeybe! Yanıma gel!” buyurdu.

Kâinatın Efendisinin hayatına kastetme cesaretini kendisinde az evvel bulan Şeybe, o anda tir tir titriyordu; kalbi korkuyla ürperiyordu. Efendimizin yanına geldi. Pey­gam­be­ri­miz, mübarek ellerini göğsüne koydu ve “Allahım, bundan şeytanın vesvese ve desiselerini gider!” diye dua etti.

Bir anda Şeybe’nin kalbindeki intikam ve kin duygusu yok oluvermiş, ye­rini imana ve Pey­gam­be­ri­mize karşı sevgiye terk etmişti. O ânı Şeybe, “Vallahi, elini göğsümden kaldırmamıştı ki Allah’ın ya­ratıklarından ondan daha sevgili olan bir kimse kalmamıştı” diyerek ifade eder.

Daha sonra Peygamber Efendimiz, “Ey Şeybe! Haydi, artık kâfir­lerle savaş!” diye buyurdu.

Şeybe der ki:

“Re­sû­lul­lah’ın önünde kılıç vurup savaştım. Vallahi, canımla ve her şeyimle onu korumak istiyordum. O anda sağ olsaydı da babamla karşılaşsaydım; hiç çekinmeden onu da kılıçla vurup öldürürdüm!”[8]

Böylece, “Gerek Arap gerekse Arap olmayanlardan Mu­ham­med’e tâbi ol­madık hiç kimse kalmasa bile, ben yine ona tâbi olmam!” diyen biri daha, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ge­tir­diği nurun câzibesinden kendisini kurtaramayıp İslam’ın saadetli sînesine kavuşmuş oluyordu.

İslam Ordusu Toparlanıyor

Etrafında bir avuç mücahitle kalan Resûl-i Ekrem, düşmanın bir sel gibi üze­rine akıp gelmekte olduğunu görünce onlarla çarpışmak için boz Düldül’ü mahmuzlamak istiyor, ancak amcası Hz. Abbas, Düldül’ün dizginini, Ebû Süfyan b. Haris ise üzengisini tutup buna mani olmaya çalışıyordu.

Bu dehşetli hengâmede, Resûl-i Kibriya, Düldül’ün dizginini tutan amcası Hz. Abbas’a, “‘Ey ensar cemaati! Ey Semûre Ağacı’nın altında bîat etmiş bulu­nan sahabeler topluluğu! Neredesiniz?’ diye seslen!” emrini verdi. Hz. Ab­bas, gür sesiyle nidâ etti.[9]

Gür sadâ, dalga dalga vadiyi çınlattı. Kaçan mücahit­ler, durdular. Etraf ala­cakaranlıktan sıyrılıp aydınlığa kavuştuğu gibi, mücahit­ler de yüreklerini kap­la­yan ürkeklik­ten sıyrılıp kendilerine geldiler. Zihinlerinde artık şimşekler ça­kı­yordu: “Nereye gidiyoruz? Re­sû­lul­lah’ı kime terk edip gidiyoruz?”

Sanki daldıkları derin bir uykudan uyanır gibi olmuşlardı. Resûl-i Ekrem’e verdikleri vaatleri bir anda hatırlıyorlar ve toparlanmaya başlıyorlardı. Kaçan ayaklar, şimdi kan ve ölüm deryasında cesaret âbidesini andıran Pey­gam­be­ri­mizin etrafına koşuşuyordu! Uhud’da da aynı durum vuku bulmuştu. O za­man da Resûl-i Kib­riya’nın cesareti, metaneti, düşman karşısındaki sebatı, İs­lam ordusunu çok daha feci bir duruma düşmekten kurtarmıştı!

Bir anda Efendimizin etrafını saran mücahitler, kılıçlarını sıyırıp cesaret ve var güçleriyle düşmanın üzerine saldırdılar. Kılıç şakırtılarına, mücahitlerin tekbir sa­dâ­ları karıştı. Düşman bir anda dehşet ve korku içinde kaldı.

Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne gibi kahraman sahabeler, o dehşetli hengâ­mede Resûl-i Kibriya’nın önün­de düş­mana göğüslerini siper ederek çar­pışıyorlardı. Hz. Ali, çevikliği ve cesaretiyle düşman askerlerinin cesaretini kı­rıyordu.

Harbin bu en şiddetli ânında Fahr-i Âlem, üzerinde bulunduğu Düldül’ün üzengisine basarak, dikildi ve “İşte, şim­di fırın tutuştu, harp kızıştı!”[10]diye bu­­yurdu; sonra da dehşetli manzarayı seyrederek, “Ben, Allah’ın Resûlüyüm. Yalan yok!”[11]diye seslendi.

Bu sözleriyle o, peygamberlikle yalanın bir araya gelemeyeceğini ifade edi­yordu ve bütün kalbiyle Allah’ın va­det­tiği yardımına inandığını haykırıyordu. Bu sesleniş, sabrın ve sebatın mükâfatı olan zaferin müjdesiydi!

Bu arada, Hz. Ali ile Ebû Dücâne (r.a.), düşman bayraktarlarından birini ye­re serdiler. Bayraktarlarının yere se­rildiğini gören Ha­va­zinliler, korkmaya baş­ladılar.

Pey­gam­be­ri­mizin Duası

Mücahitleri çarpışma şevkinin sardığı, düşmanın da ürkmeye başladığı bir anda, Resûl-i Ekrem Düldül’ünden indi ve Yüce Rabbine şöyle yalvardı:

“Allahım, bize, yardımını indir! Muhakkak sen, onların bize galip gelmesini istemezsin!”[12]

Cenab-ı Hakk’a böylesine gönülden yalvarıp zafer niyaz eden Efendimiz, sonra da eline bir avuç kum aldı, “Yüzleri kara olsun!” diyerek düşman asker­lerine doğru attı.[13]

O anda, Resûl-i Zîşan Efendimizin bir mucizesi olarak, düşman askerlerin­den gözlerine bu bir avuç kumdan dolmadık hiç kimse kalmadı!

Artık düşman ordusunda bozgun başlamıştı!

Meleklerin mücahitlerin imdadına gelmesi ise, düşman askerin geri kalan çarpışma güçlerini de alıp götürdü ve gerisingeri kaçmalarını sağladı.

Hz. Abbas, o ânı sonradan şöyle tasvir edecektir:

“Vallahi, Re­sû­lul­lah’ın, çakıl taşlarını (kumu) onlara doğru savurmasından sonradır ki güçlerini yitirdiklerini, işlerinin tersine döndüğünü gördüm! So­nunda Allah, onları bozguna uğrattı. Allah Resûlünün, Düldül’ü tepip onları ta­­kibe koyulduğunu, hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”[14]

Cenab-ı Hak, mücahitlerin gönlünde meydana gelen bir anlık bozgun bu­rukluğundan sonra ihsan ettiği parlak zaferi, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle beyan buyurur:

 

“Şüphe yok ki Allah, size birçok savaş yerinde zafer verdi ve Huneyn gü­nünde size yardım etti. O vakit, Hu­neyn’­de çokluğunuz size güven vermişti de, bir fayda ol­ma­mıştı. Yeryüzü o genişliğiyle başınıza dar gelmişti. Son­ra da bozularak arkanıza dönmüştünüz.

“Sonra Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine rahmetini indirdi, görme­diğiniz (meleklerden) ordular indirdi de, küfredenleri azaplandırdı. İşte bu da, kâfirlerin cezasıdır.”[15]

Bozguna uğrayan düşman ordusu, birkaç kısma ayrılarak savaş meydanını üzgün üzgün terk etti. Bir kısmı Taif’e gitti, bir kısmı Evtâs’ta toplandı; diğer bir kısmı ise, Nahle taraflarına doğru yol aldı.

Şehit ve Ölü Sayısı

Çarpışma sonunda, Müslümanların dört şehit, düşmanın ise yetmiş ölü ver­diği görüldü.

Düşman, harp meydanına çoluk çocuğuyla geldiği için, geride esir olarak bir­çok kadın ve çocuk da bıraktı. Bu savaşta, mücahit­lere, o âna kadar elde ede­medikleri bol mik­tarda ganimet kalmıştı.

Bir Kadirşinaslık Örneği

Alınan esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt kardeşi, Sa’doğul­la­rın­dan Şeyma da vardı. Kendisine karşı yapılan bazı sert hareketler üzerine, “Bilin ki ben Efendinizin süt kardeşiyim!” diyerek bu sert davranışla­rından vazgeçmelerini söyledi. Ancak mücahitler, sözünde doğru olup olma­dığını öğ­renmek için onu alıp huzur-u Risâlete getirdiler.

Şeyma, “Yâ Muhammed! Ben, senin süt kardeşinim!” deyince, Efendimiz, “Bunu neyle ispatlarsın?” diye sordu.

Şeyma, “Omuzumda bulunan diş iziyle; ki onu sen ısırmıştın!” dedi.[16]

İzi gören Kâinatın Efendisi, süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı. Kendisiyle Sa’doğulları yurdunda koşuştukları, oynadıkları, gezdikleri Şeyma idi bu! İn­san kadrini çok iyi bilen, kendisine yapılan en ufak bir yardım ve iyiliği seneler sonra da olsa unutmayan Kâinatın Serveri, süt kardeşi olan bu çocukluk arka­daşına ridâsını serip üzerinde oturttu. Bir anda, o çocukluk günleri hafızasında canlandı. Göz­leri dolu dolu oldu. Sonra da süt anne ve babasını sordu. Şeyma, onların ikisinin de çoktan ölüp gittiklerini söyledi.

Daha sonra Şeyma’ya, “İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur; ister­sen, faydalanacağın bazı mallar verip, seni kavmin ve kabilenin yanına döndü­reyim.”

Şeyma’nın cevabı şu oldu:

“Sen bana mal verip, beni kavmimin yanına döndür!”[17]

O sırada Müslüman olan[18]Şeyma’ya, Pey­gam­be­ri­miz, bir erkek, bir de ka­dın köle verdi; sonra da Ci’râne mevkiine gidip beklemesini söyledi. Taif dö­nü­şünde ise, ona ve aile halkından hayatta bulunanlara deve ve davarlar verdi.

Düşmanın Takip Edilmesi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bozguna uğrayan Havazin­lilerin takip edilme­sini mücahitlere emretti. Ordunun ön­cü kuvvetlerini yine Süleymoğulları teş­kil ediyordu ve Hâ­lid b. Velid’in kumandası altında bulunuyorlardı.

Takip esnasında Resûl-i Ekrem Efendimiz bir kadın cesedine rastladı. Kadı­nın Hâlid b. Velid tarafından öldürül­dü­ğü söylenince, bir mücahitle derhal ona haber gönder­di: “Hâlid’e yetiş ve ona, ‘Allah Resûlü, seni çocuk, kadın ve hiz­metçi öldürmekten menediyor’ de.”[19]

Bu arada, çocukların da öldürüldüğü haberi üzerine Pey­gam­be­ri­miz şöyle buyurdu:

“Dikkat ediniz! Çocuk öldürülmeyecektir!”

Sahabenin biri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi?” diye sorunca, Fahr-i Kâinat’tan şu cevabı aldı:

“Sizler de müşriklerin çocukları değiller miydiniz? Her çocuk, İslam yaratı­lışı üzere doğar; dili dönünceye kadar öyle devam eder. Sonra anne babaları, onu ya Yahudileştirir ya da Hıristiyanlaştırır.”[20]

Evtâs’ta Çarpışma

Huneyn vadisinde mücahitler tarafından bozguna uğratılan Havazinliler­den bir kısmının Evtâs vadisinde toplandıkları görülüyordu. Re­sûl-i Ekrem, Ebû Âmir el-Eş’arî Hazretlerine bir sancak vererek, bazı mücahit­lerle toplanan düşman üzerine yolladı. Ev­tâs’­ta mevzilenen düşman, kendisini savunmaya geçti.

Teke tek yapılan dövüş ve vuruşmada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), Hava­zinlilerden birçoğunu yere serdi. Sonra da mızraklarla vuruşma başladı. Bu sı­rada, kumandan Ebû Âmir (r.a.), atılan bir okla ağır yara aldı ve sancağı yeğeni Ebû Musa el-Eş’arî’ye vererek onu kumandan tayin etti. Bir müddet sonra da al­dığı ağır yaranın tesiriyle şehit olarak hayata gözlerini yumdu.[21]

Kumandanlığa geçen Ebû Musa, savaşa girişti ve düşman kuvvetlerini da­ğıtmaya muvaffak oldu. Düşman, ora­dan doğruca Taif’e gidip sığındı. Daha önce de kumandan­la­rı Mâlik b. Avf gidip oraya sığınmıştı.

Esir ve Ganimetlerin Ci’râne’ye Gönderilişi

Peygamber Efendimiz, çarpışmadan kesin netice almak istiyordu. Hu­neyn’deki çarpışmayla bu kat’î netice henüz elde edilmiş değildi. Düşman, Taif’e sığınmıştı. Bu sebeple Taif üzerine yürümek gerekiyordu.

Buna binaen, Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetler ve alınan esirleri Ci’râne mevkiine gönderdi ve orada muhafaza edilmesini, vazifelendirdiği saha­belere emretti.[22]

Bir Kan Davasının Hükme Bağlanışı

Resûl-i Ekrem, henüz Huneyn mevkiinden ayrılmış değildi.

Öğle namazını kılmış ve istirahat etmek üzere bir ağacın gölgesinde oturu­yordu.

Bu sırada iki kişinin huzuruna gittiği fark edildi. Bunlar, Gatafanların Reisi Uyeyne b. Hısn ile Akra b. Hâbis idi. Uyey­ne, Pey­gam­be­ri­mizden, haksız yere öldürülen Âmir b. Azbat’­ın kanını dava ediyor ve katil Muhallim b. Cessa­me’nin kendilerine teslimini istiyordu.[23]

Uyeyne b. Hısn, “Vallahi, yâ Re­sû­lal­lah! O benim kabilemin kadın­larına ölüm acısını tattırıp canlarını yaktığı gibi, ben de onun kadınlarına ölüm acı­sını tattırıp canlarını yakmadıkça yakasını bırakmam!” diyerek Muhallim b. Cessame’nin kısas için kendisine teslimini isterken, Aka b. Habis ise Muhal­lim’i müdafaa ediyordu.

Resûl-i Ekrem’in “Onun diyetini [kan bedelini] alsan olmaz mı?” diye yap­tığı teklife, Uyeyne b. Hısn yanaşmadı. Bu sırada sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Hayır, bu seferimiz sırasında elli deve, dö­nüşümüzde de elli deve diyet alacaksın” diye teklifte bulundu. Ancak Uyeyne aynı şekilde bu teklifi de kabule yanaşmadı.

Uzun uzun konuşulduktan sonra, Uyeyne b. Hısn, teklif edildiği şekilde di­yet almayı kabul etti.[24]

Böylece, Resûl-i Ekrem, halk arasında az da olsa gerginliğe sebep olan bir kan davasını halletti.

Fakat işin, ibret alınması gereken tarafı bundan sonra cereyan etti: Müslü­manlar, Muhallim b. Cessame’ye, “Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çık, yaptığın bu ha­re­ketinden dolayı senin için Allah’tan mağ­ri­fet dilesin!” deyince, uzun boylu, üzerine yeni bir elbise giymiş ve kısasa kendisini hazırlamış bulunan Muhal­lim, huzur-u Risâ­lete vardı. Efendimizin önüne diz çöktü. Mahzundu, üzgün­dü, gözlerin­den yaşlar akıyordu. Yaptığı şey­den pişmanlık duyduğunu ve Al­lah’­a tevbe ettiğini söyleyerek, Re­sû­lul­lah’tan, Allah’tan mağ­ri­fet dileme­sini is­tiyordu: “Yâ Re­sû­lal­lah! Pişmanım, Allah’a tevbe ediyo­rum! Benim için Al­lah’tan mağrifet dile!”

Resûl-i Ekrem, “Kimsin sen?” diye sordu.

“Muhallim b. Cessame!” diye cevap verdi.

Resûl-i Ekrem, “Demek sen, ona (Âmir’e) Allah’ın emanıy­la eman verdin (se­lamına karşılık selam verdin), sonra da onu vurup öl­dürdün, öyle mi?” diye bu­yurunca, Mu­hallim b. Ces­same başını önüne eğdi ve sustu.

Efendimiz, sonra ellerini kaldırarak, yüksek sesle, “Allahım, Mu­hallim b. Cessame’yi affetme!” diye beddua etti.

Bedduayı duyan Muhallim’in tüyleri diken diken oldu; uğrayacağı âkıbetin dehşetini düşünerek tir tir titremeye başladı. Tekrar yalvardı: “Yâ Re­sû­lal­lah! Pişmanım! Allah’a tevbe ediyorum! Ne olur, benim için Allah’tan af dile!”

Ne var ki Muhallim’in bu yakarışı da pek fayda etmiyor ve aynı şe­kilde Hz. Re­sû­lul­lah’ın bedduasına uğruyordu. Sonra da huzurdan kovuluyordu.

Yapılan bedduanın üzüntüsü ve uğrayacağı âkıbetin dehşeti Muallim’i an­cak bir hafta kadar ayakta tutabildi. Ölünce, onu gömdüler. Ne var ki yer, ölü­sünü kabul etmiyordu; defalarca gömdükleri halde, yer, yine cesedini dışarı at­tı.[25]Sonunda kavmi, üzerine taş yığarak onu iki dağ arasında bıraktı.[26]

Durumu Efendimize ilettiklerinde, şöyle buyurdular:

“Vallahi, yer, ondan çok daha kötülerin üzerini örtmüştür. Fakat Allah, ara­nızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında, size, gösterdiği bu hadi­seyle öğüt ve ibret vermek istemiştir.”[27]


______________________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 149.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 80; Taberî, Tarih, c. 3, s. 126.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 83; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 127.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 150.
[7] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 70.
[8] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 208; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 191.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 128.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 87; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 129.
[11] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151.
[12] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1401; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 69.
[13] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 151; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 402.
[14] Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1399.
[15] Tevbe, 25-26
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 100-101; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 131-132.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 101; İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 344.
[18] İbn Hacer, c. 4, s. 344.
[19] İbn Hacer, a.g.e., c. 4, s. 100.
[20] Vakidî, Megazi, c. 3, s. 903.
[21] Buharî, Sahih, c. 3, s. 68.
[22] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s.101.
[23] Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Mekke fethine çıkıldığı sırada Peygamberimiz, hedef şaşırt­mak ga­yesiyle, Ebû Katâde kumandasında bir birliği Batn-ı İzam tarafına göndermişti. Müca­hitler, yolda Âmir b. Azbat’a rastlamışlardı. Âmir, mücahitleri İslam selamıyla selamladığı hâl­de, şahsî bir düş­manlık ve kinden dolayı, Muhallim b. Cessame tarafından öldürülmüştü. İşte, Uyey­ne b. Hısn’ın istedi­ği, bu kan davası idi.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 276.
[25] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 277.