İslam ordusu Mekke’yi fethetmiş, küçük gruplar hâlinde devam eden sokak çatışmaları sona ermiş ve Kâbe putlardan temizlenmişti. Resûlullah’ın engin şefkati ve müsamahası yine kendini göstermiş, kılıçlarını terk edip Kâbe’ye sığınanlara eman verilmişti.
İslam ordusunun haşmeti ve Resûlullah’ın müsamahası karşısında kalplerinin katılıkları erimiş, hakkı görmüş olan birçok kimse, hattâ müşriklerin ileri gelenlerinden bazıları teker teker İslam’a girmeye başlamıştı. Resûl-i Ekrem her birinden teker teker biat alıyor, sanki aralarında hiçbir düşmanlık geçmemişcesıne, şefkatle İslam’ın sinesine kabul ediyordu. Çünkü İslam, samimi tövbe ve nedametten sonra geçmişten hesap sormazdı.
Fetih gününün gecesi Müslümanlar, yıllardan beri Kâbe’de ibadet edebilme arzusuyla yanan gönüllerinin hasretini dindirmek, çileli, işkenceli ve ıstıraplı günlerden sonra “fetih müjdesi”ne nail kılan Rab’lerine minnet ve şükranlarını sunabilmek maksadıyla Beytullah’ı doldurmuşlardı. Kimi yalnız başına kimi de cemaatler hâlinde ibadet ediyorlardı. Kimi rükûda, kimi secdede, kimi kıyamda idi. Kâbe cıvıl cıvıl kaynıyordu. Tıpkı bir mahşer gibiydi. “Lebbeyk”ler, “Allahü ekber”ler yeri göğü çınlatıyor, gönüllerden kalplerden süzülen dualar dudaklarda şekilleniyor, berraklaşıyor ve semaya açılan ellerden Rab’lerine ulaşıyordu.
Bu ulvi manzarayı yüksekçe bir yerden seyreden birisi vardı. Manzara bu seyircinin heyecanını gittikçe artırıyor, iç âleminde ruhi inkılaplar meydana getiriyordu. Bu seyirci, Uhud Harbi’nde İslam kahramanı Hz. Hamza’yı (r.a.) Vahşî’ye öldürten, daha yeni Müslüman olmuş müşrik reislerinden Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint-i Utbe idi. Kâbe’deki kutsi manzara Hind’in kalp katılığını gidermiş ve şirki bertaraf etmişti. Hind gece yarısına doğru kocası Ebû Süfyân’a kesin kararını açıklamıştı: “Ben Muhammed’e ﷺ biat etmek istiyorum!” Karısının bu sözüne şaşıran Ebû Süfyân şöyle karşılık verdi:
“Ama sen İslam’ı inkâr ediyordun!”
Hind de kocasına şöyle cevap verdi:
“Evet. Vallahi öyle idim. Ancak şimdi, ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, bu geceden önce bu mescitte [Kâbe’de] Allah’a hakkıyla kulluk edilmemiştir. Yemin ederim ki, Müslümanlar bütün geceyi namaz kılarak, ayakta, rükûda ve secdede geçirdiler.”
Karısının kesin kararlı olduğunu gören Ebû Süfyân şöyle dedi:
“Öyle ise akrabandan birisini yanına al ve Muhammed’e git.”
Ertesi günü Hind’in kardeşi Ebû Huzeyfe, Hind ve diğer kardeşi Fâtıma’yı da alarak Resûlullah’a geldiler. Resûlullah onlara İslam’ı anlattı ve bazı şartlarda biatlarını kabul edeceğini bildirdi. Hind tam Resûlullah’a biat edeceği sırada şöyle dedi:
“Ben sana hırsızlık etmemek üzere biat edemem! Zira sen Ebû Süfyân’ın cimriliğini bilirsin. Bana kâfi derecede mal ve yiyecek vermez, ben ise onun malından çalarım!”
Resûlullah, gidip Ebû Süfyân’dan helallik dilemesini, aksi takdirde biatını kabul edemeyeceğini bildirdi. Hind doğruca Ebû Süfyân’a gitti ve durumunu anlattı. O da kendisine helallik verdi. Hind sevinç içinde Resûlullah’a geldi. Bu gelişi öncekinden farklıydı. Örtünmüştü. Resûlullah biatını kabul etti. Sonra Hind, Resûlullah’a karşı içinden geçenleri şöyle ifade etti:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Burada senin çadırından daha çok hiçbir çadıra kin duymazdım. Senin çadırından daha fazla hiçbir çadırın yağmalanmasını istemezdim. Fakat Allah’a yemin ederim ki, bugün Allah’ın, senin çadırını mamur etmesini ve mübarek kılmasını temenni ediyorum.”
Bu sözlere karşı Resûlullah’ın cevabı şu oldu:
“Allah’a yemin olsun ki, beni çocuklarınızdan, anne ve babanızdan daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.”
Eve döndüğünde Hind’in (r.anha) ilk işi, oradaki putu kırıp parçalamak oldu. Puta vurduğu her bir darbede Hind’in ağzından şu sözler dökülüyordu:
“Biz seninle beraberken aldanmıştık!”
Artık o da İslam’ın sonsuz saadetine kavuşmuştu.[1]
_____________________________
[1]İsâbe, 4: 425.