İçkinin Haram Kılınması

İçki, Hicret’in 4. yılında, Benî Nadîr Yahudilerinin yurt­larından sürgün edi­lip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.

İçki, üç safhada inen ayetlerle haram kılındı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye teşrif ettikleri za­man Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oyna­nı­yor­du.

Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordu­lar. O sırada Hz. Ömer de, “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir be­yanda bulun!” diye dua etti.

Bir müddet sonra, “Sana, içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından daha büyüktür’”[1]meâlindeki ayet-i kerime nâzil oldu.

Bunun üzerine, Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.

Ancak içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta ashaptan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraati yanlış ve ters mana çıkacak şekilde karıştırdı.

Hz. Ömer tekrar, “Allahım! İçki hakkında bize açık ve ke­sin bir beyanda bu­lun!” diye dua etti.

Çok geçmeden, “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilin­ceye ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayınız!”[2]meâlindeki ayet-i kerime nâ­zil oldu.

Bu da, yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu.

Bunun üzerine Müslümanlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz!” dediler.

Peygamber Efendimiz, onlara cevap vermeyip sustu.

Haliyle, Müslümanlar arasında içki içenlerin sayısı da bir hayli azaldı.

Namaz kılınacağı zaman da, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın!” diye nidâ edilirdi.

Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip na­ma­za geldi.

Hz. Ömer tekrar, “Allahım! İçki hakkında bize açık ve kesin bir be­yanda bu­lun!” diye dua etti.

O zaman şu ayet-i kerime nâzil oldu:

“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın murdar, kötü bir işinden başka bir şey değildir. Bunun için onlardan kaçınınız ki kork­tuklarınızdan kurtulup umduklarınıza ere­bilesiniz!

“Şeytan, içki ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz­geçtiniz, değil mi?”[3]

Bundan sonra Müslümanlar, “Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbi­miz!” dediler.

Bu da, içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve böylece, içki, bütün Müslü­manlara haram kılınıyordu.

Bu ayetlerin nâzil olması üzerine Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, mü­nâdî, “Haberiniz olsun ki içki haram kılınmıştır!” diyerek Medine sokaklarında nidâ etti.

Bu emri duyan Müslümanlar, evlerinde bulunan bütün içkileri derhal dök­tüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarında sel gibi aktı.

Konuyla ilgili birkaç hadisi de nakledelim:

“Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir.”[4]

“Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır. Kim dün­yada devamlı içki içer ve tevbe etmeden ölürse, ahirette o kimse, ahiret şerbeti içemez!”[5]

“İçkiden uzak durunuz; çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.”[6]

“İçki, ümmü’l-hebaistir [bütün murdarlıkların, kötülüklerin ana­sıdır].”[7]

“Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.”[8]

Hz. Zeyneb bint-i Huzeyme’nin Vefatı

Pey­gam­be­ri­mizin zevcesi Hz. Zeyneb, İslamiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı ye­mekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için “Ümmü’l-Mesakin [Miskinler, Düş­künler Annesi]” diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kib­riya Efendimizle evliliği Hicret’in 3. yılı Ra­ma­zan ayın­da olmuştu. Hicret’in 4. yılı Rebiülâhir ayı so­nunda ise, otuz yaşında iken vefat etti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Bâkî Kab­ris­ta­nı’na defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Küb­ra ile Hz. Zeyneb’den başka zevcesi vefat et­memiştir!

Hz. Ali’nin Validesi Fâtıma Hâtun’un Vefatı

Fâtıma bint-i Esed, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in zev­cesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine’­ye hicret etmişti. Pey­gam­ber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu ço­cuk­larından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, hal ha­tırını sorar, onu ziyaret ederdi.

İşte, yüksek ahlâk sahibi bu İslam kadını, Hicret’in 4. yılında Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, ona olan sevgi ve say­gısından dolayı, “Bugün, annem vefat etti” dedi.

Hz. Ali (r.a.), “Annem Fâtıma bint-i Esed vefat ettiği zaman, Re­sû­lul­lah ﷺ, kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı” demiştir.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu mübarek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu. Müslümanlar, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dediler. “Biz, senin buna yapmış ol­duğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik.”

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, şu cevabı verdi:

“Ebû Tâlib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse olmamıştır. Ona, cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı kendisine mülâyim ve kolay gelsin diye de ka­birde yanına uzandım.”[9]

Bundan sonra da Resûl-i Zîşan Efendimiz, şu duayı yaptı:

“Allah, sana merhamet etsin ve hayırla mükâfatlandırsın!

“Allah, sana rahmet etsin, ey annem! Sen, benim annemden sonra annem idin! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, beni giydirirdin! En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın! Bunu da ancak Allah rızâsını ve ahiret yurdunu umarak yapardın.

“Allah ki diriltendir, öldürendir; Hayy ve Kayyûm’dur O!

“Allahım! Annem Fâtıma bint-i Esed’i af ve mağrifet et; ona hüccet ve deli­lini anlat; onun kabrini genişlet!

“Ben Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı ka­bul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!”

Pey­gam­be­ri­mizin Torunu Hz. Hüseyin’in Dünyaya Gelişi

Hicret’in 4. yılı Şâban ayında, Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, Hz. Fâ­tı­ma’­dan dünyaya geldi.

Doğumunun yedinci gününde, Peygamber Efendimiz, bu nurtopu torunu için akîka kurbanı olarak iki koç kestirdi; kulağına ezan okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi.

Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiyy-i Muhterem Efendimize ben­zerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz, “Allahım! Ben, bunları seviyorum; sen de sev bunları…”[10]diyerek dua etmiştir.

Bir gün, Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna girerken, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i, önünde oynuyorlar görmüştü:

“Yâ Re­sû­lal­lah, sen onları çok mu seversin?” diye sorun­ca, Peygamber Efendimiz şu karşılığı vermişti:

“Nasıl sevmiyeyim ki? Bunlar, benim, dünyada kokladığım iki reyhanım­dır!”[11]

Zeyd b. Sâbit Hazretlerinin, Arap, İbranî ve Süryanî Yazısını Öğrenmesi

Zeyd b. Sâbit (r.a.), Hicret’ten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas Günü vuku bulan çarpışmalarda ba­ba­sının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı yaşında idi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Bedir’de esir alınan Ku­reyş müşriklerinden malî durumu fidye-i necat ödemeye müsait olmayan her birisinin, ensar çocukla­rından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacakla­rını bildirmişti. İşte, Zeyd b. Sâbit de, o zaman okuma yazma öğrenmiş olan ensar çocuklarındandı.

Hz. Zeyd b. Sâbit, son derece zeki idi.

Hicret’in 4. senesinde Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine Yahudi yazısını, yani İbranîceyi öğrenmesini emretti ve “Ben, yazılarımı, onların değiştirmeye­ceklerinden emin değilim!”[12]buyurdu.

Bunun üzerine, Hz. Zeyd, on beş gün içinde İbraniceyi öğrendi; hatta onda maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bundan sonra Yahudilere bir şey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd’e yazdırır, Yahudilerden gelen yazıları da ona okuturdu.[13]

Yine bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’e, “Süryanîce güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanîce yazılar geliyor” dedi.

Hz. Zeyd cevaben, “Hayır, iyi okuyup yazamam” deyince, Peygamber Efen­dimiz, “O halde, sen onu iyice öğren” buyurdu.

Bu emir üzerine Hz. Zeyd b. Sâbit, on yedi günde Süryanîceyi öğrendi.[14]

Hz. Osman’ın Oğlu Abdullah’ın Vefatı

Hz. Osman, Habeşistan’a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı.

Abdullah altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gaga­ladı. Yüzü gözü şişti. Fena halde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayında vefat etti.

Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efen­dimiz kıl­dır­dı. Kab­rine ise, onu, babası Hz. Osman in­dirdi.[15]

Abdullah’ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriya Efendimizin gözlerinden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular:

“Allah Teâlâ, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!”[16]



 


___________________________________________________________

[1]Bakara, 219.
[2]Nisâ, 43.
[3]Mâide, 90-91.
[4]Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 292.
[5]Müslim, Sahih, c. 6, s. 100.
[6]Hakim, el-Müstedrek, c. 4, s. 145.
[7]Dare Kutni, Sünen, c. 4, s. 247.
[8]Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 294.
[9]İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4. s. 1891.
[10]Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 661.
[11]Tirmizî, a.g.e., c. 5. s. 657.
[12]Taberî, Tarih, c. 3, s. 42; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 186.
[13]Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 286; Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 67-68.
[14]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 182.
[15]İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 53-54.
[16]Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 401.