Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)
Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşidi iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı – ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı – henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.
Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gönderdiği Fetih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadetmişti.
Medine’den Hareket
Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu; “Hayber’e biz de sizinle gidelim!” diyorlardı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir!” buyurdu.[1]Bunu, Medine’nin içinde halka ilan etti.
Hz. Resûlullah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Kelimetullah’tır.
Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu.[2]Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hayber’de bulunduğu sırada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Habeşistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katılacaklardır.
Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Resûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.[3]
Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahitler, pür şevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heyecan ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamazdık, zekât veremezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalplerimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!”[4]şiiriyle dile getiriyordu.
Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rahmet etsin!” buyurdu.[5]
Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
“O, ne sağırdır, ne gaib…”
Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!”[6]diye buyurdu.
Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona vesveseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız (Her halinden haberdarız ve her an kudretimiz altındadır).”[7]
Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!”[8]
İslam Ordusu Recî’de
Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası, Hayber’le Gatafanların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gatafanlardan yardım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Gatafanlara, “Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mahsûlünün kendilerine verileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul etmemişlerdi.
İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiçbir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.
İslam Ordusu, Hayber Önlerinde
Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hayber’e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.
Peygamberimizin Duası
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savurduklarınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığınırız!”[9]diye dua etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar.[10]
Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de oldukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resûlullah, bütün bunları göze alarak, güya, gelemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”[11]diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.[12]
Düşman Cephesi
Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde toplandılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.
Çarpışmanın Başlaması
Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.
İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit yaralandı.
İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahitler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Natat Kalesi’nin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.
Peygamberimizin Hastalanması
Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün mücahitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı.[13]
Yedi gün böylece devam etti.
Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesleme… Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.[14]
Amir b. Ekva’nın Şehit Olması
Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti.[15]Zaten, Efendimiz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine ereceğine işaret buyurmuşlardı.[16]
Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması
Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.
Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş açtılar.[17]
Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hüreyre de (r.a.) bulunuyordu.[18]Orada Hz. Resûlullah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffa’ya dâhil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan ettiğinden, birçok hadis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazardı; ben yazmazdım” demiştir.
Sancak Hz. Ali’de
Muhasara devam ediyordu.
Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir”[19]buyurdu.
Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile geçirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim, hiçbir zaman olmamıştır!”[20]diyerek dile getirmiştir.
Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Resûlullah, “Ali nerede?” diye sordu.
Artık fatih belli olmuştu.
Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı.
“Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor” dediler.
Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu.
Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri Fahr-i Kâinat’ın mübarek duasıyla şifa buldu.[21]
Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.
Hz. Ali der ki:
“O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”[22]
Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi giyer ve asla üşümezdi.[23]
Hz. Resûlullah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın arkana dönme!”[24]diye emretti.
Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?” diye sordu.
Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
“Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bulunancaya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerindekinin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.”[25]
Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Resûlallah, Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşacağım!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlardan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır”[26]buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.
Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya
Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullah’ın beyaz sancağıyla mücahitlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anlatıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok yiğidi, mücahitler tarafından yere serildi.
Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere arslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünüyordu.
Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, annemin bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!”[27]diye cevap verdi.
Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikâr’la ikiye bölünerek yere düştü.[28]
Manzarayı gören Hz. Resûlullah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hayber’in fethi artık kolaylaştı.”[29]
Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar![30]
Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimizin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Natat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı!
Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.
Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!
Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına almıştı.
Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Habeşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu.
Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” cevabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an duraklamış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.
Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.
İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullah’ın huzuruna çıkageldi!
“Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibadet etmemeye çağırıyorum” buyurdu.
Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehâdete bulunursam bana ne var?”
Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” dedi.[31]
Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu.
Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söylemişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”
Resûl-i Ekrem’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete girersin!”[32]
Yesar bu sefer, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi.
Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:
“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”
Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.[33]
Yesar’ın Şehit Olması
İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atılan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı.[34]
Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullah’ın bir ara yüzünü çevirdiğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öldürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”[35]
İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözetmiyordu. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor, Müslüman olup olmamasında —hâşâ— herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!
Netice
On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tespit edildi:
1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrımenkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullah’a bırakılacak.
5) Hz. Resûlullah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye taahhüdünün hâricinde kalacaklardır.[36]
Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!”[37]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hayber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından ortadan kaldırılabilecekti.[38]Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdullah b. Revâha Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayakta duruyor!”[39]demekten kendilerini alamazlardı.
Şehit ve Ölü Sayısı
Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise doksan üçü buluyordu.[40]
Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhiline alınmış oldu.
Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi
Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.[41]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu.[42]Peygamber Efendimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmıştır.[43]
Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirlerden bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” dedikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah’a ﷺ sizden daha yakınız!” demişti.
Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullah’ın ﷺ yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve nasihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”
O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi.
Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.
Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.
Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” buyurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hicret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!”[44]
Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.
Ganimetler
Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün sahabelere taksim edildi.[45]Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iştirak edenlere, Hayber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.[46]
Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı.[47]
Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.[48]
Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beşte dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.[49]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürdü.[50]
Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bunların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle, Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş mukaddes kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
Yahudilerin, Peygamberimizi Zehirlemeye Kalkışmaları
Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir tertiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.
Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz ashabıyla birlikte istirahate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir tertibin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zeyneb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye ediyorum!” diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.
Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bulunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!”[51]diye buyurdu.
Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehit oldu.[52]
Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”[53]
Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip affetmiştir.[54]Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in veresesine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşler.[55]
Hayber’de Yasaklanan Şeyler
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,
2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını.[56]
Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Muhayyısa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna muvaffak olamamışlardı.
Fedek Yahudileri, Resûlullah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamber Efendimiz onların bu teklifini kabul etti.
Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efendimize mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyrulmuştur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.[57]Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.[58]
Vadi’l-Kurâ’nın Alınması
Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hayber’den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Burası, Hayber ve Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslam’dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar etmişlerdi.
Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bildirdi.[59]Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.[60]
Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.[61]
Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne göre beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan ahaliye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı.[62]
Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri
Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vadi’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.[63]
Hayber Fethi’nin Önemi
Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle, Kureyş müşriklerinin Müslümanlara her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.
Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hayber’in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hayber’in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.
__________________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 106.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 364.
[3] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 271.
[4] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 344-345; Değişik ifadelerle bkz. Buharî, Sahih, c. 3, s. 48; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1427-1429.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1428.
[6] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 50.
[7] Kaf, 16.
[8] Nesaî, Sünen, c. 8, s. 265.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 148.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 111.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 344; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 109; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[12] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 353.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 303.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c 4, s. 303.
[16] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1428.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 327.
[18] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 328.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 111; Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 353.
[20] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1872.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 340; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 51.
[22] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 99.
[23] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 560.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 352.
[25] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 352.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; İbn Kayyim, Zâdü’lMeâd, c. 2, s. 149; İbn Kesir, A.g.e,, c. 3, s. 351.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 347; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 112; Taberî, Tarih, c. 3, s. 94; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 357.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 112; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 52.
[29] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 657.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349-350; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 359.
[31] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 361.
[32] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 362.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 376-377; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 744.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352-371.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352.
[39] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 369.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[41] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 35.
[43] Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1946.
[44] Buharî, Sahih, c. 3, s. 53-54; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1947.
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 364.
[46] Fetih, 18-19.
[47] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 108; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[48] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 363.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 365-367.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 175.
[52] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 767.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Taberî, Tarih, c. 3, s. 95; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 397.
[54] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 181.
[55] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 769.
[56] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 345.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 368.
[58] Muhammed el-Hudarî, Nuru’l-Yakîn, s. 195.
[59] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 413.
[60] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[61] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[62] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[63] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 775.Medine'den hareket(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı sonları / Milâdî 628)