Hz. Âişe validemiz, Efendimizin hastalığı esnasındaki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Resûlullah ﷺ, eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti. Ağrının şiddetinden ‘Vay başım, vay başım!’ diye söylendim.
“Resûlullah bunu duyunca, ‘Ne ehemmiyeti var, neden üzülüyorsun? Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen seni teçhiz ve tekfin eder, namazını da kılarım’ diye konuştu.
“Ben de, ‘Benim ölümümü mü istiyorsunuz?’ dedim.”
Hz. Âişe, Peygamberimizin lâtife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu.
Resûl-i Ekrem, lâtifesinin sonunu şu ciddi sözlerle bağladı:
“Ey Âişe! Senin başının ağrısı geçer, gider. Asıl baş ağrısı, benim başımın ağrısıdır; artık ondan kurtulmak çok zor!”[1]
Peygamberimiz ve Sıddık-ı Ekber
Her yerde her zaman Allah ve Resûlüne sadâkatin zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarak, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını, şöylece dile getirdi:
“Yâ Resûlallah, müsaade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!”
Resûl-i Ekrem, Sıddık-ı Ekber’in arzusuna müsaade etmedi; ama cevabı, gönlünü fethediciydi:
“Yâ Ebâ Bekir! Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevab ve mükâfatına şimdiden nâil oldun. Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!”
En Ağır Hastalık, En Fazla Izdırap
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz, yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu.
Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle, “Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ızdırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin!” dediler.
Resûl-i Ekrem, cevabıyla durumunu şöylece izah etti:
“Benim hastalığım, bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Teâlâ, sâlih ve mü’min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musibet ve o hastalık vasıtasıyla o mü’min sâlih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder.”
Ve Hz. Âişe validemiz şöyle der:
“Hakikaten, Resûlullah’ın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik.”
İbni Mes’ûd Anlatıyor
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) ise, Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:
“Nebi’nin ﷺ hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım.
“‘Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz! Yâ Resûlallah! Bu hummanın iki kat ızdırabı var; elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır’ dedim.
“Resûlullah, ‘Evet’ diyerek beni tasdik etti. Sonra da şöyle buyurdu:
“‘Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki Allah Teâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yaprakları döküldüğü gibi dökmesin!’”[2]
Ümmü Bişr Anlatıyor
Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem’in ziyaretine giden Bişr b. Berâ’nın annesi Ümmü Bişr de, gördüklerini şöyle anlatır:
“Resûlullah’ı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim:
“‘Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim!’
“Resûlullah ﷺ, bana cevaben şöyle buyurdu:
“‘Bizim hastalığımız, herkesten daha şiddetli, daha ziyade olur; fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevab ve mükâfat da o nisbette fazla olur!’”[3]
Resûl-i Ekrem’in, Bir Yazı Yazdırmak İçin Kâğıt Kalem İstemesi
Rebiülevvel ayının sekizi, Perşembe günü…
Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalığının en şiddetli anları… Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu. Bu arada, “Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazayım; ta ki bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız” buyurdu.[4]
Hz. Ömer, “Resûlullah’a ﷺ hastalığı baskın gelmiştir. Yanımızda Kur’an var. Allah’ın kitabı bize yeter” dedi.
Kâğıt kalem getirip getirmemekte tereddüt ettiler.
Bazıları Hz. Ömer’in sözlerini doğruladı. Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, anlaşmazlığa düşüldüğünü fark edince, “Yanımdan kalkınız! Yanımda münakaşa, gürültü olmaz. Beni kendi halime bırakınız!” buyurdu.[5]
Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin yazdırmayı arzu ettiği şey, yazılmamış oluyordu.
Hastalığının Hafiflediği Gün
Fahr-i Âlem Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini artırıyordu. Bir ara soğuk su getirilmesini emretti. Getirilen suyu mübarek vücutlarına döktürdü.
Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti. Bunun farkına varır varmaz, Hz. Ali (r.a.) ve Fadl b. Abbas Hazretlerine dayanarak, hâne-i saadetinden Mescid-i Şerif’e gitti. Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı kirama şu hitabede bulundu:
“Ey insanlar! Duydum ki vefat edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz! Hangi peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki ben de kalayım? Bilesiniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım; O’na siz de kavuşacaksınız!
“Ey ensar! İlk muhacirlere iyilik etmenizi size tavsiye ederim!
“Ey muhacirler! Size de, ensara iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim! Onlar size yardımda bulundular. Sizi memleketlerine getirdiler. Sizi evlerinde ağırladılar, barındılar. Geçimde sıkıntı içinde oldukları halde sizi kendilerine tercih ettiler. Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun.
“Ey insanlar! Her şey Cenab-ı Hakk’ın ezelî iradesi dairesinde cereyan eder. Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız; çünkü mağlup olursunuz. Cenab-ı Hakk’a hile yapmaya kalkışmayınız; zira zarar ve ziyana siz uğrarsınız. Ben size, şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır. Her kim Kevser Havuzu kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.
“İnsanlar! Bilmelisiniz ki günah işlemek, nimet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur. İnsanların ekserisi sâlih olursa, onların amirleri, idarecileri de adl ve insaf ile muamele ederler. Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri, hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.”[6]
Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe validemizin evine gitti ve yatağına yattı.
___________________________________________________________________
[1]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 292; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 226; Taberî, Tarih, c. 3, s. 191.
[2]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 207-208.
[3]İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 314.
[4]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 243; Buharî, Sahih, c. 3, s. 91; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1259.
[5]İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 242; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 91; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1258.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 300; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 251-252; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 272; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 464.