Asıl ismi “Cündüb bin Cünâde” olan Ebû Zer, kabilesinin hırçın tabiatlı, cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı. Bu sebeple Medine civarındaki kabileler, Gıfarlı Ebû Zer’den bir hayli rahatsızdı.

Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dini­ne meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”

Garip yaradılışlı biri olan Ebû Zer, merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.

Üneys gidip araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” denilen zatın peygam­berlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediği­ni söyledi. Mek­kelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. An­cak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.

Ebû Zer’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin ol­madı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırla­tıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mek­ke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatı­na devam etmeye başlamıştı.

Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebû Zer gözüne takıldı. Hâlin­den garip ve yabancı biri olduğnu anladı:

“Sen garip biri misin?”

“Evet.”

“Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebû Zer kabul etti.

Ebû Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadı­lar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu ha­ber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…

Sabah olmuştu. Ebû Zer hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.

Akşama yakın yine Hz. Ali oradan geçiyordu:

“Henüz bir yer bulup yerleşemedin mi?”

“Hayır. Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”

Hz. Ali onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini araladı:

“Doğru söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibi­sin.”

“Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.”

“Emin olabilirsin.”

“Bize ‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan ha­ber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”

“Şüphesiz, sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerlersin.”

Ebû Zer bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Re­sû­lul­lah’ın evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebû Zer de arkadan takip etti ve içeri girdiler.

Ebû Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz, tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.

İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebû Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Yüce Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebû Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldı­ğında döner, gelirsin.” Buyur­du.

Fakat Ebû Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu haki­kati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.

Kötülük yolunda gözünü budaktan esirgemeyen Ebû Zer, hak yolunda mı çe­kinecekti?!

Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş ce­maati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer, Allah’tan başka ilah olma­dığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum.”

Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopa­larla Ebû Zer’in üzerine saldırdılar. Ebû Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayı­lıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz?! Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.

Ebû Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kar­deşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.[1]

Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Re­sû­lul­lah’ın en yakın Ashâbı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurun­da kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Re­sû­lul­lah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Ebû Zer idi.[2]Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye söz ederdi. Bağ­lılığı o kadar büyüktü ki, bizzat Re­sû­lul­lah’a, “İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur, diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün sevgisiyle doludur.” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle gösterirdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’tan bir memuriyet istemişti.

Peygamberimiz ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer hemen isteğinden vazgeçti.[3]Bir defasında da Re­sû­lul­lah ona şöyle demişti:

“Senin hizmetin, emîr­lerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı hizmeti sen ka­fa ve fikrinle yaparsın.”[4]

Peygamber Efendimiz onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu. Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklin­de geçti.

Sıcak bir yaz günüydü… Tebük Seferi için Ebû Zer de hazırlanıyordu.

Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazı­ları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.

Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer de görünürlerde yoktu. Saha­bi­ler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer’in de ol­madığı hatırlatıldığında Re­sû­lul­lah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Al­lah onu size ulaştırır.” bu­yurdu. Re­sû­lul­lah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.

Bir öğle vakti idi… Gözcü, “Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geli­yor!” dedi. Re­sû­lul­lah, “Ebû Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!” buyur­du.

Sahabe toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, “Vallahi odur, Ebû Zer’dir!” dediler.

Gerçekten gelen, Ebû Zer’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bı­rakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Re­sû­lul­lah, Ebû Zer’i görün­ce sevindi ve “Allah, Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu.[5]

Ebû Zer, bitkin bir vaziyetteydi. Re­sû­lul­lah onu şu dua ile taltif etti:

“Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Al­lah senin bir günahını bağışlasın.”

Ebû Zer’in yükünü sırtından indirip susuzluğunu giderdiler.

Peygamberimiz zaman zaman Hz. Ebû Zer’e tavsiyelerde bulunurdu. Bazen de Ebû Zer’in (r.a.) kendisi, Re­sû­lul­lah’tan ﷺ tavsiyede bulunmasını isterdi. Bir gün yine Peygamberimizden ricada bulundu. Peygamberimiz şöyle buyur­du:

“Sana Allah korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başı­dır. Okuyabildiğin kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an; çünkü Allah’ı anmak senin için yeryüzünde nur, göklerde azıktır. Çok gülmekten sakın; çünkü gülmek, kal­bi öldürür ve yüzün nurunu giderir. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış; zira çok konuşmamak, şeytanı senden uzaklaştırır ve dininin muhafazasında sa­na yardımcı olur. Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Nimet noktasında senden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma. Böyle yaparsan Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsemezsin. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle. Kendini kötü bilmen, seni başkalarına dil uzatmaktan alıkoymalıdır. Senin işle­diğin kötülükleri başkaları işlediği zaman onlara kızmamalısın. Sende bulunan bir kusuru görmeyip de o kusurla başkalarını kötülemekten ve kendin suçlu ol­duğun hâlde aynı suçtan dolayı başkalarına kızmaktan daha büyük bir kusur olamaz.

“Ey Ebû Zer, tedbir gibi akıl, yasak olan şeylerden sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi de şeref yoktur.”[6]

Ebû Zer, hayatının geri kalan kısmında Peygamberimizin bu tavsiyelerine harfi harfine uydu.

Ebû Zer (r.a.) mürüvvet sahibi biriydi. Başkalarına iyilik yapabilmek için ha­yatını dahi çekinmeden ortaya koyabilirdi.

Bir defasında adalet güneşi Ömerü’l-Fâruk bazı sahabilerle sohbet ediyordu. O anda huzuruna iki genç girdi. Temiz giyimli, vakarlı ve mert tavırlı bir genci de beraberinde getirdiler. Geliş maksatlarını da şöyle anlattılar:

“Biz iki kardeşiz. Herkes tarafından sevilen ve sayılan babamız, bahçesinde meyve toplamaktayken, bu genç tarafından bugün öldürüldü! Kendimiz bir ceza vermeye tevessül etmedik, adaletin eline teslim etmek için size getirdik.” dediler.

Hz. Ömer, davacıları dinledikten sonra, getirilen gence, “Bu söylenenler hakkında ne diyorsun? Doğru mu konuşuyorlar?” diye sordu.

Genç telaşlanmadan, soğukkanlılık içinde, başından geçenleri anlatmaya başladı:

“Ey müminlerin emîri! Evet, bunlar doğru söylediler. Fakat hadiseyi daha ge­niş olarak ben anlatayım: Ben bir çölün ortasında, vahada yaşayan bir insanım. Ailemi alarak buralara kadar gezmeye geldim. Yolum bahçelerin arasından ge­çiyordu. Atım ve kısraklarım da yanımdaydı. İçlerinden birisi vardı ki, bakma­ya kıyamazdınız! Yanımda çok kıymetliydi. Yürüyüşüne hayran olmamak mümkün değildi. Bir bahçenin duvarından sarkan bir dal hayvanın içini çekmiş ki, boynunu uzattı, daldan kopardı. Bunu görür görmez, atın yularını hemen çektim. İşte tam bu sırada bahçeden sinirli ve öfkeli bir ihtiyar belirdi. Üzerime doğru geliyordu. Elinde de bir taş vardı. Hiçbir şey demeden elindeki taşı ata fır­lattı. Ne olduğunu anlamadan bir de baktım ki, atım cansız yerlere serilmiş! Ca­nım kadar sevdiğim atın bu hâlini görünce, ben de yerdeki taşı aldığım gibi ada­ma attım. Adamcağız da bir feryat kopararak o anda can verdi! Ben bu hâldey­ken, bu iki genç, kolumdan tuttular. İşte, gördüğünüz gibi beni huzurunuza getir­diler.”

Gencin yaptığını böyle mertçe itiraf etmesi Hz. Ömer’in hoşuna gitti. Fakat adalet tecelli etmeliydi. Hükmünü verdi:

“Suçunu itiraf ettin. Kısas lazım!”

Genç, verilen hükmü itiraz etmeden kabul etti. Fakat bir mazereti olduğunu belirterek şöyle konuştu:

“Mademki dinin hükmü budur, verilen kararı kabul ediyorum. Yalnız, benim küçük bir kardeşim var. Babam daha önce ölmüştü. Ona da biraz para bırakmış, ‘Oğlum, bunlar kardeşinindir. Büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana ait.’ demişti. Ben de bu paraları bir yere sakladım. Yerini benden başka kimse bilmi­yor. Eğer hemen kısası yerine getirirseniz, para, sakladığım yerde kalır, yetimin de hakkı zayi olur! Eğer müsaade buyurursanız gideyim, o emaneti güvenilir bir adama teslim ettikten sonra dönüp geleyim. Ondan sonra cezamı çekmek için canımı teslim ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.”

Genci dinleyen Hz. Ömer biraz düşündükten sonra:

“Bu gence kim kefalet eder?” dedi.

Genç, mecliste bulunan sahabilere göz gezdirdi. Biraz sonra Ebû Zer el-Gıfârî Hazretleri’ni işaret ederek, “İşte bu zat,” dedi, “bana kefil olur.”

Hz. Ömer, Ebû Zer’e dönerek, “Ey Ebû Zer, bu gence kefil olur musun?” diye sordu.

Hz. Ebû Zer, gencin mertçe davranışı karşısında hiç tereddüt etmeden, “Evet,” dedi, “üç güne kadar döneceğine kefil olurum.”

Sahabiler arasında yüksek mertebesi ve mevkii bulunan Hz. Ebû Zer’in kefaleti, davacı olan gençlere de kâfi geldi.

Kefaleti kabul edilen genç bırakıldı. Evine gitti. Aradan üç gün geçti. Verilen mühlet bitmek üzereyken davacılar Hz. Ömer’e geldi. Ebû Zer Hazretleri de ora­da hazırdı. Fakat suçlu olan genç henüz gelmemişti.

Davacı gençler Ebû Zer Hazretleri’ne, “Ey Ebû Zer, kefil olduğun adam nere­de kaldı? Böyle durumlarda, giden geri gelir mi hiç?! Biz kısasın senin üzerinde yapılmasını istiyoruz! Kefilliğin icabı budur.” dediler.

Verdiği sözden dönmek bilmeyen Ebû Zer Hazretleri de:

“Acele etmeyin, daha vakit var. Hele verilen müddet tamamlansın. Eğer dön­mezse, kefalet hükmünün yerine getirilmesine razıyım.” dedi.

Bu konuşmaları dinleyen Hz. Ömer, davacılara ve Hz. Ebû Zer’e, “Eğer genç gelmezse, Allah şahit olsun ki, kısasın hükmünü infaz ederim!” buyurdu.

Ebû Zer Hazretleri güzel ahlakı ve takvasıyla sahabilerin en çok sevdiği bir kimseydi. Bu manzara karşısında hazırda bulunan sahabiler ümitsizlik içinde ağlıyorlardı. Davacı gençlere diyet, yani kan parası teklif ettilerse de kabul et­mediler. Kısasta ısrar ediyorlardı.

Sonunda zaman dolmuş, Ashâb’ın heyecanı son raddeye gelmişti. Ebû Zer Hazretleri’nin, gözlerinin önünde kısas edilmesini o an için düşünmek bile iste­miyorlardı. Tam bu sırada genç çıkageldi. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi. Ter içinde kalmıştı. Konuşmaya mecali kalmamıştı. Nefes nefese, geç kalışının se­bebini anlatmaya başladı:

“Kardeşimi dayısına teslim ettim. Ona, paraları sakladığım yeri de göster­dim. Bütün gayretlerime rağmen ancak şimdi gelebildim. Bulunduğumuz yer çok uzak olduğu için biraz geciktim. Verilen hükmü infaz edebilirsiniz.”

Genci pürdikkat dinleyen sahabiler, verdiği sözde durduğundan dolayı teb­rik ettiler. Ebû Zer’e de, mertliğin en canlı misalini veren genci nereden tanıdığı­nı ve ne maksatla kefil olduğunu sordular. Yüce sahabi şöyle cevap verdi:

“Bu genci sizin gibi ben de ilk defa gördüm. Daha önceden hiç tanımam. Ama sizlerin huzurunda yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete uygun görmedim. ‘Âlemde insanlık kalmamış’ mı denilsin?!”

Tarihlere altın sayfalarla geçecek manzara karşısında duygulanan davacı gençler dayanamayarak davalarından vazgeçtiler…

Ebû Zer (r.a.) sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği gibi, meyledenlerden de hoşlanmazdı. Şatafattan uzak kalmayı severdi. Son derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat o, bu paranın çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu. Çünkü müminlerin, kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerekti­ğine inanıyordu. Ailesi için gerekli olan nafakadan fazla mal biriktirmenin doğru olmadığına kàni idi. Bu fikirlerini büyük bir cesaretle müdafaa ediyordu. Nihayet zenginler onu, Şam Valisi Muâviye’ye (r.a.) şikâyet ettiler.

Vali Muâviye, bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Ebû Zer’e gönder­mişti. Onun samimiyetini ölçmek istiyordu. Halka böyle telkin edip de kendisi başka türlü mü yapıyordu?

Ebû Zer (r.a.) parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Vali sabah nama­zından sonra hizmetçisini çağırıp, “Ebû Zer’e git, ‘Vali parayı başkasına gönder­diği hâlde yanlışlıkla sana verdim. Geri ver, yoksa valinin cezasından kurtula­mayacağım!’ de.” dedi. Hizmetçi Ebû Zer’e (r.a.) durumu açıklayınca, “Aman evladım, valiye söyle ki, yanımda altınlardan biri dahi kalmadı! Size müsaade etsin de, gidip dağıttıklarımdan toplayayım.” dedi.

Muâviye için bu kadarı kâfi idi. Onun samimi olduğunu anladı. Durumu Hali­fe Hz. Osman’a bildirip onu Medine’ye gönderdi.

Hak bildiği bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Ebû Zer (r.a.), bu­rada da herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti.

Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermek­ten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle de­mişti:

“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Re­sû­lul­lah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”

Nihayet halife ve kendisinin de muvafakati üzerine, Medine dışında, Mekke yolu üzerinde şirin bir konak yeri olan Rebze köyüne gitti. Hayatının son senele­rini burada geçirdi.

Hicret’in 31. senesinde artık ölüme iyice hazırlanmıştı. Yeni bir elbiseye ihti­yacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakın­da Re­sû­lul­lah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.

Hanımı ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömecekler­di?! Bunun üzerine Ebû Zer, “Ağlama. Bir gün Re­sû­lul­lah ile birlikte idik… ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bu­lunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geri­ye ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi. Ve ruhunu teslim etti.

Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydu­lar. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdul­lah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üze­re gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım edi­niz!” dedi.

Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:

“Re­sû­lul­lah, ‘Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öle­cek­sin.’ buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”

Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnetti­ler.[7]

Ebû Zer (r.a.) 281 hadis rivayet etti. Onun rivayet ettiği hadislerin az ol­ması inzivayı, yalnız yaşamayı sevmesinden kaynaklanmaktadır. Rivayet ettiği hadislerden:

“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sa­kındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadaka­dır. İyi görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, in­sanlara zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”[8]

“Amellerin en üstünü, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir.”[9]

“Re­sû­lul­lah’ın karşılaşıp da musafaha yapmadığı hiç olmamıştır. Bir gün beni çağırması için birini göndermişti… Ben ise evde yoktum. Gelince, Re­sû­lul­lah’ın çağırdığını söylediler. Hemen yanına gittim. Sedir üzerinde oturuyordu. Beni kucakladı. Bu kucaklama benim için çok güzel bir şeydi.”[10]


__________________________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 187; Buhârî, Menâkıb: 82.
[2]Müsned, 5: 162.
[3]Müslim, İmâre: 16.
[4]Asr-ı Saadet, 3: 194.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 5: 188.
[6]Hilye, 1: 168.
[7]Hilye, 1: 169-170; İsâbe, 4: 65.
[8]Tirmizî, Birr: 36.
[9]Ebû Dâvud, Sünnet: 2.
[10]age., Edeb: 143; Müsned, 5: 163.