Hz. Ebû Lübâbe (r.a.) Ensar’dandır. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. İkinci Akabe Biatı’na katılan 75 sahabiden birisi de Ebû Lübâbe idi. İslam’ın Medine’de yayılmasında büyük gayret sarf etmiştir.
İslam nurunu söndürmek için harekete geçen Mekke müşriklerine Bedir’de karşı koymak üzere hazırlanan mücahit ordusunda Ebû Lübâbe de bulunuyordu. Deve sayısı az olduğundan bir deveye üç sahabinin nöbetleşe binmesi gerekiyordu. Ebû Lübâbe, Peygamberimizle aynı deveye binme şerefine kavuştu. Üçüncü zat da Hz. Ali idi. Deveye ilk önce Resûlullah binmişti. Her ikisi de Peygamberimizin deveden hiç inmemesini arzu ediyorlardı. Resûlullah yaya yürürken, kendilerinin deveye binmesi uygun olmazdı. Nitekim yaya yürüme sırası Peygamberimize geldiğinde ikisi birden şöyle dediler:
“Yâ Resûlallah! Siz inmeyin, biz yaya yürüyebiliriz.”
Onların bu teklifleri karşısında, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Nebî şu ibretli karşılığı verdi:
“Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki, ben de sizin kadar sevaba muhtacım.”[1]
Zaten o Saadet Güneşi hiçbir şekilde kendisinde bir imtiyaz görmezdi. Her meselede eşit muameleden hoşlanırdı.
Ebû Lübâbe cihat aşkıyla yanıyor, Allah’ın düşmanlarıyla bir an önce karşılaşmaya can atıyordu. Henüz düşmanla karşılaşılmamıştı. Peygamberimiz, Hz. Ebû Lübâbe’yi yerine vekil olması için tekrar Medine’ye gönderdi. Ebû Lübâbe’nin vazifesi, Medine’deki kadın ve çocukları Yahudilerin ve münafıkların muhtemel hücumlarına karşı korumaktı.
Bedir Savaşı galibiyetle neticelenmişti. Müşrikler hezimete uğramış, bir miktar da ganimet ele geçmişti. Peygamberimiz mücahitlere ganimet mallarını taksim ederken Ebû Lübâbe’ye de savaşa bizzat katılmış gibi hisse ayırdı. Daha sonra Ebû Lübâbe, Uhud ve Hendek Savaşlarına katıldı. Bu savaşlarda çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, diğer Yahudi kabileleriyle olduğu gibi, Benî Kurayza Yahudileriyle de anlaşma yapmıştı. Benî Kurayzalılar, Medine’ye hariçten bir baskın yapıldığı takdirde şehri Müslümanlarla birlikte koruyacaklarına söz vermişlerdi. Ancak Hendek Savaşı gibi kritik bir devrede ahitlerini bozdular. Müslümanlara yardım edecekleri yerde müşriklere destekte bulundular. Mücahitleri arkadan vurmak istediler. Hattâ öyle ki, Medine’deki kadınlara ve çocuklara geceleyin baskın tertip etmek için müşriklerden yardım istediler… Müslümanları bir yandan müşriklerle savaşırken, bir yandan da Yahudilerle uğraşmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz 500 kişilik bir kuvveti Medine’ye gönderdi.
Benî Kurayza Yahudileri, müşriklere silah tedarik ettiler. Onlara yakın bir mevkiye pazar kurarak yiyecek ihtiyaçlarını karşıladılar. Bununla da kalmayarak, müşriklerle bir olup 10 gün Müslümanlarla savaştılar.
Hendek Savaşı bittiğinde Peygamberimiz, Medine’ye döndü. Üzerindeki silahları çıkarıp bir kenara koydu. Bu sırada Cebrail (a.s.) geldi. Başındaki tozları silkti ve Peygamberimize hitaben, “Ey Allah’ın Resûl’ü, sen silahını çıkardın mı? Vallahi biz daha silahlarımızı çıkarmadık. Düşman sana geldiğinden beri melekler silahlarını çıkarmadılar. Müşrikleri takip etmedikçe de dönmediler. Allah seni bağışlasın! Kalk, silahını kuşan ve onların üzerine yürü!” dedi. Peygamberimiz “Nereye, kimlerin üzerine?” diye sordu. Hz. Cebrail, eliyle Benî Kurayza Yahudilerine doğru işaret etti ve “İşte oraya! Ben şimdi yanımdaki meleklerle onların kalelerine gidiyorum.” dedi.[2]
Peygamberimiz ve Müslümanlar, hiç istirahat etmeden, ihanetlerinin cezasını vermek için Benî Kurayza Yahudilerinin üzerine yürüdüler. Ve onları muhasara ettiler. Bu muhasara 20 günden fazla sürdü. Nihayet Yahudiler âciz kalınca anlaşma yapmak istediler. Bunun için de Resûlullah’tan Ebû Lübâbe’yi kendilerine göndermesini istediler. Çünkü Ebû Lübâbe’nin malları ve çocukları Benî Kurayzalıların yanında bulunuyordu. Bunun için kendilerine yardımcı olacağını ve lehlerinde hüküm vereceğini umuyorlardı.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Lübâbe’yi yanına çağırarak, “Müttefiklerinin yanına git. Onlar seni çağırıyorlar.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Lübâbe, Yahudilerin yanına gitti. Neler konuşacağı, nasıl hareket edeceği hususunda Peygamberimiz kendisine bilgi vermişti.
Kadınlar ve çocuklar ağlıyor, Ebû Lübâbe’den yardım umuyorlardı. Erkekler de onu karşıladılar ve şöyle dediler:
“Ey Ebû Lübâbe! Bizler senin müttefikin bulunuyoruz. Bizde savaşmaya güç kalmadı. Görüşün nedir? Ne yapmamızı emredersin? Muhammed’in emrine boyun eğerek teslim olmamızı sen uygun görür müsün?”
Ebû Lübâbe, “Evet, teslim olmanızı uygun görürüm.” dedi. Bunu söylerken de elini boğazına götürdü. Bu işaretle, “Bu, boğazlanmaktır. Resûlullah’ın hükmüne göre teslim olursanız, sizi boğazlar!” demek istedi.[3]
Ebû Lübâbe bu hareketiyle Peygamberimizin bir sırrını açığa vurmuş oluyordu. Çünkü Peygamberimiz kendisini elçi olarak gönderirken, onlar hakkında nasıl bir muamele yapacağını kendisine söylemişti. Onlar sözlerinde durmadıkları, Müslümanlara ihanet ettikleri için toptan ölümü hak etmişlerdi. Nitekim daha sonra Peygamberimiz, Allah’ın izni mucibince, bu ihanetlerinden dolayı Kurayza Yahudilerinin erkeklerini kılıçtan geçirecekti. Zaten böyle bir hüküm, Yahudilerin kendi kitabı olan Tevrat’ta da mevcuttu. Böyle bir akıbeti bilmiyor değillerdi.
Ebû Lübâbe, Benî Kurazya Yahudilerine Peygamberimizin sırrını açıkladıktan hemen sonra, hata ettiğini anladı ve pişman oldu. Hz. Ebû Lübâbe, pişmanlığını ve tövbesini şöyle anlatıyor:
“Vallahi onların yurdundan daha ayaklarım ayrılmamıştı ki, bu hareketimle Allah’a ve Resûlüne karşı kusur işlemiş olduğumu anladım. Çok pişman oldum! ‘Hepimiz Allah’a aitiz ve tekrar O’na döneceğiz.’ dedim. Yahudiler, ‘Ey Ebû Lübâbe, sana ne oldu?’ dediler. ‘Allah’a ve Resûlüne hainlik ettim!’ dedim. Gözlerimden akan yaşlar, sakalımı ıslattı. Kaleden aşağı indim. Kalenin arkasında başka bir yoldan mescide kadar gittim. Kendimi direğe bağlattım. ‘Allah kalbimi biliyor.’ dedim. Tövbemi kabul etmedikçe buradan ayrılmayacağım. Artık ben bir daha ne Benî Kurayzalılara yaklaşınm, ne de içinde Allah ve Resûlüne hainlik ettiğim bir memleketi bir daha görmek isterim…”[4]
Her insan hata yapabilirdi. Mühim olan, hatadan dönme faziletini göstermek ve o hatayı işlediğine pişman olmaktı. Ebû Lübâbe’nin hatasından sonra kimseye görünmemesi ve kendisini direğe bağlatması, onun ne derece pişman olduğunu göstermeye kâfidir.
Ebû Lübâbe’nin hatası Kur’ân-ı Kerim’de şöyle haber verilir:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne hainlik etmeyiniz. Siz kendi emanetlerinize bile bile ihanet eder misiniz?”[5]
Hz. Ebû Lübâbe’nin gelişi gecikince Peygamberimiz, Ashâbına, “Ebû Lübâbe’ye ne oldu? Onlarla konuşması bitmedi mi?” diye sordu. Ashâb-ı Kirâm durumunu Peygamberimize anlattılar. Bunu duyunca Resûlullah, “Bana gelseydi, onun için Allah’tan af dilerdim. Artık Cenâb-ı Hak onun hakkında hüküm verinceye kadar onu çözmeyeceğim.” buyurdu.[6]
Ebû Lübâbe bir hafta mescidin direğinde bağlı kaldı. Hava çok sıcaktı. Nihayet bir hafta boyunca ne gece ne gündüz hiçbir şey yiyip içmedi. Nihayet kulakları duymaz hâle geldi. Namaz vakti olunca hanımı geliyor, bağını çözüyor, namazını kıldıktan sonra da tekrar bağlıyordu.
Nihayet Peygamberimiz, hanımı Hz. Ümmü Seleme’nin evinde bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Resûlullah gülmeye başladı. Ümmü Seleme, “Niçin gülüyorsun, yâ Resûlallah?” dedi. Peygamberimiz, “Ebû Lübâbe’nin tövbesi kabul oldu.” buyurdu. Resûlullah’ın müsaadesi üzerine Ümmü Seleme, odasının kapısına dikildi, mescitte bulunan Ebû Lübâbe’ye, “Ey Ebû Lübâbe, seni müjdelerim! Allah senin tövbeni kabul buyurdu.” diyerek müjdeyi ulaştırdı.
Ashâb, onu bağlı bulunduğu direkten çözüp salıvermek için koşuştular. Ebû Lübâbe, “Hayır, vallahi beni Resûlullah eliyle salıvermedikçe bağlandığım direkten ayrılmam!” dedi. Peygamberimiz sabah namazına giderken, yanına uğrayıp onu salıverdi.[7]
Hz. Ebû Lübâbe, tövbesi kabul edildiği takdirde yerini yurdunu terk edip Resûlullah’a hizmette bulunacağına ve malının tamamını Allah ve Resûlü yolunda sadaka vereceğine söz vermişti. Mademki Cenâb-ı Hak tövbesini kabul etmişti, öyle ise bu ahdini yerine getirmesi ve bununla tövbesini pekiştirmesi gerekiyordu. Hemen Peygamberimizin huzuruna çıktı ve şöyle dedi:
“Yâ Resûlallah! Ben tövbe ederken, tövbem kabul olursa yerimi yurdumu terk ederek kalan hayatımı sizin hizmetinizde geçireceğime ve malımın tamamını Allah ve Resûlü yolunda tasadduk edeceğime söz vermiştim.”
Peygamberimiz onun hizmet düşüncesini uygun buldu. Ancak malının tamamını tasadduk etmesini doğru bulmadı ve “Malının üçte birini sadaka olarak vermen yeter.” buyurdu.[8]
Çünkü ailesinin nafakasını temin etmek, insanın mühim bir vazifesiydi. İnsan malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak verdiği takdirde bu vazifeyi ihmal edecek, kendisi ve ailesi zor durumda kalacaktı. Bu ise uygun bir hareket değildi. Bunun içindir ki Resûlullah, Ebû Lübâbe’nin malının tamamını tasadduk etmesine müsaade etmedi.
Ebû Lübâbe halim selim, temiz ahlaklı, iyi kalpli, Resûlullah’a gönülden bağlı bir insandı; ona hizmet etmeyi dünyanın en mutlu bir işi olarak bilirdi. Onunla geçen anlarını ebedî hayattan bir parça olarak kabul ederdi.
Peygamberimiz zaman zaman gönlünü alır, latife yapardı. Bir cuma günüydü… Çoktandır yağmur yağmamış, Medine’de kuraklık hüküm sürüyor idi. Böyle durumlarda Peygamberimiz dua eder, Allah’tan rahmet isterdi. Yüce Allah da Habib’inin niyazını boş çevirmezdi.
Namazdan sonra Peygamberimiz mübarek ellerini kaldırdı, üç defa “Allah’ım, bize rahmetini gönder!” diye dua buyurdu. O sırada Ebû Lübâbe de orada hazır bulunuyordu. Peygamberimiz dua ettiği zaman yağmurun yağacağını biliyordu. Yağmur şiddetli yağarsa ambarı su basar ve hurmalar bozulabilirdi. Bu endişe içinde Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına geldi, saf bir şekilde, “Yâ Resulallah, ambarda hurma var. Yağmur yağarsa zarar görebiliriz!” dedi.
Peygamberimiz umumun menfaati için Allah’tan yağmur istiyordu, fakat Ebû Lübâbe ise kendi hurmalarının derdindeydi… Onun bu safça niyetini bilen Peygamberimiz, mescidinin önünde sahabilerin de hazır bulunduğu bir yerde latife olarak duasına şunları da ekledi:
“Ya Rabbî, Ebû Lübâbe, ambarının deliklerini elbisesiyle tıkamaya mecbur kalıncaya kadar yağmur ver.”
Ebû Lübâbe, “Gökyüzünde hiç bulut yoktur, yâ Resûlallah!” demeye kalmadı, hava karardı, şimşekler çaktı, şakır şakır, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kısa zamanda her taraf su doldu. Ebû Lübâbe telaşlıydı. Sahabiler etrafına toplanarak şöyle dediler:
“Ey Ebû Lübâbe, sen Resûlullah’ın dediğini yapıncaya kadar bu yağmur kesilmez.”
Sonunda Ebû Lübâbe o hâle geldi ki, hurma ambarının açık yerlerini tıkamaya bir şey bulamadı, nihayet sırtından elbisesini çıkardı, su giren yerlere tıkamaya başladı. Böylece yağmur da kesildi. Ebû Lübâbe birazcık olsun zarar görmüşse de, susuzluk ve kuraklık gitmişti. Peygamberimizin latifesine muhatap olan Ebû Lübâbe tam olarak “rahmet”e kavuşmuştu.[9]
Peygamberimizin nurlu ve bereketli sohbetinde sık sık bulunan Ebû Lübâbe, hadis ilmine hizmeti bulunan sahabiler arasında yer aldı. Ebû Lübâbe’nin rivayet ettiği hadisler bugün müminlere ışık tutmaktadır. Bu mümtaz sahabi, Resûl-i Ekrem Efendimizin ahiret yurduna hicretinden sonra da, üç halife devrinde imanı uğrunda hizmet etmekten bir an için geri kalmadı. Canla başla sünnetin yayılmasına çalıştı. Nihayet Hz. Ali’nin hilafeti devresinde beka âlemine göçtü. Allah ondan razı olsun!
İbni Mâce ve Müsned’de Ebû Lübâbe’nin şöyle bir rivayeti yer alır:
Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah indinde günlerin efendisi ve büyüğü cuma günüdür. Allah katında, Kurban ve Ramazan Bayramı günlerinden daha faziletlidir. O günde beş meziyet vardır: Allah, Âdem’i o günde yarattı. Âdem’in ruhunu o günde aldı. O günde öyle bir saat vardır ki, kul haram bir şey istemedikçe Allah’tan ne isterse mutlaka Allah onu cevapsız bırakmaz. Kıyamet de o gün kopacaktır.”[10]
___________________________________