Ebû Dücâne (r.a.), cesur bir sahabiydi. Allah ve Resûlü yolunda her an canını vermeye hazırdı. Bedir Savaşı’nda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda da bunun alame­ti olarak ba­şına kırmızı bir sarık sardı. Bunu gören Ensar, “Ebû Dücâne yine ölüm sarığını sardı!” dediler.[1]

Hz. Ebû Dücâne, Peygamberimizin, hakkını vermek şartıyla kendisine teslim
et­tiği kılıç elinde olduğu hâlde, çalımlı ve gururlu bir şekilde düşman saflarına
doğ­ru ilerlemeye başladı.[2]

Bu arada Sahabe-i Kirâm, Ebû Dücâne’nin gururlu bir şekilde yürümesini hoş karşılamadılar. Bu hareketi sebebiyle onun helak olmasından korktular. Bunun üzerine Peygamberimiz, düşmana karşı çalımlı yürünebileceğine, bunun caiz olduğuna işaretle şöyle buyurdu:

“Allah bu yürüyüşü, şu harp meydanlarından başka yerde sevmez.”

Peygam­berimizin vermiş olduğu kılıç, Ebû Dücâne’nin elinde müşriklere ölüm kusu­yor, onlara aman vermiyordu. Önüne çıkanı saf dışı bırakan Ebû Dücâne, çarpı­şa çarpışa, def çalıp şarkı söyleyerek, müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların bulunduğu yere kadar geldi. Kendisi bunu şöyle anlatıyor:

“Uzaktan birini gördüm. Halka kızıyor, hırslanıyordu. Üzerine yürüyüp vur­mak için kılıcımı kaldırdığımda bağırdı. Onun bir kadın olduğunu görünce, Re­sû­lul­lah’ın kılıcının şerefini gözettim ve onu bir kadına vurmadım.”

Uhud Harbi’nin birinci safhasında Hz. Ebû Dücâne ve diğer sahabilenn gay­retleri neticesinde ilk anda büyük bir zafer kazanılmıştı. Bunun için mücahitler, müşriklerin bırakmış olduğu ganimetleri toplamaya başladılar. Bu arada yerle­rini bırakmamaları hususunda Peygamberimizin kesin talimatı olmasına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganimet peşine düştüler. İşte, ne oldu ise o anda oldu. Savaşın başından beri okçuları kollayan ve fırsat bekleyen müşrik at­lıları, mücahitlere arkadan saldırıya geçtiler. Bunun üzerine birçok mücahit şe­hit düştü, bir kısmı da paniğe kapılarak sağa sola dağıldılar.

Bu arada Peygamberimizin “ölüm haberi” şayiası yayıldı. Mücahitlerin mo­ralleri iyice bozuldu, pek çoğu harbi bırakıp tenha bir yere oturdu. Oysa müşrik­ler, Re­sû­lul­lah’ı değil, ordunun sancağını taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) şehit etmişlerdi. Onu Peygamberimiz zannederek, “Muhammed’i öldürdük!” diye ba­ğırmaya başlamışlardı. Peygamberimiz ise o sırada düşmana ok ve taş atıyor, yerinde sebat ederek hiçbir tarafa ay­rılmıyordu. Bu arada 7’si Muhacirler­den, 7’si de Ensar’dan olmak üzere 14 fedai, Re­­sû­lul­lah’ı kordon altına al­mış, müşrik saldırılarından koruyorlardı. Bu gözüpek imanlı sineler, kendi can­larını feda etme pahasına Peygamberimizi yalnız bırakmamak üzere söz birliği etmişlerdi. İşte, Ebû Dücâne de bunlardan birisiydi. Re­sû­lul­lah’ın dua­sına mazhar olan bu sahabilerden hiçbirisi şehit olmadı. Savaşın sonuna kadar vü­cut­la­rı­nı Peygamberimize siper ettiler.

Ebû Dücâne ise, Re­sû­lul­lah’ın üzerine eğiliyor, atılan oklardan onu koruyor­du. Oklar sırtına çarpıp hiç yaralamadan arka tarafına düşüyordu. Bu arada azılı müşriklerden Abdullah bin Humeyd, Peygamberimizin sağ olduğunu ve sahabilerin onu koruduğunu gördü. Vakit kaybetmeden atını o yöne sürdü. Ne pa­hasına olursa olsun, Re­sû­lul­lah’ın canına kıyma emelini besliyor, şöyle sesleni­yordu:

“Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösterin. Vallahi ya onu öldürürüm yahut ben ölürüm!” diye çığırtkanlık yapıyordu. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü. Müslümanlardan hiç kimsenin karşısına çıkamayacağını tahmin ediyordu. Sinsi sinsi ilerliyordu. Birden karşısında Ebû Dücâne’yi görünce afal­ladı. Ebû Dücâne, bu gözü dönmüşü görür görmez, “Gel yanıma! Ben, Re­sû­lul­lah’ın uğruna kendi vücudumu siper eden birisiyim.” dedi ve akabinde kılıcını İbni Humeyd’in atının bacaklarına çaldı. At çökünce de, “Al, bu da ben Hareşe’nin oğlundan!” diyerek bir vuruşta müşriği cansız yere serdi. Ebû Dücâne’nin kendi­sini korumak hususundaki bu gayretini gören Pey­gamberimiz, ona şöyle duada bulundu:

“Allah’ım, Hareşe’nin oğlundan ben nasıl razı isem Sen de razı ol!”

Ebû Dücâne, manevi mükâfatını âdeta peşin olarak alıyordu…

Ebû Dücâne gibi kahraman sahabilerin gayretleri sonucunda müşrikler fazla bir zarar veremeden çekilmek zorunda kaldılar. Savaş bittiğinde Peygamberimiz, Ebû Dü­câ­ne Hazretleri’ne verdiği kılıcı geri aldı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını silmesi için, kızı Hz. Fâtıma’ya (r.anha) verdi. Bu arada Hz. Ali de (r.a.) kendi kılıcını Fâtıma’ya uza­tarak, “Şunu al, bu gazada çok işe yaradı.” dedi. Bu­nun üzerine Peygamberimiz, “Sen bu savaşta canla başla çalıştın. Sehl bin Hâris ile Ebû Dücâne de üstün muvaffakiyet gösterdi.” buyurarak onları takdir ve teb­rik etti.[3]

Cesaret ve kahramanlığı kadar üstün fazileti ile de tanınan Ebû Dücâne Hazretleri boş şeylerle meşgul olmaz, hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmez­di. Bir gün hastalandı. Ağır hasta olmasına rağmen, üstünde sanki hastalık eseri yoktu. Yüzü nurlu ve pırıl pırıldı. Ziyaretine gelenlerden birisi, “Yüzünün böyle olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Dücâne şu cevabı verdi:

“Güvenebileceğim ve beni kurtarabilecek iki amelim var: Birisi malayaniyle meşgul olmayışım, diğeri de hiçbir Müslüman hakkında kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmayışım ve düşünmeyişimdir.”[4]

Ebû Dücâne, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halifeliği sırasında vuku bulan Yemâme Savaşı’nda şehit olmuştur.

Allah ondan razı olsun!


________________________________________

[1]Sîre, 3: 73.
[2]Müslim, Fezâilü’s- Sahabe: 128; Üsdü’l-Gàbe, 5: 184.
[3]age., 3: 557.
[4]age.