Ebû Akîl, Allah Resûlü’nü bağırlarına basan, onun uğruna canlarını, mal ve mülklerini feda eden, onun sevgisi yoluna hayatlarını hiçe sayan, nurlu sohbetinden istifade etmek için can atan, Kur’ân’ın methettiği bir fertti. Ensar’dandı. Ebû Akîl, Peygamberimizin davetine tereddütsüz icabet edip saadet halkasına giren bahtiyar zatlardan biriydi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, davasına gönül veren bu hizmet erlerini hak dinin birer sadık elemanı olarak yetiştirirken, kalp ve kafalarını İslam’ın berrak suyuyla temizleyip aydınlatıyor, Cahiliye’den kalma dalalet ve hurafe izlerini de birer birer siliyordu. Araplar umumiyetle puta tapan bir millet olduklarından, çocuklarına ya bizzat putların isimlerini takıyorlar veya “falan putun kulu” manasında isimler veriyorlardı.
İşte, Peygamberimiz, insanın şahsiyetine doğrudan tesir eden isim üzerinde yaptığı bazı değişikliklerle, insan üzerinde küfrün her türlü izini silmeyi hedef alıyordu. Pek çok kadın ve erkek sahabinin Müslüman olduktan sonra yeni bir isim almalarındaki hikmet hep bu sebebe dayanıyordu. Ebû Akîl’in önceki ismi de, “Uzza” adındaki meşhur putun kulu manasında “Abdüluzza” idi. İman nuru, Hz. Ebû Akîl’de o kadar parlamıştı ki, daha önce uğrunda kurban olacak kadar bağlı bulunduğu putlara, Allah’tan başka mabut olarak tanınan zavallı şeylere o derece düşmanlık besliyordu ki, onun bu hissiyatını anlayan Sevgili Peygamberimiz, “Abdüluzza”yı “Abdurrahman” olarak değiştirdi ve lakap olarak da “putların düşmanı” manasında “Adüvvü’l-Evsân” unvanını verdi.[1]
İsim ve lakabının tam adamı olan Hz. Ebû Akîl, Resûl-i Ekrem’le birlikte müşriklere karşı yapılan bütün savaşlara katıldı. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve bütün gazalarda, putperest güruhun karşısında yılmaz bir mücahit kesildi.
Ebû Akîl, fedakâr ve gözüpek bir insandı. İzzet-i nefis sahibi, tok gönüllü ve kanaatkâr bir zattı. İslam’ın yayılması, yücelmesi ve muhtaç gönüllere ulaştırılması için canıyla ve nefsiyle gayret ettiği gibi, imkânı nispetinde malıyla da katılmaya çalışırdı. Ebû Akîl maddi cihetten fakirdi; ama öyle bir niyet taşıyordu ki, elinde olsa bütün varını harcayabilirdi. Bu hâlis niyetinin mükâfatını da zaman zaman görüyordu.
Peygamber Efendimiz ﷺ bir konuşmasında sahabilerini Allah için sadaka vermeye teşvik etti. Böyle bir davet vaki olduğu zaman sahabiler, İslam için mühim ve büyük bir hizmetin yapılacağını bildiklerinden, herkes elinden gelen yardımı yapmaya çalışırdı. Bu sefer de sahabilerin zenginlerinden Abdurrahman bin Avf başta olmak üzere bütün Ashâb, teker teker, sahip oldukları varlıklarından bir miktar getirmeye başladılar.
Hz. Abdurrahman bin Avf bütün sermayesi ve serveti olan 8000 dirhemi yarıya böldü; 4000’ini evine bıraktı, 4000 dirhemini de alarak Resûlullah’ın huzuruna getirdi ve teslim etti. Peygamberimiz ona şu duada bulundu:
“Allah, sadaka olarak verdiğini de, kendin için bıraktığını da sana mübarek kılsın!”
Bu dua bereketiyle Hz. Abdurrahman’ın serveti o kadar çoğaldı ki, vefat ettiğinde hanımlarından birisine düşen sekizde bir miras, 160 bin dirhemdi.
Onun peşinden Âsım bin Adiyy de 100 vesak (yaklaşık 20 ton) hurma getirip Allah Resûlü’ne teslim etti. Peygamberimiz ona da duada bulundu. Bu kadar büyük bir sadaka karşısında şaşkına dönen münafıklar, bu güzel davranışa kendilerine göre bir kulp taktılar, “Bunların yaptığı, gösterişten başka bir şey değildir.” diye laf attılar.
Ebû Akîl oradaydı. Eve gitti, bir miktar hurmayla döndü. “Yâ Resûlallah!” diye söze başladı, “Önceki akşam ücret karşılığında bir hurma bahçesini suladım. İki sa’ (ölçek) hurma kazandım. Birisini aileme bıraktım, bir ölçeğini de Allah yolunda harcamanız için size getirdim.” dedi ve Resûlullah’a ﷺ uzattı. Peygamberimiz de yığının üzerine dökmesini söyledi.
Ebû Akîl, kazancının ve elinde olanının yarısını vermişti. Ancak bu kadar yapabilmişti. Bununla, imkânı nispetinde en büyük yardımı yapmış oluyordu. Bu sebeple, kalbi müsterihti; elinde harmanlar dolusu hurma da olsa, yarısını vermeye hazırdı. Ebû Akîl’in bu mütevazi hareketini geriden gözetleyen münafıklar yine rahat durmadılar. Gülmeye başladılar. Alaylı bir tavırla, “Ebû Akîl, diğer zenginlerle birlikte anılmak için bir sa’ hurma getirdi. Allah, Ebû Akîl’in getirdiği bu hurmaya muhtaç mıdır ki?!” diye söylenmeye başladılar.[2]
Ebû Akîl, münafıkların bu sataşmaları üzerine üzüldü, fakat cevap da veremedi. Bu üzüntü içinde bulunuyorken, Hz. Cebrail şu mealdeki âyet-i kerimeyi vahyetti:
“İçlerinden gelerek sadaka veren müminleri ve güçlerinin yettiğinden fazla veremeyenleri ayıplayanları ve onlarla alay edenleri Allah maskaraya çevirir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır!”[3]
Cenâb-ı Hak, Ebû Akîl’i ve diğer sahabileri müdafaa ederken, münafıkları mahcup ve perişan ediyordu.
Peygamberimizin irtihâlinden sonra yalancı peygamber olarak boy gösterenler arasında Müseylime başı çekiyordu. Hz. Ebû Bekir hiç vakit geçirmeden, bu kendini bilmez cüretkârlara haddini bildirmek istedi. Büyük bir kuvveti Müseylime’nin üzerine gönderdi. Müseylime, Arabistan’ın doğu kısmında bulunan Yemâme’de yaşıyordu. Yemâme Savaşı’na katılan pekçok sahabi vardı. Ebû Akîl de bu mücahit ordunun içinde yer alıyordu.
Ebû Akîl, Allah düşmanı bu gözü dönmüşlerin hesabını görmek için sabırsızlanıyordu. Gayet atik ve cesur bir bünyeye sahip olan Hz. Ebû Akîl, ne yazık ki, hücum esnasında ilk yaralanan mücahit oldu. Bir düşman oku fırlayıp gelerek omuzu arasına saplandı. Ok iç organlarına temas etmediği için ölümüne sebep olmadı. Sadece sol tarafı felç oldu. Arkadaşları oku çıkardılar, kendisini de çadıra çektiler. Vakit öğleden önceydi…
Bu arada savaş iyice kızışmıştı. Bir ara düşman kuvvetleri baskın gelerek İslam askerini dağıtmaya çalışıyorlardı. O sırada Ebû Akîl, yerinden kımıldayamayacak kadar ağır yaralıydı. Yerinden kalkamıyordu. Müslümanlar kaçışıp çadırların arasından geçiyorlardı. Bu duruma tahammül edemeyen Ma’n bin Adiyy (r.a.), Ensar’a şöyle bağırıyordu:
“Allah’tan korkun, Allah’tan korkun! Siperinizi terk etmeyin, düşmanın üzerine dönün!”
Hz. Ma’n, düşmana tekrar hücum etmek için acele ediyor, “Bu tarafa gelin, bu tarafa gelin.” diye sesleniyordu. Sonunda Ensar teker teker ayrılıp bir araya toplandılar.
Hz. Ma’n’in sesini duyan Ebû Akîl, onlara katılmak için ayağa kalkmak istedi. Fakat ayakta duracak hâlde olmadığı iyice belliydi.
“Ey Ebû Akîl, ne yapıyorsun? Sen savaşamazsın!”
Ebû Akîl, “Görmüyor musunuz, beni çağırıyorlar?!” dedi. “O, Ensar’ı çağırıyor, yaralıları değil.” demeleri üzerine, Ebû Akîl, “Ben de Ensar’danım, sürünerek de olsa davete icabet edeceğim ve peşlerinden gideceğim.” dedi, kendini topladı, belini bağlayarak ayağa kalktı. Kılıcını da sağ eline aldı, arkadaşlarının arasına gitti. Kendisini sapasağlam hissediyordu. Yarasını beresini unutmuştu. İslam ordusunun mağlup olmasını tahayyül edemiyordu. Arkadaşlarına şöyle şevk veriyordu:
“Ey Ensar! Huneyn günü düşmanın üzerine tekrar dönüp zaferi kazandığınız gibi tekrar dönün, onlara göz açtırmayın!”
Bunun üzerine Ensar’ın hepsi toplanıp İslam ordusunun önünde yer aldılar. Büyük bir şecaatle düşmana hücuma geçtiler, onları kendi bahçelerinin duvarına kadar sürüp sıkıştırdılar. Orada iki ordu birbirine girdi, sadece kılıçlar inip kalkıyordu.
Ebû Akîl’in bundan sonraki durumunu Abdullah bin Ömer şöyle anlatıyor:
“Bir ara gözüm Ebû Akîl’e ilişti. Yaralı olan kolu, omuzundan ayrılmış, yere düşmüştü. Bundan başka, hepsi de öldürücü olan 14 yara daha almıştı. Sonunda Allah düşmanı Müseylime de vuruldu.
“Savaştan sonra Ebû Akîl’in yanına vardım, son nefesini veriyordu. ‘Ey Ebû Akîl!’ dedim. Peltek bir dille, ‘Buyur!’ diye cevap verdi ve hemen savaşı kimin kazandığını sordu.
‘”Müjde sana!’ dedim, sesimi yükselterek, ‘Allah düşmanı gebertildi!’
“Bu müjde üzerine parmağını yukarı kaldırdı. ’Elhamdülillah!’ diyebildi ve ruhunu teslim etti.
“Medine’ye döndüğümüzde olanları babama anlattım. Babam, ‘Allah rahmet etsin! O hep şehitlik isteyip duruyordu. Ve ben onu tanıyalıberi o, Peygamber Ashâbı’nın en seçkinlerinden ve İslam’a ilk girenlerdendi.’ dedi.”[4]
Allah onlardan razı olsun!