Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan iman ve İslam’a davet, inan­mış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönül­leri ise telâşa sevk ediyordu!

“Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir”[1]İlâhî fer­manı gelince, Fahr-i Kâinat, adeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî mâ­nevî saadetin yo­lunu bir an ev­vel göstermek istiyordu.

Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslam dinini ilan etti.[2]

Safâ tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yük­sek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Ku­reyş top­luluğu! Buraya geliniz, top­lanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi.

Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlikeyle karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa ken­dilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?

Bu seslenişe cevap vermede gecikmediler ve bir anda Safâ tepesinin önüne toplandılar. Fakat o da ne? Seslenen, “Mu­hammedü’l-Emin” dedikleri zâttı. Acaba ne istiyor­du? Nelerden haber verecekti? Neler söyleyecekti?

Merakla, “Ey Muhammed! Bizi niçin topladın buraya, ne­yi haber verecek­sin?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem, haberini vermekte gecikmedi. Zihinlerin ken­disine bütün dikkatiyle yöneldiği, gözlerin hayretli bakışlarıyla üzerine toplandığı, bütün kulakların pür dikkat kesildiği ve herkesin merakla beklediği bir anda, mantıkî delillerle dolu şu beliğ hitabeyi irad etti:

“Ey Ku­reyş topluluğu! Benimle sizin benzeriniz, düşmanı görünce ailesine haber vermek için koşan ve düşmanın kendisinden önce varıp ailesine zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhâh!’ diye haykıran bir adamın benzeri gibidir.

“Ey Ku­reyş topluluğu! Size, ‘Bu dağın ardında veya şu vadide düşman at­lıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!’ desem, bana inanır mısınız?”

O âna kadar “Muhammedü’l-Emin”  dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatin dışında hiçbir şey duymadıkları Resûl-i Ek­rem’e hep bir ağızdan, “Evet” d­ediler. “Biz senin doğruluğunu tasdik ede­riz. Çünkü şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanı­mızda yalanla itham edilmiş bir insan değilsin.”

Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Ku­reyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Öyle ise, ben size önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim! Yüce Allah bana, ‘En yakın akrabalarını ahiret azabıyla korkut’ emrini verdi. Sizi ‘Allah bir, O’n­dan başka İlâh yok’ demeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şu­nu da bilin ki siz, ‘Allah bir, O’ndan başka ilâh yok’ deme­dikçe size ben ne dünyada, ne de ahirette bir faide temin edemem.”[3]

Yine Ebû Leheb…

Resûl-i Kibriya Efendimizin akıl, kalp ve ruhlara hitap eden konuş­ması kar­şısında Ebû Leheb şaşkına döndü. Eline bir taş aldı ve Kâinatın Efendisine doğru fırlatarak, “Helâk olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” diye âdice ba­ğırdı.

Bundan başka, o anda dinleyenlerden hiçbir muhalefet gelmedi. Sadece fı­sıltı halindeki konuşmalarıyla dağıldılar.

Cehennemlik Ebû Leheb…

Bu hareketleriyle Ebû Leheb, artık İlâhî nefret ve azabı hak­etmiş oluyordu. Re­sû­lul­lah’a olan şiddetli düşmanlığı, bitmez kin ve nefreti kendisine pahalıya mâl oldu. Çünkü Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu Tebbet Suresi’yle korkunç âkı­betini şöyle haber veriyordu:

“Elleri kurusun Ebû Leheb’in! Zaten kurudu, mahvoldu. Ne malı fayda ver­di ona, ne kazandığı! O, alevli bir ate­şe girecek. (Peygambere eziyet ve ha­ka­ret­te bulunan) karısı da (cehennemde) odun hamalı olarak (oraya girecek); boy­nun­da bükülmüş bir ip (zincir) olduğu halde…”

Muhalefet eden kim olursa olsun, Allah, nurunu tamam­layacaktı. Bu se­bep­le de, Resûl-i Kibriya Efendimiz, kendisine karşı yapılan çirkin hareketler­den asla sarsılmıyor, yılmıyor ve yoluna son derece temkinli ve vakarlı bir şe­kilde devam ediyordu.

PEYGAMBER EFENDİMİZE REVÂ GÖRÜLEN EZİYET VE HAKARETLER

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safâ tepesinde açıktan açığa peygamberliğini ilan ettikten ve halkı İslam’a davette bulunduktan sonra Ku­reyşli müşrikler eziyet ve hakaretlerini su yüzüne çıkardılar ve kat kat artırdılar.

Peygamber Efendimiz onları “tevhid”e çağırıyordu; onlar ise “atalarımızın dini” dedikleri putperestlikte ve şirkte di­reniyorlardı.

Efendimiz, onları faziletle dünya ve ahiret saadetine davet ediyordu; onlar ise, yarasanın ışıktan kaçması gibi, faziletten ve saadetten uzak durmaya çalı­şı­yorlardı.

Kâinatın Efendisi, onları insanca yaşamaya, insan haysiyet ve kutsîyetine yakışır davranışlarda bulunmaya çağırıyordu; onlar ise, insan şeref ve haysi­ye­tini rencide edip ayaklar altına alıcı çirkin ve rezil hareketler içinde günlerini gün etmeye uğraşıyorlardı.

Resûl-i Ekrem, onlar için ebedî saadet, bekâ, likâ, cennet is­tiyor ve onları bu eşsiz nimetleri kazanacak amellerde bulunmaya davet ediyordu; onlar ise, ken­dilerini ebedî şekavete, cehenneme götürecek davranışların içinde yuvarla­nıp gidiyorlardı.

Hz. Re­sû­lul­lah, davetiyle, onları esfel-i safilîne düşmekten, kıymetsizlikten ve faidesizlikten kurtarıp âlâ-yı illiyyîne, kıymete, bekâya, ulvî vazifeleri yapa­bil­me maka­mına çıkarmak istiyordu; onlar ise tam tersine, kıymetsizlikler için­de yuvarlanmaya, esfel-i safilini netice verecek hareketlerde bulunmaya devam edip duruyorlardı.

Elbette, bu istek ve yaşayışta olan müşrikler, Fahr-i Âlem Efendimizin da­vetine karşı çıkacak ve onunla amansız mücadelede bulunacak, ellerindeki bü­tün imkânlarla onu tesirsiz hale getirmeye, sebat ve metanetini, cesaret ve gay­retini kırmaya çalışacaklardı! Bunun için de, türlü türlü işkencelere, ezi­yetlere, hakaret ve sui­kast­lere teşeb­büs edeceklerdi!

Şüphesiz, bu durum sadece Peygamber Efendimize mah­sus değildi. Her pey­gamber, kendi zamanında gönderildiği kavmi ve üm­meti tarafından nâhoş kar­şılanmış, hakir görülmüş, eziyet ve işken­celere tâbi tutulmuştur. Bu ortak özel­likleri yanında, bütün peygamberlerin diğer bir müşterek vasıfları da, bü­tün bu eziyet, hakaret, işkence ve suikastlere rağmen, davalarını anlatmaktan geri dur­ma­ma­ları, inançlarından asla tâviz vermemeleri, aksine eziyet ve iş­kencelerin artması nisbetinde memur bulundukları hakikatleri duyurmaya da­ha fazla bir aşk, şevk ve ciddiyet ile çalışmış olmalarıdır.

Ebû Leheb Başta

Fahr-i Âlem Efendimize hakaret ve eziyet edenlerin başında, Ebû Leheb ve ka­rısı Ümmü Cemil geliyordu.

Ebû Leheb, Efendimizi devamlı takip ediyor ve halkı onu dinlemekten vaz­ge­çirmeye, zihinlerde şüphe ve vesvese meydana getirmeye çalışıyordu!

Bir gün, Hz. Re­sû­lul­lah, Ukâz panayırında halkı Allah’ın birliğine imana ve peygamberliğini tasdike davet edip, “Ey ahali! ‘La ilahe illallah’ deyin, kendi­nizi kurtarın” diyordu.

Peşisıra gelen Ebû Leheb ise, halka, “Ey ahali! Bu, yeğenimdir; yalan söylü­yor. Ondan uzak durun!”[4]diye sesleniyordu.

Bu, ibret dolu bir tablodur:

Yeğen, Allah’a imana ve saadete davet ediyor; öz amca ise, ona muhalefet edip, halkı onu dinlememeye çağırıyor!

Ebû Leheb, yalnız bununla da kalmıyordu.

Bir gün, komşusu Peygamber Efendimizin kapısına pis­lik ve kokmuş şeyler artmıştı. O sırada Hz. Hamza, henüz iman etmemiş olmasına rağmen yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü.

Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece, “Ey Abdi Menafoğulları! Bu nasıl komşuluk?” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evi­nin önün­den süpürüp atıyordu.

Kur’an’ın, cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, Ba­zen de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve hu­zur­suz etmek için ta­şa tutuyordu.

Ebû Leheb’in, Oğlunu, Peygamber Efendimize İşkence Etsin Diye Göndermesi!

Ebû Leheb, Resûl-i Kibriya’ya eziyet ve hakaret etmekte yalnız kalmak istemi­yordu.

Bir gün, oğlu Uteybe’ye, ona işkence etsin diye emir verdi. Utey­be, Pey­gam­be­ri­mizin yanına vardı. O sırada Efen­dimiz, Necm Suresi’ni okuyordu. Bunu duyan Uteybe, “Necmin Rabbine and­ol­sun ki ben senin peygam­ber­liğini inkâr ediyorum!” dedi ve küstah­ça Kâinatın Efen­disine doğru tükürdü.

Resûl-i Ekrem, bu çirkin harekete sadece şu bedduayla cevap verdi:

“Yâ Rab! Ona bir itini musallat et!”

Resûl-i Ekrem Efendimizin ne duası ne de bedduası Allah tarafından karşı­lıksız bırakılmıyordu. Uteybe’ye yaptığı bu bed­dua da bir müddet sonra ger­çek­leşti: Yemen tarafında Havran denilen yer­de babası ve arkadaşları ara­sında uyurken, bir arslan gelip kendi­si­ni parçaladı!

Dualarının makbuliyeti de, Peygamber Efendimizin mucizelerinin bir bö­lümünü teşkil eder.

Cehennem Oduncusu

Ümmü Cemil, İslam davasının en şiddetli muhalifi ve düşmanı Ebû Le­heb’in karısı idi. Kur’an tâbiriyle “cehennem oduncusu” bu kadın, İslam da­veti karşısında öylesine azmış, öylesine çılgına dönmüştü ki Nebiyy-i Muhte­rem Efendimizin gidip geldiği yola, her gün bıkmadan usanmadan sert dikenli çalılar döküp saçıyor ve adeta bu davranışından zevk alıyordu!

Ümmü Cemil’le ilgili bir hadise ise şöyledir:

Resûl-i Ekrem ﷺ, Safâ tepesinde ilk olarak, Ku­reyş’e açıktan İlâhî da­vette bulunurken, kocası Ebû Leheb, Pey­gam­be­ri­mize çıkışmış, hatta hakaret et­miş, “Helâk ola­sıca! Bizi bunun için mi buraya çağırdın?” demek küstahlı­ğında bulunmuş ve Efendimize doğ­ru, yerden kaldırdığı bir taşı savurmuştu. Bunun üzerine Ce­nab-ı Hak, Teb­bet Suresi’ni inzal buyurmuştu. Sure, Ebû Leheb ve karısının çirkin davranışlarını ve âkıbetlerini mevzu ediyordu.

Bunu duyan Ümmü Cemil, artık yerinde duramaz oldu. Eline bir taş alarak Mescid-i Haram’a geldi. Peygamber Efendimiz, sâdık dostu Hz. Ebû Bekir’le orada oturuyorlardı. Ümmü Cemil, Hz. Ebû Bekir’i gördü, fakat yanında otu­ran Kâinatın Efendisini fark edemedi ve “Ey Ebû Bekir! Arkadaşın nerede? Ben işittim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı onun ağzına vuracağım!” dedi.

Ebû Bekir’i gören göz, Kâinatın Efendisini göremiyor ve neticesiz geri dö­nüyordu.[5]

Elbette göremezdi! Allah’ın hıfz ve inayeti altında bulunan Sultan-ı Levlak’ı görmek, bir cehennem oduncusunun haddine mi düş­müştü?

Ebû Cehil’in Elleri Yukarıda Kaldı

Buna benzer bir hadise de Ebû Cehil’in başına gelir.

Bir gün, kabilesine şöyle söz verdi:

“Vallahi, secdede Muhammed’i görürsem, başını bu taş­la ezeceğim!”

Ertesi gün, zor kaldırabileceği büyük bir taş alarak gitti. Resûl-i Ekrem sec­dedeydi. Taşı kaldırıp tam vuracakken, elleri yukarıda kaskatı kesildi; ta Kâi­natın Efendisi namazını bitirip kalkıncaya kadar… Namaz bitince Ebû Cehil’in de eli çözüldü;[6]çünkü artık ih­tiyaç kalmamıştı!

Ebû Cehil’in Bir Teşebbüsü Daha…

Her şeye rağmen Peygamber Efendimizi rahatsız etmekten vazgeçmeyen Ebû Cehil, yine bir gün, “Vallahi, Muhammed’i secdede görürsem, boynuna ba­sacak ve boy­nu­nu yerlere sürteceğim!” diye yemin etti.

Tam o sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz çıkageldi. İbni Abbas, durumu ken­dilerine arz edince, birden hiddetlendi ve kapıdan girmeyi dahi bekleme­den, aceleyle duvardan aşıp Mes­cid-i Haram’ın içine girdi. Alak Suresi’ni so­nuna kadar okudu ve secdeye vardı.

Etrafta bulunanlar Ebû Cehil’e, “Ey Ebû Cehil! İşte, Muhammed!” diye ses­lendiler.

Ebû Cehil’in Resûl-i Ekrem’e doğru ilerlemesiyle dönmesi bir oldu. Seyre­denler şaşkınlık içinde, “Ne oldu? Neden döndün?” diye sordular.

Ebû Cehil, onlardan daha şaşkın bir eda içinde, “Benim gördüğümü siz gör­müyor musunuz?” diye cevap verdi ve arkasından ilave etti: “Vallahi, onunla benim arama ateşten bir uçurum açıldı!”[7]

Müşrik ileri gelenlerinin en ağır işkence ve suikast teşebbüsleri karşısında, Cenab-ı Hak da, Sevgili Resûlünü işte böylesine koruyor ve himâye ediyordu!

Pey­gam­be­ri­miz, Ku­reyş’i Cenab-ı Hakk’a Havâle Ediyor!

Ku­reyş müşriklerinin Peygamber Efendimize eziyet, hakaret ve suikastleri çeşitli suretlerde oluyordu.

Resûl-i Ekrem, bir gün Kâbe’de huşû içinde namazını eda etmekte idi. Müş­riklerden bir grub da Kâbe civarında toplanmış, konuşuyorlardı. İçlerinde, Ebû Cehil de vardı. Ortaya fır­layarak topluluğa, “Hanginiz gidip filancalarda bu­gün boğazlanan devenin işkembesini ve döl eşini olduğu gibi kanlı kanlı geti­rip, secdede iken onun üzerine koyar?” diye seslendi.

Gözü dönmüşlerden biri olan Ukbe bin Ebû Muayt, ortaya atıldı. “Ben ya­parım!” dedi ve oradan ayrıldı. Az sonra, ruhu kararmış bu adam, elinde deve işkembesiyle Peygamber Efendimizin yanında göründü.

Resûl-i Ekrem, her şeyden habersiz, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda secdeye varmıştı.

Gözü dönmüş Ukbe, getirdiği deve işkembesini iki küreği arasına koydu.

Ruh ve vicdanları şirkin karanlıklarına gömülü müşrikler, manzarayı kah­kahalarla seyrediyorlardı.

Muhterem babasının, müşriklerin bu âdice hareketine maruz kaldığını du­yan Hz. Fâtıma, koşa koşa geldi. İşkembeyi tuttuğu gibi, suratlarına çarparca­sına müşrik gürûhuna doğru fırlattı.

Namazını bitiren Hz. Re­sû­lul­lah’ın mübarek dudaklarından, “Allahım, Ku­reyş’i Sana havâle ediyorum!” cümlesi döküldü.

Bu cümlesini üç kere tekrarladı. Sonra da müşrik elebaş­larının isimlerini te­ker teker zikrederek, onları da Sonsuz Kudret Sahibi Cenab-ı Hakk’a havâle et­ti.[8]

Abdullah b. Amr Anlatıyor

Resûl-i Ekrem Efendimize müşriklerin yaptığı bir başka eziyet ve hakaret hadisesini, Abdullah b. Amr Hazretleri şöyle anlatır:

“Bir gün, Ku­reyş’in ileri gelenleri, Hıcır denilen yerde toplanmışlardı. Ben de orada bulunuyordum. Ku­reyşliler, Allah Resûlü hak­kında konuşarak şöyle diyorlardı:

“‘Biz, bu adamın işinde sabrettiğimiz kadar hiçbir şeye karşı sabır göster­medik. Bu adam, bizi akılsızlıkla itham etti. Babalarımıza, dedelerimize haka­ret etti. Dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu, putlarımıza dil uzattı. Onun yap­tığı bunca şeylere biz sabrettik.’

“Ku­reyş, bunu konuşup dururken, birdenbire Allah Resûlü görünüverdi. Yürüyerek geldi. Hacerü’l-Esved’i öptü. Sonra Kâbe’yi tavaf etmek üzere yan­larından yürüyüp geçti. Bu sırada Ku­reyşliler, kendilerine lâf attılar. Allah Re­sûlü, son derece üzüldü. Üzüntüsünü, birdenbire değişen yüzünün renginden fark ettim.

“Allah Resûlü, tavafına devam etti. İkinci defa Ku­reyş topluluğunun yanın­dan geçerken, yine onların sözlü sataşmalarına maruz kaldı. Yine fazlasıyla üzüldü. Üzüldüğünü, yine yüzünden fark et­tim.

“Allah Resûlü, üçüncü defa Ku­reyşlilerin yanından geçerken yine aynı şe­kilde kendisine lâfla sataştılar.

“Bunun üzerine Allah Resûlü, durdu ve onlara dönüp şöyle konuştu:

“‘Ey Ku­reyşliler! Sözlerimi duyuyor musunuz? Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki başınıza felâket gelecektir!”

Nebiyy-i Ekrem’in bu hitabı, topluluk üzerinde derin bir tesir meydana ge­tirdi. Hiçbiri yerinden kımıldamadı. So­nunda, daha önce onun hakkında en çok aleyhte konuşup arkadaşlarını kışkırtanlar (başta Ebû Cehil) bile, en iyi söz­lerle gönlünü almaya çalışarak şöyle dediler:

“‘Yâ Ebe’l-Kàsım, haydi selametle git. Vallahi, sen câhillerden, kendini bil­mezlerden değilsin!’

“Allah Resûlü de yanlarından uzaklaşıp gitti.

“Ertesi gün, Ku­reyşliler, yine Hıcır denilen yerde toplandılar. Ben yine ara­larında idim. Aynı şekilde Allah Resûlü hakkında ileri geri konuşuyorlar ve şöyle diyorlardı:

“‘Muhammed’in size yaptıklarını ve onun hakkında size verilen haberleri söyleyip duruyorsunuz. Fakat gelip karşınıza dikilerek, yüzünüze karşı kötü (!) şeyler söylediği zaman ona dokunmuyor ve serbest bırakıyorsunuz!’

“Onlar böyle konuşup dururlarken yine Re­sû­lul­lah çıkageldi.

“Ku­reyşliler hemen oturdukları yerden fırlayarak etrafını sardılar. Onun kendi taptıkları ve dinleri hakkında söyledikleri sözleri zikrederek, ‘Hakkı­mızda şu şu sözleri söy­leyen, sen misin?’ dediler.

“Nebiyy-i Ekrem, cevaben, ‘Evet, bunları söyleyen benim!’ dedi.

“Bunun üzerine hep birden Re­sû­lul­lah’ın üzerine atıldılar. Biri onun yaka­sına yapıştı. Bu sırada biri koşarak Hz. Ebû Be­kir’e durumu haber verdi. Hz. Ebû Bekir, hemen Mescid-i Haram’a girdi. Gözyaşları arasında müşriklere, ‘Al­lah belânızı versin! ‘Rabbim Allah’tır’ diyen bir zâtı öldürmek mi istiyor­su­nuz?’ diye seslendi.

“Bunu duyan Nebiyy-i Ekrem, ‘Bırak onları ya Ebû Bekir! Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben onların hepsinin hakkından gelece­ğim!’ dedi.

“Bu sözü işiten Ku­reyşliler korktular ve Re­sû­lul­lah’ı bırakarak dağıldılar”[9]

“Rabbim Allah’tır” dediği ve halkı bu ulvî hakikate çağırdığı için Resûl-i Kibriya Efendimize revâ görülen çirkin hareketler bunlarla da kalmıyordu.

Yine bir gün, Kâbe yanında namaz kılıyordu. Alnını yü­ce yaratıcısının hu­zurunda yere koyar koymaz, serseri Uk­be b. Ebî Muayt, ridâsını topladı ve boy­nuna doladı; olanca gücüyle sıktı. Maksadı, onu boğmaktı.

O arada Hz. Ebû Bekir yetişip Peygamber Efendimizi bu serserinin elinden kurtardı. Sonra da adeta kâinata işittirmek istiyormuş­çasına, “Siz, bir adamı, ‘Rabbim Allah’tır’ diyor di­ye öldürür müsünüz? Hâlbuki o size Rab­bi­nizden apaçık mucizelerle gelmiştir. Buna rağmen o, zannettiğiniz gibi bir yalancı ise (!) yalanının gü­nahı kendisine âittir; fakat davasında doğru ise elbette sizi kor­kuttuğu azapların bir kısmı olsun gelir, dokunur. Muhakkak Allah, haddi aşan davasında yalancı olan bir kimseyi hidayete erdirmez”[10]meâlindeki ayet-i ke­ri­meyi okudu.

Öldürmeye Teşebbüs

İçlerinde Ebû Cehil ve Velid b. Muğîre’nin de bulunduğu Mah­zumoğul­la­rından bir topluluk, uzun uzun konuştuktan sonra Peygamber Efen­dimizin vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Vazifeyi, Velid b. Muğîre yerine getirecekti.

Resûl-i Ekrem, namazda Kur’an okumaya başladığı bir sırada, Velid yanına kadar sokuldu. Fakat o da ne? Öldürmeye gittiği zâtın sesi var, okuduğu Kur’an şirk kiriyle pas­lanmış kulağına geliyor, fa­kat gözü onu bir türlü göre­miyordu.

Velid şaşkınlaştı. Telâşla arkadaşlarının yanına döndü ve durumu anlattı. Bu sefer hep beraber gittiler. Fakat yine Efendimizi görmeye muvaffak olama­dılar. Çünkü ileri gittiklerinde ses arkadan, arkaya doğru gittiklerinde ise ses ön taraftan geliyordu. Nihayet hayretler içinde kalıp dağıldılar.

Pey­gam­be­ri­mize En Ağır Gelen Gün

Kâinatın Efendisi bir gün evinden çıkmış, gidiyordu. Ku­reyş’­ten köle olsun, hür olsun kime uğradıysa adeta birbirleriyle söz birliği etmişçesine onu yalan­ladılar, sözle eziyet ve hakarette bulun­dular. O gün, eziyetli ve sıkıntılı günle­rinin en ağırlarından biriydi.

Kâinata bir rahmet güneşi olarak doğan Peygamber Efendimiz, müşriklerin bu küstahça hareketleri karşısında evine döndü. Birazcık olsun üzüntüsünü yok etmek, sıkıntısına gidermek için örtüsüne büründü ve yattı.


_________________________________________________________________________

[1] Hicr, 94.
[2] Allah Resûlü, Mekkelilere toptan İslamiyeti ve peygamberliğini nasıl duyuraca­ğını düşünmüş, dur­muştu. Sonunda Safâ tepesine çıkmayı uygun buldu. Buradan hal­ka seslenecek, duyan ya­nı­na koşacaktı. Zira birinin, bir tehlike hissettiğinde yahut ani­den hücuma geçip gafil bulu­nan in­sanları ele geçirecek bir düşman sezdiği veya kim­senin haberi olmadan pusu kuran bir has­mı­nı fark ettiğinde, bir dağın tepesine veya yük­sekçe bir yere çıkarak en üst perdeden, “Yâ Sa­bâhâh!” diye haykırması, o zamanlar Araplar arasında yaygın bir âdet idi. Bu sesleniş üzeri­ne korkuya kapılan halk, sürat­l­e hazırlıklarda bulunur ve en kısa zamanda düşmanı karşıla­maya çıkardı (bkz. Ebu’l-Hasen en-Nedvî, es-Sîretü’n-Nebevîyye, s. 87; Tecrid Tercemesi, c. 9, s. 246).
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 199-200; Buharî, Sahih, c. 3, s. 171: Müslim, Sahih, c. 1, s. 133-135; Taberî, Tarih, c. 2, s. 216.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 287.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 381-382; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 684.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 319-320; Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 688; Bediüz­za­man Said Nursî, Mektûbat, s. 164.
[7] Kadı İyaz, a.g.e., c. 1, s. 690-691.
[8] Müslim, Sahih, c. 5, s. 180.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 309-310; Taberî, Tarih, c. 2, s. 223.
[10] Mü’min, 28.