Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her şey çağırından çıkmış, bü­tün müesseseler bozulmuştu.

Kısaca göz atalım:

Dinî Durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manasıyla anarşi içinde kıvranı­yordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,“Bi­zim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sü­rüyorlardı!

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’an-ı Kerim’inde Cenab-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

“Ey Resûlüm! Onlara de ki:

“‘Sizi Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürecek. Sonra da sizi, vukuunda şüp­he olmayan kıyamet günü (diriltip bir araya) toplayacak yine O’dur. Fakat in­sanların çoğu bu gerçeği bilmez.’”[2]

Yine o zaman Arapların bir kısmı Allah’a ve ahiret gününe inanıyor, ancak insandan bir peygamberin olacağını kabul et­mi­yor­lar­dı.

Kur’an, şu ayetiyle, bu inanç sahiplerinin hallerini anlatıyor:

“Mekkelilere doğru yolu gösteren Peygamber, onlara Kur’an’la geldiği za­man, insanların iman etmelerine, ancak şöyle demeleri mani oldu:

“‘Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?’”[3]

Peygamberin insan nev’inden gelmiş olmasını akıllarına sığdıramayıp, bir meleğin bu vazifeyle gönderilmesini arzu eden bu gürûha yine Kur’an, şu ayetiyle cevap vererek, isteklerinin ne kadar mantıksız olduğunu ilan edi­yordu:

“(Ey Resûlüm! Mekkelilere) Şöyle de:

“‘Eğer insanlar gibi yeryüzünde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik.’”[4]

Diğer bir kısmı ise, Allah’ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret ha­yatını, öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmi­yordu.

Kur’an-ı Kerim, bu gruba da şu ayetiyle işaret eder:

“(Nutfeden) yaratılışını unutarak, bize bir de misâl getirdi: ‘Bu kemikleri kim diriltir, onlar çürüyüp dağılmışken?’ dedi.”[5]

Bu haddini bilmezlere de şu şekilde cevap veriliyordu:

“(Ey Resûlüm!) De ki:

“‘Onları ilk defa yaratan, diriltir ve O, her yaratılanı tamamıyla bilir.’”[6]

Bir kısmı ise, puta tapıyorlardı ve bunlar, çoğunluğu teşkil ediyordu. Hem taştan, tahtadan, hatta zaman zaman helvadan yaptıkları putlara tapıyor, hem de şöyle diyor­lardı:

“Biz, putlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz!”[7]

Evet, Arapların ekserisi taştan, tahtadan, zaman zaman sefere çıkarken de helvadan yaptıkları putlara tapıyor, onlardan medet ve yardım umacak kadar zavallı bir vaziyete düşmüş bulunuyorlardı. Yeryüzünün ilk tevhid evi Beytullah’ı, bu inançlarının eseri olarak 360 adet putla doldurmuşlardı.

Bütün bunlar yanında, Arabistan’da Hz. İbrahim’in tevhid dininin izlerine de rastlanıyordu. Gaflete ve aradan uzun zaman geçmesine rağmen silinmeyen bu dinî izlerle amel edenlere, Hz. İbrahim’e nisbetle “Hanifler” denilirdi. Zira, Kur’an-ı Kerim’de “Hanif” tâbiri Hz. İbrahim için kullanılır: “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan… O, Hanif Müslüman idi.”[8]

Hanifler diye anılan bu insanlar, putlara nefret beslerler, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlardı. Nitekim putlardan birinin şerefine kurulan bir panayırda Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr adındaki şahıslar, haddizâtında cansız, dilsiz, sağır, zarar veya menfaat vermekten mahrum birtakım putlara secde edip hürmet göstermeyi zillet saymışlar ve bunu açıkça ilan etmişlerdi.[9]

Yine akıl ve fikirlerini çalıştırarak, birtakım cansız putlara tapmanın mana­sızlığını idrak edip bu bâtıl itikada karşı mücadele verenler de vardı. Taif hal­kı­nın reisi ve Arapların meşhur şâirlerinden Ümeyye b. Ebî Salt, bunlardan bi­riydi. Bu zât, Câhiliyye devrinde mukaddes kitapları okumuş, putperestliği terk ederek Hz. İbrahim’in dinine girmişti.

“Bismike Allahümme” tâbirini ilk defa bu şâir bulmuştu. Sonra bu tâbir Arapların hoşuna gitmiş ve kitaplarının evveline de yazmaya başlamışlardır.

Şiirlerinde bir peygamberin lüzumundan bahseder, insanlık için nübüvve­tin kat’î bir ihtiyaç olduğunu beyan ederdi. Araplardan bir peygamberin zuhur edeceğini, geç­miş mukaddes kitaplardan öğrendiği için, o makamı kendisi ar­zu ediyordu. Buna binaendir ki Efendimize risâlet vazifesi verilince, haset ve kıskançlığının esiri oldu ve onu tasdik etmedi. Hatta Bedir Muharebesi’nde öl­dü­rülen müş­rikler için mersiyeler söyledi.[10]

Hicret’in 2. senesinde iman etmeden ölen Ümeyye hakkında, Hz. Resûl-i Ekrem’den birkaç hadis de rivayet olunmuştur.

Efendimiz bir gün, terkisinde Şerîd b. Süveyd’le gidiyor­du. Sahabeye, “Ümeyye’nin şiirlerinden bir şey biliyor mu­sun?” diye sor­du.

“Evet, biliyorum” cevabında bulunan sahabe, arkasından da Ümeyye’nin şiirinden beyitler okudu. Okunanları pek beğenen Efendimiz, Şerid’den (r.a.) biraz daha okumasını istedi.

Sahabe, kasideyi okuyup bitirdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, şöyle bu­yurdular:

“Ümeyye, Müslüman olmaya yaklaşmıştır.”[11]

Bir diğer rivayete göre ise, “Ümeyye’nin şiiri iman etmiş, fakat kendisi da­lâlette kalmıştır”[12]buyurdular.

Bu meyanda adından bahsedeceğimiz bir başkası da şüp­hesiz, meşhur Arap hatiblerinden Kuss b. Saide’dir. Efen­dimizin peygamberliğinden haber veren bu zâtın hutbesinden ileride bahsedeceğiz.

Putlar

Mekke’ye ilk defa put getirmenin de bir hikâyesi var:

Amr b. Luhay, şehre ilk defa putu getirip, halkı putlara tapmaya teşvik eden adamdır.[13]

Amr Şam’a gittiği bir sırada, Maab denilen yere de uğrar ve burada Hz. Nuh’un sülâlesinden bir kabilenin putlara taptığını görür. Bunların ne işe ya­ra­dığını, niçin kendilerine taptıklarını sorunca da, “Bunlardan yardım isteriz, yardım ediliriz; yağmur isteriz, yağ­mu­ra kavuşuruz” cevabını alır.

Bunun üzerine Amr, Mekke’ye götürmek için bir put ister. İsteğini kabul ederler ve kendisine Hübel adını taşıyan putu verirler.[14]

Amr, Hübel’i Mekke’ye getirir ve diker; halkı, bu puta tap­maya teşvik eder. Câhil halk bu teşvike kapılarak Hübel’e tapmaya başlar.

İşte, Mekke’ye ilk defa put getirme ve burada puta tap­ma hikâyesi böylece başlamış oldu.

Her Kabilenin Ayrı Putu Vardı

Bundan sonra putperestlik Mekke’de yayılmaya başladı. Her kabilenin de kendisine âit putları vardı.

Ku­reyş, en büyük put olarak Uzzâ’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.

Evs ve Hazreç kabilelerinin taptığı put, Menat adını taşıyordu. Bu put, Mekke ile Medine arasında Müşellel denilen yerde bulunuyordu. Sonraları bu iki kabile Me­nat’­tan başka, Lât ve Uzzâ putlarına da tapmaya başlamışlardı.

Kelb kabilesinin putu Vedd idi ve Dûmetü’l-Cendel denilen mevkide bulu­nu­yordu.

Huzeyl kabilesi, Suva putuna tapardı ve bu put Gatafan mevkiin­de idi.

Hemdan kabilesinin bir kolu olan Hayvan boyu, Yauk putuna tâzim ederdi. Bu put, Hemdan civarında bulunuyordu.

Tayy ve Mezhiç kabilelerinin putu, Yeğûs idi; Him­ye­rî­le­rin­ki ise, Nesr…

Bekroğulları ve Kinâne kabilelerinin putu ise, Sa’d idi.[15]

İşte, yukarıda saydığımız kabileler, adlarını verdiğimiz bu putlara tapar, onlardan yardım diler, yağmur ister, zafer talep ederlerdi. İtikadlarınca, cansız, ruhsuz, taştan veya ağaçtan olan bu cisimler, isteklerini yerine getirme güç ve kuvvetinin sahibi bulunuyorlardı.

Hâlbuki, her aklı başında insan bilir ve kabul eder ki cansız, ruhsuz cisim­lerden insana ne zarar gelir, ne de fayda… Onlarda insana yardım edecek ne güç vardır, ne de kuvvet…

Ne var ki o zamanın Arapları bu gerçeği düşünemeyecek kadar muhake­meden mahrum bulunuyorlardı.

İşte, Allah Resûlü Hz. Muhammed ﷺ, inanç yönünden böy­lesine ce­halet ve dalâlet içinde kıvranan bu insanları ilim ve hidayet nuru ile kurtar­maya geliyordu. Onlara nur ve huzur vermek vazifesini yüklenecekti.

Ahlâkî Durum

Câhiliyye devrinde Arabistan, ahlâkî cihetten de tam bir sefâlet içindeydi. Cemiyete hâkim olan, süflî arzu ve emeller idi. İçki, kumar, zina, yalan, hırsız­lık, zulüm, hülâsa ahlâksızlık nâmına ne varsa yarımadanın dört bir yanında hüküm sürüyordu.

Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız bir kırbaçtı. Kuvvetli olan, aynı zamanda haklıydı. Kuvvetli olan, zayıf ve güçsüzlere istediğini zorla yaptırabiliyordu. İnsana ve onun hayatına bir sinek kadar bile önem verilmi­yordu. Yapılan baskınlarla yakalanan insanlar, işkenceler altında inim inim in­letilerek öldürülüyorlar veya pazarlarda basit bir mal gibi köle olarak satışa çı­karılıyorlardı.

Kadın, elde basit bir meta, alınır satılır âdi bir mal telâkki ediliyordu. Genç cariyeler, fuhuşa teşvik edilerek, hatta zorlanarak, sırtlarından para kazanma yoluna gidiliyordu. Kur’an, insan haysiyetine yakışmayan bu hareketten bah­sediyor ve onları, insan hayatına hürmeti katleden bu çirkin âdetten nehye­di­yordu:

“… Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacağız diye, cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın; hele iffetli olmak isterlerken… Kim onları zinaya mecbur ederse, muhakkak ki Allah bu mecbur edilişlerinden ve tevbelerinden sonra onlar (o cariyeler) hakkında Gafûr’dur [çok affedicidir], Rahîm’dir.”[16]

Bir kadın, birkaç erkekle birden müşterek hayat yaşayabiliyordu. Böyle bir kadın, evinin damına diktiği bir işaretle, kendisini halka ilan ediyordu.

Üvey anne, babanın terekesi arasında ev eşyasıymış gibi oğula miras olarak intikal ediyordu.

Kız Çocuğunu Diri Diri Gömme Âdeti

Çöl Araplarının bir kısmı kız çocuklarının dünyaya gelmesini bir felâket, bir yüz karası sayarlardı. Bu sebeple, doğan çocuk kız olunca, bazen kimsenin görmesine bile fırsat verilmeden gaddar babaları tarafından diri diri toprağa gömülüyor veya kuyulara atılıyorlardı.

Bu gaddarca hareketlerine sebep olarak hayalî bazı gerekçeleri gösteriyor­lardı:

Diyorlardı ki:

”Bunlar bir gün gelip şerefimizi lekeleyecekler veya sefâlete düşeceklerdir. Ayrıca maişet cihetiyle de bize yük olacaklar ve rı­zık­la­rı­nı temin edemeyece­ğiz.”[17]

Bazen de anneler, doğum yaklaşınca çukur kazdırırlardı. Dünyaya gözlerini açan yavru kız ise, hemen çukura atılır, üzeri toprakla örtülürdü.

Babalar, öldürmeyi kararlaştırdıkları kızlarını, altı yaşına gelince, güzel el­biseler giydirerek, sanki akraba ziyaretine gidiyorlarmış gibi çöle götürürlerdi. Zavallı çocuk, orada daha ön­ce kendisi için hazırlanmış mezara bırakılır, üze­rine de toprak atılarak diri diri gömülürdü.

Gömmek istemedikleri kız çocuklarına ise, kalın yün kumaştan bir cübbe giydirip, onlara deve veya koyun çobanlığı yaptırarak ce­mi­yetten tecrit etme yoluna giderlerdi.

Kur’an-ı Kerim, çöl Araplarının bu çirkin ve vahşet saçan âdetlerini şu aye­tiyle bize haber verir:

“Onlardan birine, kız doğum haberi müjdelendiği zaman, öfkelenerek yüzü kararıyor. Verilen müjdenin bıraktığı kötü tesirle utanıp kavminden gizleniyor. Acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak ki hüküm verdikleri şeyler ne kötü!”[18]

Câhiliyye zamanında bu çirkin âdete tevessül etmiş biri, bilâhare İsla­mi­yet­le müşerref olduktan sonra gözyaşları arasında Re­sû­lul­lah’­a bu du­rumunu şöyle anlatmıştı:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, Câhiliyye devrini de yaşamış insanlarız. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim de bir kızım vardı. Çağırdığım zaman ya­nıma sevinçli sevinçli gelirdi.

“Bir gün, yine onu çağırmıştım. Koşarak geldi, arkama düştü. Kendisini evi­mizden pek uzak olmayan bir kuyumuza götürdüm. Elinden tutup kuyuya atı­verdim.

“Onun, bana son sözleri şu oldu:

“‘Babacığım! Babacığım!’”

Kâinatın Efendisi, tasvir edilen vahşetengiz manzara karşısında kendisini tutamamış ve ağlamıştı. Öyle ki mübarek gözlerinden akan yaşlar sakalını ıs­lattı. Sonra da şöyle buyurdular:

“Şüphesiz, Allah yeniden yapmadıkça Câhiliyye icabı olarak yap­tıklarınızı orada bırakır, İslamiyet devrine geçirmez.”[19]

İşte, o zamanlar şefkat ve merhamet denilen yüce hasletler, ruh, kalp ve vic­danlardan böylesine sökülüp atılmıştı. Zaten, Kâinat Sultanına gerçek ima­nın bulunmadığı bir kalpte, o sultandan korkunun bulunmadığı bir vicdanda, şef­kat, merhamet ve faziletin yeri olmaz ki!

Siyasî Nizam

Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabilelere bölünmüşlerdi.

Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.

Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme halinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, adeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabileye bas­kınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.

Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötü­lükleri, karşı kabile de aynıyla yapmaya uğraşırdı.

Harp, baskın, çarpışma, ruh ve hayatlarına öylesine işlemişti ki başka kabi­leler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle sava­şırlardı. Şâir Kutamî, bu hususu, “Kardeşlerimizden olan Bekrlerden baş­kasını bulamazsak, onlara saldırırız!”[20]beytiyle anlatmak ister.

Öteden beri, kabileler ve aşiretler halinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükû­met etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, me­denî ve sosyal kanunlardan mahrum bu­lunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruş­malar devam edip gidiyordu. İste­yen istedi­ğini, gücü yettiği tak­dir­de yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları daima yanına kâr kalırdı.[21]

Edebî Durum

Bütün bunlar yanında, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir ki İslamiyetin zuhuru sırasında Araplar, edebiyat, belâgat ve fesahat konularında tekâmülün zirvesinde bulunuyorlardı. Bu hususta ken­dileriyle boy ölçüşecek, yer­yüzünde hiçbir millet mevcut değildi.

Şâir ve şiir onlar için her şeydi. Çünkü şiir, atalarının cemiyet hayatını, âdet ve inançlarını aksettiren tek güvenilir ayna idi.

Cemiyette şâirler, büyük değer sahibi idiler ve büyük hürmet görürlerdi. Öyle ki kabilelerinde güçlü bir kahraman yerine bir şâirin çıkmasını her zaman tercih ederlerdi. Zira, yegâne gayeleri olan şöhreti, en güzel şekilde yayabile­cek olan, ancak şâirdi. Yılandan korkar gibi, şâirlerin hicivlerinden çekinir ve korkarlardı.

Şâirler, onlar tarafından birer kahraman kabul ediliyordu. Öyle ki bir şâirin bir tek sözü üzerine kabileler birbirleriyle kıyasıya çar­pı­şıyorlardı. Yine bu şâi­rin bir tek sözüyle de, yıllardan beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bir anda barışabiliyorlardı.

Eski zamanda şiire, “Arabın Defteri” deniliyordu. Zira, Arapların ahlâk ve âdetleri, diyanet ve akîdeleri, ancak şiirle biliniyor ve onunla nesilden nesile in­tikal edip geliyordu.

Bu devirde, şiiri besleyen ve teşvik eden birçok unsur vardı. Güç­lü bir şâir, hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağ­lıyordu.

Yine muayyen zamanlarda kurulan panayırlar, şiirin gelişmesinde büyük rol oynuyorlardı. Kurulan bu panayırlar, bir nevi edebiyat şöleniydi. Panayır­larda, jüri huzurunda şiir ve hitabet müsabakaları düzenlenirdi. Çeşitli yerler­den gelen şâirler ve hatibler, burada şiirler okur, hitabelerde bulunurlar, bir­birlerine üstün gelmek için bütün güçlerini ortaya koyarlardı. Üstünlük sağla­makla da son derece iftihar ederlerdi.

Sonunda, jüri tarafından birinci seçilen şiir, keten bez üzerine altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarına asılırdı.

Taif’le Nahle arasında bulunan Sûk-i Ukâz, panayırların en büyüğü idi. Ço­ğunlukla şiir yarışmaları burada tertip edilirdi.

Panayırlar, aynı zamanda bir çeşit fuar mahiyetini de taşıyordu. Bütün ka­bilelerin bir araya geldiği ticarî, içtimaî ve siyasî faaliyet sa­halarıydı. Zilhicce ayında açılan panayırlar, yirmi gün devam ederdi. Esirini fidyeyle kurtarmak, davasını halletmek, düşmanını bulmak, şiir okumak, hutbe irad etmek isteyen herkes bu panayırlara koşardı. “Şiire bu derece önem verilmiş olması, dilin en ince şekilde incelenmesi sonucunu hazırlamıştır.” Böylece, İslam’ın zuhuru sı­rasında Arabistan’da edebiyat, fesâhat ve belâgat, zirveye ulaşmıştı. Adeta, gö­rünmez bir el, zihinleri ve ruhları, Kur’an-ı Mu’­ci­zü’l-Beyan’ın insanüstü üslû­buna hazırlıyordu.

Arapların bu mümtaz hususîyeti haiz bulunmaları sebebiyledir ki Kur’an-ı Azîmüşşan, edebiyat, belâgat ve fesahatin zirvesinde nâzil oluyordu. Bu fesa­hat ve belâgati, i’caz [mucizeliği] ve icazı [vecizliği] ile Arap edip, şâir ve ha­tib­lerini mua­razaya davet ediyor ve onlara meydan okuyordu. Fakat onlar, çok geçmeden bu eşsiz kelâma nazire [benzer] getirmenin mümkün olmadığını an­ladılar ve susmak mecburiyetinde kaldılar.

Kur’an’ın üslûbu öylesine veciz, öylesine tatlı, öylesine fesih ve beliğ idi ki bu işi iyi bilen Araplar, hayretlerini gizleyemi­yorlardı. Bir gün, bedevî Arap ediplerinden biri,  فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُayetini duyunca, kendisinden geçercesine secdeye kapan­mıştı.

Hadise, müşrikleri çıldırtacak nitelikteydi. Nefret saçan bakışlarla adamın üzerine vardılar ve öfkeyle bağırdılar: “Sen de mi Müslüman oldun?”

“Hayır…” diye cevap verdi bedevî edip: “Ben sadece bu ayetin belâgatine secde ettim!”[22]

İmriü’l-Kays, Muallaka şâirlerinden biriydi. Bir gün kız kardeşi

  ayetini işitince, doğruca Kâbe’ye vardı ve “Artık kimsenin söyleyecek bir şeyi kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz!” diyerek, kar­deşinin en üstte asılı bulunan kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasi­de­nin kal­dırıldığı görülünce, diğer Muallakat da birer birer indirildi.[23]

Câhiliyye devrinin en meşhur ve en eski şiir örnekleri, şüphesiz “Mual­la­kat-ı Seb’a [Yedi Askı]” şiirleridir. Bu şiirler, dilden dile dolaşmış, asır­lar son­rasına kadar varmıştır. Kuvvetli bir görüşe göre bu şiirler, Hammadü’r-Râviye tarafından toplanmıştır.

Şiirleri Kâbe duvarına asılan şâirler şunlardır:

İmriü’l-Kays, Tarafe, Lebîd, Zuheyr, Amr b. Gülsüm, Antere (veya Nâbiğa), Hâris b. Hiliza (veya A’şâ).[24]

İşte, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’e, peygamberlik vazifesi verileceği sırada Arabistan’ın dinî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve edebî manzarası böyleydi.

Bu dehşet ve vahşet saçan manzarayı değiştirecek bir zâta elbette ihtiyaç vardı. O zât da ezelî kaderin hükmüyle tespit edilmişti: Hz. Muhammed ﷺ.

O, beraberinde getirdiği nurla dünyanın maddî mânevî şeklini değiştire­cekti. insanların yüzlerini dünyadan ahirete, fani sevgililerden Mahbub-u Bâ­kî’ye çevirecek ve bunun­la insanı maddî mânevî saadete erdirecekti.

Allah tarafından peygamber olarak vazifelendirilecek olan bu zât, insanla­rın başı boş olmadığını, kâinatta atom­dan güneş sistemlerine, yıldızlardan ga­lâksilere kadar her şeyin kutsî bir gaye için dönüp dolaştıklarını, kâinatın umum heyetiyle ulvî bir maksada hizmet ettiğini bildirip ilan edecek olan zâttı.

Bu zât, ahlâksızlık çamurunda boğulmaya yüz tutmuş insanlığı, en güzel ahlâkı ders vererek kurtaracak zâttı.

Bu zât, “Kâinat niçin var edilmiş, insanlar nereden gel­miş, niçin gelmiş ve nereye gidecekler?” gibi suallere en gü­zel cevapları verecek zâttı.

Bu zât, insanın sahibi Allah’ın, insanlardan neleri istediğini, râzı olduğu ve olmadığı şeylerin neler olduğunu gayet açık bir şekilde beyan edecek zâttı.

Bu zât, yalnız bir kavme, bir millete değil, bütün insanlığa, Allah’tan aldığı emirleri bildirecek, ilan edecekti.

İşte, bütün dünya gibi, Arabistan Yarımadası da böylesine büyük vazifeleri yerine getirecek zâtın ortaya çıkmasını dört gözle bek­liyordu!


n___________________________________________________________________________________

[1] Câsiye, 24.
[2] Câsiye, 26.
[3] İsrâ, 94.
[4] İsrâ, 95.
[5] Yâsin, 78.
[6] Yâsin, 79.
[7] Zümer, 3.
[8] Âl-i İmrân, 67.
[9] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 237-238.
[10] Bağdadî, Muhammed Fehmi, Tarih-i Edebiyyat-ı Arabiyye, c. 1, s. 19.
[11] ez-Zebidî, Tecrit Tercemesi, c. 10, s. 38-39.
[12] Bağdadî, Muhammed Fehmi, a.g.e., c. 1, s. 43.
[13] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 79.
[14] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 79.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 80-84.
[16] Nur, 33.
[17] En’am, 151.
[18] Nahl, 58-59.
[19] Darimî, Sünen, c. 1, s. 3-4.
[20] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, Terc.: Ahmed Serdaroğlu, s. 37.
[21] Ahmed Emin, Fecrü’l-İslam, s. 37-38.
[22] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c. 1, s. 78; Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 350.
[23] Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., c. 1, s. 79; Bediüzzaman Said Nursî, a.g.e., s. 416.
[24] Ahmed Emin, a.g.e., s. 102.