Amr bin Sâbit, “Uhayrim” lakabıyla tanınıyordu. Amr (r.a.) Medineliydi. Bütün kav­­mi Müslüman olduğu hâlde, o tek başına Müslümanlara muhalefete devam ediyordu.

Uhud Savaşı devam ederken Medine’de kalan Uhayrim’i bir düşünce kapla­mıştı. Müslümanların inandıkları dava uğrunda canla başla çalışmalarının ve hiçbir fedakârlıktan çekinmemelerinin sebebi neydi? Uhayrim bunu düşünüyor, düşündükçe iman nuru kalbini ve yüzünü aydınlatıyordu. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Kelime-i Şehadet getirdi.

Uhayrim artık bir İslam mücahidiydi. Din kardeşleri cephede azgın müşrik­lerle sava­şır, kanlarını sebil ederken, Medine’de rahat edemezdi. Kılıcını ku­şandı, doğru Uhud’un yolunu tuttu. Savaşın en şiddetli ânına yetişmişti. Kahra­manca savaştı. Sonun­da ağır bir şekilde yaralanarak hâlsiz düştü.

Savaş bitmişti. Müslümanlar birçok şehit vermişlerdi. Yürüyebilecek gücü kendinde bulabilenler şehitler arasında dolaşıyor, yaralılara yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bu arada son nefesini vermek üzere olan Uhayrim’i (r.a.) gördüler. Çok şaşırdılar. Çünkü onu müşrik olarak biliyorlardı. Hattâ onun müşriklere yardıma geldiğini dahi düşünenler oldu. Meraklarını gidermek için yanına yak­laşıp sordular: “Ey Amr, sen buraya niye geldin? Kavmini kayırmak için mi, yoksa İslam’a yardım düşüncesiyle mi?…”

Uhayrim (r.a.), bu suale, onları sevindiren şu müjdeyi verdi:

“Ben İslam’a olan arzumdan dolayı geldim. Müslüman oldum. Allah’a ve Resûlüne iman ettim. Sonra da kılıcımı alıp Allah ve Resûlü uğrunda müşriklerle çarpışmak üzere bu­raya geldim.”

Uhayrim (r.a.) biraz sonra vefat ederek şehitlik mertebesini ka­zandı.

Sahabiler, onun durumunu Re­sû­lul­lah’a haber verdiler. Peygamberimiz, “O, cennetliktir. Az şey yaptı, fakat çok sevap kazandı.” buyurdu.

Bu hadiseden yıllar sonraydı… Hz. Ebû Hüreyre, etrafındakilere, “Ömründe hiç na­maz kılmadığı hâlde cennetlik olan insan kimdir?” diye sordu. Onlar sus­tular, cevap veremediler. Ebû Hüreyre (r.a.), “O, Amr bin Sâbit’tir.” dedi. Sonra da onun bu kıssasını anlattı.[1]


______________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 4: 90-91; İsâbe, 2: 526-527.