Amr bin Abese, fıtratı İslamiyet’e meyyal bir zattı. Herkesin putlara taptığı bir sırada o, putlardan nefret eder, Yaratıcı’nın birden fazla olamayacağını düşünürdü. Hiçbir fayda ve zararı olmayan putlara tapmanın manasızlığına inanırdı. Amr, içindeki boşluğu dolduracak bir din arıyordu. Bir gün Ehl-i Kitap’tan birine rastladı. Ona, taşa ağaca tapmanın akılsızlık olduğunu söyledi. “Ben böyle fayda ve zarar vermekten âciz bir şeye ilah diye tapmayı akılsızlık olarak görüyorum. Eğer bundan hayırlısını biliyorsan bana yardımcı ol.” diye ricada bulundu. O zat âlim birisiydi. Yakında son peygamberin çıkacağını biliyordu. Amr’a şu tavsiyede bulundu:
“Mekke’de bir zat çıkacak, kavminin taptığı putlardan yüz çevirerek onları bir olan Allah’a imana davet edecek. Yetişirsen ona tabi ol. Çünkü o, dinin üstününü getirecektir.”
Hz. Amr, bu yeni dinin hasretiyle yanıyordu. Her gün sorup soruşturuyor, böyle birinin çıkıp çıkmadığını araştırıyordu. Günler böyle geçti. Artık içindeki hasret daha da büyümüştü. Nihayet bir gün beklediği haberi aldı. Mekke’den gelen bir yolcu, orada çıkan bir zatın putlardan yüz çevirdiğini, insanları, bir olan, eşi ve benzeri bulunmayan Allah’a imana davet ettiğini söyledi. Hz. Amr’ın kalbi heyecanla doldu. Hemen Mekke’ye gitmeli, bu zatı görmeli ve Allah’tan getirdiğine iman etmeliydi. Ailesinin yanına döndü. Acele olarak Mekke’ye gitmesi gerektiğini söyledi. Hazırlığını tamamladı, vedalaştı ve yola çıktı.
Hz. Amr (r.a.), Mekke’ye vardığında, Resûlullah’ın henüz açıktan davete başlamadığını öğrendi. Akşama kadar onu aradı, fakat bulamadı. Gece olduğu için aramaya son verdi. Sonra da üzgün bir şekilde Kâbe’nin duvarının dibinde uykuya daldı.
Cenâb-ı Hak, onun hakkı arama hususundaki bu ihlasının mükâfatını verdi. O uyurken Peygamberimiz yanına kadar gelmişti. Sesli olarak Kelime-i Tevhid getiriyordu. Hz. Amr sesi duymuştu. Uyandı. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Kalktı, sesin geldiği tarafa doğru yürüdü. Yaklaşınca, “Sen kimsin?” diye sordu. Peygamberimiz, “Allah’ın Resûl’üyüm” cevabını verdi. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Seni Allah mı gönderdi?”
“Evet, beni Allah gönderdi.”
“İnsanları neye davet ediyorsun?”
“Hiçbir şeyi ortak etmeksizin Allah’a ibadete, putları kırmaya, akrabayı ziyaret etmeye…”
Hz. Amr daha fazla dayanamadı. “Sen ne güzel şeyler için gönderilmişsin… Uzat elini, sana biat edeyim.” dedi. Sonra da Kelime-i Şehadet getirerek İlk Müslümanlardan olma şerefini kazandı. Hz. Amr’ın İslam’ı kabul edenlerin dört veya beşincisi olduğu rivayet edilir.
Hz. Amr’ın artık içi içine sığmıyordu. Resûlullah’ın yanında kalıp ona hizmet etmeyi arzuluyordu. Fakat Peygamberimiz buna razı olmadı. Çünkü henüz o sıralar davetini açıklamamıştı. Davet vazifesini gizliden gizliye yürütüyordu. Hz. Amr’a, “Davet ettiğim şeye karşı halkın ne kadar şiddet gösterdiğini görüyorsun. Senin bu şartlarda burada kalmaya gücün yetmez. Sen şimdilik ailenin yanına dön, orada kal. İnsanları hak yoluna davet et. Benim açıktan davetimi haber alınca da yanıma gel.” buyurdu.[1]
Amr’ın (r.a.) artık gönlündeki boşluk dolmuş, aradığını bulmuştu. Fakat şimdi yine hasret gözüküyordu. Ondan ayrılmayı arzu etmese de, sözünü dinlemesi gerektiğini düşündü. Hicranlı bir şekilde Mekke’den ayrılarak, memleketi olan Salem’e geldi. Burada tebliğ hizmetinde bulundu. Bu uğurda zorluklarla karşılaştı. Fakat sabırla mücadelesine devam etti.
Amr bin Abese (r.a.) bir yandan İslamiyet’i anlatıyor, bir yandan da Mekke’den bir haber bekliyordu. Gelenden gidenden soruşturuyordu. Nihayet bir gün Peygamberimizin Medine’ye hicret ettiğini, müşriklerle savaştığını, onları mağlup ettiğini duydu. Daha fazla bekleyemezdi. Hazırlıklarını tamamlar tamamlamaz Medine’ye hicret etti. Peygamberimizi buldu. “Yâ Resûlallah, beni tanıdınız mı?” dedi. Peygamberimiz, “Evet, tanıdım. Sen Mekke’de bana gelen Salemli değil misin?” buyurdu. Hz. Amr, hicret ettiğini, artık Medine’ye yerleşmek istediğini söyledi. Resûlullah ﷺ, onun bu hareketinden hoşnut oldu. Onu Ashâb-ı Suffe’nin içine kattı.
Hz. Amr, Resûlullah’tan ayrı olarak geçirdiği zamanlara çok üzülüyor, mümkün olduğu kadar bunu telafi etmeye çalışıyordu. Sık sık Peygamberimize geliyor, “İlminden bana da öğret.” diyordu. Peygamberimiz de her seferinde bir şeyler öğretiyordu. Hz. Amr böylece dinî bilgisini artırdı. Birçok hadis rivayet etti. Bunlardan birisi şu mealdedir:
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, ok isabet etse de etmese de İsmailoğullarından bir köle azat etmiş gibi sevap kazanır.”[2]
Hz. Amr, gösterişten, insanların kendisinden bahsetmesinden hiç hoşlanmazdı. Bir gün birkaç kişiyle bir yolculuğa çıkmıştı. Bir ara arkadaşlarından ayrıldı. Biraz geç kalınca, içlerinden biri onu aramaya çıktı. Onu bir kenarda uyurken buldu. Hava çok sıcaktı. Bir bulutun onu gölgelediğini gördü. Uyandırdığında Amr bin Abese (r.a.) ona şöyle dedi:
“Bu gördüğünü hiç kimseye söyleme. Eğer söylersen aramız bozulur!”[3]
Hz. Amr, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber gibi savaşlar esnasında memleketinde olduğundan bunlara iştirak edemedi. Fakat Mekke’nin Fethi’ne ve Tâif Seferi’ne katıldı. Tâif Muhasarası’nda Peygamberimizin, “Her kim Allah yolunda bir ok atıp isabet ettirirse, Cenâb-ı Hak cennette ona bir derece verir.” buyurduğunu işitti. Hemen harekete geçti. Ok kabında bulunan bütün okları düşman üzerine boşalttı.[4]
Amr bin Abese (r.a.) her hareketinde Peygamberimizin sünnetini esas alır, sünnete ters bir şey gördüğünde hatırlatmada bulunurdu. Bir defasında, Bizanslıların müddeti bitecek olan anlaşmayı yenilemeyip saldırıya geçecekleri duyulmuştu. Halkın birçoğu, “Biz onlardan önce davranıp hücuma geçelim!” teklifinde bulundu. Fakat Hz. Amr, Resûlullah’tan ahde vefasızlığın helal olmadığını işittiğini söyleyerek, onları bu fikirden vazgeçirdi.[5]
Hz. Amr, Hz. Osman’ın (r.a.) hilafeti zamanında vefat etti.
Allah ondan razı olsun!