İslam’ın ilk yıllarında iman saadetine eren, Peygamberimizin müezzinlerinden olan, Medine’ye ilk hicret eden Muhacirler arasına giren ve 13 defa gaza ve seferler sırasında Peygamberimiz tarafından Medine’de vekil bırakılarak Müslümanlara namaz kıldıran Hz. Abdullah (r.a.), göz nimetinden mahrumdu, fakat kalbi ve basireti nurlu bahtiyarlandandı.
İbni Ümmü Mektûm’un asıl ismi “Amr”dır, fakat Medineliler “Abdullah” diyorlardı. Babası Kays bin Zâide, annesi Âtike bint-i Abdullah idi. Kendisi de annesine nispetle “Ümmü Mektûm’un oğlu” manasında “İbni Ümmü Mektûm” ismiyle meşhur olmuştur. Hz. Hatice validemizin de dayısının oğluydu.[1]
İbni Ümmü Mektûm Hazretleri’nin gözlerini ne zaman kaybettiği hususunu şu mukaddes sohbetten öğrenmekteyiz:
Hz. Enes’in (r.a.) anlattığına göre, bir defasında Hz. Cebrail, Peygamberimizin huzuruna geldiğinde İbni Ümmü Mektûm da orada bulunuyordu. Cebrail “Gözünü ne zaman kaybettin?” diye sorunca, “Çocukken.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Cebrail kendisine şu müjdeyi verdi:
“Allah Tealâ buyuruyor ki: ‘Ben bir kulumun gözünü aldığım zaman ona cenneti mükâfat olarak veririm.’”
Bu hadiseyle de, İbni Ümmü Mektûm dünyadayken cennet müjdesini almış oluyordu.[2]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin sohbetinde bulunmak için sık sık huzuruna gelirdi. Peygamberimizden Kur’ân âyetlerini ezberledi. Bir defasında Peygamberimiz, Utbe bin Şeybe, Ümeyye bin Halef ve Ebû Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleriyle, “Belki içlerinden birkaçı imana gelir de İslam’ın gücü artar, onlara bakarak birçok insan da Müslüman olur.” düşüncesiyle tebliğ vazifesini yapıyordu. Bu esnada İbni Ümmü Mektûm meclise gelerek Peygamberimize hitaben, “Yâ Resûlallah, bana Kur’ân okut. Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret.” dedi.
Peygamberimiz onların üzerinde fazla durduğundan, İbni Ümmü Mektûm’la ilgilenemedi. İbni Ümmü Mektûm, Peygamberimizden cevap alamayınca, arzusunu birkaç defa tekrar etti. Peygamberimiz ona aldırmayıp yüzünü buruşturup döndü, sözünün kesilmesini istemedi, onlarla konuşmaya devam etti. Orada bulunanların, “Bu dine hep zayıflar, fakirler, köleler ve âmâlar giriyor.” diye alaylı bir şekilde gülmelerine yol açmamaları için İbni Ümmü Mektûm’u cevapsız bıraktı. Fakat çok sürmedi, tam sözünü bitirip kalkacağı sırada İlahî ikaz geldi:[3]
“Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü! Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı… Yahut o öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda verecekti… Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mesul değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur’ân bir öğüttür.”[4]
Bu hadiseden sonra Peygamberimiz, İbni Ümmü Mektûm’a iltifat ve ikramda bulundu. Ne zaman onu görse, “Ey Rabb’imin beni ikazına sebep olan kardeşim, merhaba!” diye latife yapardı. Bazen de hırkasını serer, oturtur, hâlini hatırını sorardı. Artık ona ailesinin bir ferdi gibi muamele ediyordu.[5]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Medine’ye ilk hicret edenler arasındaydı. Medine’ye önce vardıklarından halka Kur’ân dersi veriyordu. Peygamberimiz, Medine’ye yerleştikten ve Mescid-i Şerif’i yaptıktan sonra ona en büyük şeref sayılan müezzinlik vazifesini verdi.
Peygamberimizin Medine’de üç müezzini vardı: Bilâl, Ebû Mahzûre ve İbni Ümmü Mektûm (r.a.)… Hz. Bilâl olmadığı zaman Ebû Mahzûre, o da bulunmadığı zaman İbni Ümmü Mektûm ezan okurdu. İbni Ümmü Mektûm, Ramazan’da ezan okuyor, sahurun bittiğini insanlara bildiriyordu. Bunun için Peygamberimiz, “Bilâl ezanı gece okuyor. İbni Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz.” buyuruyordu.[6]
Hz. İbni Ümmü Mektûm, evinin mescide uzak olmasına ve âmâ olmasına rağmen bütün namazlarda mescide gelir, cemaatle namaz kılardı. Peygamberimizin, namazını evinde kılabileceğine dair izin vermesine rağmen, müezzinlikten geri kalmamak için cemaati terk edemeyeceğini söylerdi.
Çok zaman Hz. Ömer ona rehberlik eder, gidip gelirken yardımcı olurdu.
Hz. İbni Ümmü Mektûm, Kur’ân hafızıydı. Peygamberimizden duyduğu birçok hadis-i şerifi de ezberlemişti. Son derece takva sahibi bir zattı.
Hicret’ten sonra cihat başlayınca eli silah tutan bütün müminler savaşa katıldı. Savaşa katılanları öven “Müminlerden oturanlarla cihat edenler müsavi olmazlar.” mealindeki Nisâ Sûresi’nin 95. âyet-i kerimesi nazil olduğunda Peygamberimiz, Hz. Zeyd bin Sâbit’e kalem ve kâğıt getirmesini söyleyerek âyeti yazmasını söyledi. Bu sırada Hz. İbni Ümmü Mektûm orada hazır bulundu. Peygamberimize, “Ey Allah’ın Resûl’ü, cihada gücüm yetseydi ben de giderdim, fakat âmâyım!” dedi. Sonrasını Hz. Zeyd bin Sâbit şöyle anlatıyor:
“Bunun üzerine Allah, Peygamberimize vahiy gönderdi. Bu sırada Resûlullah’ın uyluğu benim uyluğumun üzerinde bulunuyordu. Vahyin ağırlığı bana o kadar çöktü ki, dizimin ufalanıp dağılmasından korktum! Sonra Resûlullah’tan vahyin izleri sıyrıldı. Allah ‘özür sahibi olanlar müstesna’ cümlesini gönderdi.”[7]
Bu âyet-i kerimeyle, mazereti ve özrü olanlara cihadın farz olmadığı bildiriliyordu. Fakat bu İlahî ruhsat varken, Hz. İbni Ümmü Mektûm bazı savaşlara katılır, bağırıp çağırmakla düşmana korku salardı. Fakat Peygamberimiz birçok gaza ve seferde Hz. İbni Ümmü Mektûm’u Medine’de vekil bırakarak imamlığı ona veriyordu.
Hz. Ömer devrinde meydana gelen Kadisiye Savaşı’na Hz. İbni Ümmü Mektûm da katılmıştı. Sırtında bir zırh, elinde de siyah bir sancak bulunuyordu. Bir köşeye çekilmiş, mücahitlere şevk veriyor, cesaretlerini artırıyordu. Gür sesiyle de düşmanı ürkütüyordu. Savaş bittiğinde şehitler arasında Hz. İbni Ümmü Mektûm da vardı.[8]
Allah ondan razı olsun!
Sayın editör,
Yeni Ümit Dergisi’nde okuduğum bir yazıda, bu surede geçen “Yüzünü ekşitti, yüzünü buruşturdu” ifadesinin Efendimiz’e (sav) izafe edilemeyeceği, yüzünü buruşturanın Müşriklerin ileri gelenlerine ait olduğu delilleriyle anlatılıyordu. Yazıda geçen ifadeleri bu şekilde düzeltebilir misiniz? Ben çocuklarıma bu yazının çıktısını alıp okuyacağım. Çocuklarımın yanlış bilgilenmesini istemem. Teşekkürler.
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/abese-ve-tevella—ifadelerinin-muhatabi-kimdir/bolumuc
Abese Suresinin 1. ve 2. Ayet Mealleri ( Hayrat Neşriyat tan alıntı ) : Kendisine a‘mâ bir kimse geldi diye (peygamber) yüzünü ekşitti ve döndü
yani Sitede verilen bilgi doğru. Bu Ayet Kuran ın, Mucizeliğine İşaretlerinden birisidir, Kur an ı eğer (haşa) Peygamberimiz yazmış olsaydı, bu Ayet-i, Kur an a yazmazdı. ve bu durum peygamberimizin ali sıddıkıyetine de bir örnek,Bu Ayet Peygamberimiz için bir olumsuzluk taşımasına rağmen, gizlememiş. Peygamberimizin hataları olabilir, ama bu hatalar, Peygamberliğine bir halel getirmez
değerli kardeşim peygamberlerin ismet sıfatı vardır.dolayısıyla bu olayda tebliğ anında peygamber efendimizin tebliğ sırasında verdiği öncelik uyarılmıştır.bu bir hata değildir.buna islam alimleri zelle gözüyle bakarlar.bizimde bu gözle bakmamız uygun olur.
Yüce Resulullah’ın (s.a.a) masumiyetiyle ilgili ileri sürülen ve güya, Allah Resulü’nün masûm olamadığını gösteren delillerden birisi de “Abese” suresinde anlatılan olaydan ibarettir. Bu olay, konuyla ilgilenen hemen her kişinin ileri sürdüğü ve bununla Allah Resulü’nün masûm olamayacağını ispatlamaya çalıştığı bir şeydir. Bunun başlıca sebebi, belki de iki şeydir: Ehl-i Sünnet kaynaklarında âyetlerin sebeb-i nüzuluyla ilgili nakledilen rivâyetler ve âyetlerin bir kısmında yer alan hitaplar.
Biz bu olayı incelemeden önce, söz konusu rivâyetlerde yer aldığı şekliyle olayı nakledip ardından, cevabına geçmek istiyoruz :
Olay Ehl-i Sünnet kaynaklarında kısaca şöyle nakledilmiştir:
“Bir gün Allah Resulü (s.a.a) Kureyş’in servet ve makam sahibi bazı büyükleriyle (onları hidayet etme amacıyla) sohbet ederken, a’ma olan Abdullah İbn-i Ümm-ü Mektûm, meclise girmiş ve ısrarla Allah Resulü’nden, Allah’ın öğrettiği şeylerden kendisine öğretmesini istemiş; Resulullah (s.a.a) ise, Kureyş büyükleriyle olan sohbetini yarıda kesen Abdullah’ın bu tavrından rahatsız olarak, ona surat asmış ve sırtını ona dönerek Kureyşlilerle olan sohbetine devam etmişti.”
Hatta bu rivâyetlerin bazısında şöyle ilave edilmiştir: “Resulullah, İbn-i Ümm-ü Mektûm’un o sırada toplantıya gelmesine rahatsız olmuş ve kendi içinde: “Şimdi bu Kureyşli, ‘Bu adama uyanlar bir avuç kör, sefil ve köle insanlardır diyecektir’ diyerek ona surat asmış ve sırtını dönmüştü…” bunun üzerine Allah-u Teâlâ (c.c) şu ayetleri indirmiş ve Resulullah’ı bu tavrından ötürü kınamıştır:[1]
1-“Surat astı ve yüz çevirdi 2-O kör kendisine geldi diye 3-Ne biliyorsun; belki o temizlenip arınacak 4-Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt ona yarar sağlayacak 5-Fakat kendini müstağni gören var ya, 6-sen onunla ilgileniyor (ona önem veriyorsun). 7-Oysa onun temizlenip arınmasından sana ne? 8-Ama koşarak sana gelen 9-Ve (Rabbinden) korkan ise 10-Sen onu görmezden geliyorsun; ihmal ediyorsun. 11-Hayır; hiç şüphesiz o (Kur’an) bir öğüttür. 12-O halde isteyen ondan öğüt alır. 13-O (Kur’ân) değerli-üstün sahifelerdedir (levhalardadır). 14-Yüceltilmiş, tertemiz kılınmış (sahifeler) 15-(Öyle sahifeler ki) elçilerin-kâtiplerin (meleklerin) elindedir. 16-(Onlar ki) üstün, değerli ve iyilik sembolüdürler. 17-Kahrolası insan ne kadar da nankördür! 18-(Allah) onu hangi şeyden yarattı? 19-(Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. 20-Ona yolu kolaylaştırdı. Sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü. Sonra dilediği zaman onu diriltir. 21-Hayır (Allah’ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi.”
Biz bu âyetlerin tefsirinde ileri sürülen görüşlerin en önemlilerini delilleriyle birlikte verip, ardından tercih ettiğimiz görüşü detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
1-Ehl-i Sünnet müfessirlerinden birçoğu, sebeb-i nüzul olarak nakledilen rivâyetlere de dayanarak bu ayetlerde kınanan şahsın, Allah Resulü olduğunu; sonuç olarak da Resulullah’ın mutlak masumiyetinin doğru olamayacağı ve Resulullah’ın da bazı hatalarının, hatta günahlarının söz konusu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
2- Bir diğer grup, âyetlerde kınanan şahsın Resulullah (s.a.a) olduğunu kabul etmekle birlikte, diyorlar ki: “Olayın mahiyetini ve cereyan ediş şeklini dikkate aldığımızda, öyle zannedildiği gibi önemli bir hata, hele-hele bir günah kesinlikle söz konusu değildir ve olsa-olsa bir terk-i evlâ söz konusudur; bu da masumiyete herhangi bir halel getirmez . Zira biz Peygamberlerin günahlardan ve ilahî vazifelerini layıkıyla yerini getirmeyle ilgili konularda masum olduklarını iddia etmekteyiz. Olayın bir terk-i evla olduğunu gösteren amâre ve karinelere gelince, rivâyetlerin de belirttiği gibi Allah Resulü bir çok âyetten de anlaşıldığı gibi insanların hidayeti için son derece istekli ve ihtiraslı davranıyor ve onların dalalette direnmelerine adeta kahroluyordu. Öyle ki bazen Rabb-ül Âlemin âyet indirerek Resulü’nü kontrol ediyor ve bu kadar hırs ve üzüntünün de yersiz olduğunu, ona düşen görevin sadece ilahi mesajların tebliği olduğunu hatırlatıyordu. Bu olayda da aynı şey söz konusudur. Hele bu olayda Resulullah, Kureyş büyükleriyle muhatap olduğu ve bu fırsatın belki de bir daha ele geçmeyeceğini ve bu insanların hidayetiyle, belki peşlerinden sürükledikleri diğer bir çoklarının da hidayet bulacağını düşünerek, onlarla aşırı bir şekilde ilgileniyor ve onların hidayet bulmaları için can atıyordu. İşte tam bu sırada Abdullah b. Ümm-i Mektum meclise giriyor ve a’ma olduğu için olup bitenlerden habersiz bir şekilde ısrarla Resulullah’tan kendisine bir şeyler öğretmesini isteyerek, Resulullah’ın müşriklerle olan sohbetinin bölünmesine vesile oluyor. Önemli bir işle meşgul olduğunu düşünen Allah Resulü, Abdullah’ın bu davranışından rahatsız olarak surat asıp sırtını dönerek müşriklerle olan sohbetine devam ediyor.
Aslında normal şartlarda Abdullah böyle bir muâmeleyi hak etmişti. Zira meclis âdâbına riâyet etmemişti. Resulullah’ın surat asması da a’ma olan birisini rahatsız edecek bir tutum da olmadığı için bir günah sayılamaz. Kaldı ki bir insanın samimi olduğu ve kendisine yakın bildiği birisine bu kadarcık bir ihmal ile davranması tabiidir ve onu rahatsız edecek bir tutum değildir .. Ancak Allah-u Teâlâ, Server-i kâinat ve Seyyid-i Enbiyâ olan Habibi’ne bu kadarcık bir ihmali dahî uygun bulmuyor ve Resulü’nü uyarmakla birlikte, müşriklerin hidâyeti için bu kadar çırpınmanın da gereksiz olduğunu vurguluyor. İşte bu latif kınama ve uyarı, günah olmamakla birlikte, yapılmamasının Resulullah’ın şanına daha uygun düşeceği bir fiilden dolayıdır. Biz de zaten bu kadarını Peygamberler hakkında mümkün görüyor ve onların masumiyetine bir halel getirmeyeceğini söylüyoruz.”
3- Diğer bazı müfessirler ise sûrenin ilk dört ayetinin başkasına, beş ila onuncu ayetlerin ise Resulullah’la ilgili olduğu görüşündeler. Onlar diyorlar ki: “İlk âyetlerde kayıp şahıs kipiyle ismi belirtilmeyen birisinin a’maya surat asıp sırtını çevirmesinden bahsediyor ve kesinlikle Resulullah’ın ismi geçmiyor. Biz İmam Cafer Sâdık’tan nakledilen bir rivâyete de dayanarak bu şahısın Peygamber (s.a.a.) değil, Benî Ümeyye’den birisi olduğunu söylüyoruz; diğer âyetler ise Resulullah ile ilgilidir.”
Bu görüşe göre olayın tasviri şöyledir: “Bir gün Allah Resulü Kureyş zenginlerinden bazılarıyla, tebliğ amaçlı sohbet ederken, a’ma olan Abdullah b. Ümm-i Mektum içeriye giriyor. Bu sırada, mecliste bulunan Beni Ümeyye’den birisi, Abdullah’ı görür görmez, onun gelmesinden rahatsızlığını bildirmek ve onu tahkir etmek maksadıyla suratını asıp, kibirli bir jestle elbiselerini toplayarak ona sırtını çevirdi. O sırada hararetli bir şekilde müşriklere tebliğ ile meşgul olan Resulullah, belki de bu meşguliyeti, sözün dağılmaması ve meclisin düzeninin bozulmaması için, söz konusu Emevî’nin bu çirkin ve mütekebbirâne davranışı karşısında tepki göstermemiş ve sohbetine devam etmişti. İşte inen âyetlerin ilk üçü, söz konusu şahsın o çirkin davranışına itiraz etmekte, sonraki âyetler ise Resulullah’ın tepkisizliğine değinip, günah olmamakla birlikte bunun, onun yüce mertebe ve makamına yakışmadığı, ona yakışanın bu tür çirkin fiillerin sahiplerine tavır koyup mu’min birisinin bu kadarcık bir tahkir ve mağduriyetine göz yummaması olduğunu ortaya koymaktadır.
İşte diyorlar, gördüğünüz gibi ortada Resulullah’ın masumiyetine halel getirecek bir durum yoktur ve sadece bir terk-i evla söz konusudur. Peygamberlerin durumu ise sahip oldukları makam ve mertebelerinden dolayı bizden farklıdır; onlar bir terk-i evladan ötürü de kınanabilirler.
4- Bizim de tercih ettiğimiz dördüncü görüş ise, bu âyetlerin hiçbirisinin Resulullah’la ilgili olmadığı ve onlardaki kınamanın başkalarına âit olduğudur. Bu görüşün delillerini aşağıda açıklamağa çalışacağız:
1- Bu âyetlerin ve onlardaki kınamanın Resulullah’a yönelik olduğunu ileri süren rivâyetlerin hiçbirisi, senetleri zayıf olduğu için müstakil bir delil ve hüccet sayılamaz. Zira bu rivâyetlerin bir kısmı sahâbeden, bir kısmı ise tâbiî olanlardan nakledilmiştir. Sahâbeden nakledilen rivâyetler üç kişiye, yani Ümm-ül Mu’minin Âişe, Enes b. Mâlik ve İbn-i Abbâs’a dayandırılmaktadır. Halbuki bu şahıslar söz konusu olay yaşandığında, ya dünyaya gelmemişlerdi, (İbn-i Abbas gibi) veya henüz çok ufak yaştaydılar ki bu olaya şâhit olup da onu rivâyet etmeleri oldukça zor veya gayr-i mümkündür. Tâbiî olanların (Katâde, Mücâhid, Ebu Mâlik, Hakem, İbn-i Zeyd ve Zehhâk gibi) rivâyetlerine gelince, onların da sahâbeye varan senetleri kopuk olduğu ve kimden naklettikleri bildirilmediği için delil sayılamaz.
2- Bu rivâyetler muhteva açısından da çelişki ve tenakuzlarla doludur. Bu çelişki, sadece bir râvinin rivâyetiyle diğerinkinin arasında değil, hatta tek râviden nakledilen rivâyetlerde de söz konusudur. Mesela Ümm-ül Mu’minin Âişe’den nakledilen bir rivâyette, Resulullah’ın yanında Kureyş büyüklerinden birisinin bulunduğunu, bir diğerinde, Utbe ve Şeybe isimli iki Kureyşlinin olduğunu, başka bir rivâyette ise Ebu Cehil ve Utbe b. Rabi’nin de aralarında bulunduğu bir grup tanınmış Kureyş simalarından bahsedilmektedir.
İbn-i Abbâs’ın bir rivâyetinde Resulullah’ın Utbe, amcası Abbas ve Ebu Cehil ile konuşmakta olduğu, İbn-i Abbâs’a isnad edilen tefsir kitabında ise bu kişilerin, Abbâs, Ümeyye b. Halef ve Safvân b. Ümeyye olduğu ileri sürülmektedir.
Katâde’nin bir rivâyetinde bunun Ümeyye b. Halef, bir diğerinde ise Übey b. Halef olduğu kaydedilmektedir.
Yine Mücahid’in bir rivâyetinde, Kureyş’in elebaşılarından birisi denmekte, bir diğerinde ise Utbe b. Rabia ve Ümeyye b. Halef diye iki kişinin ismi verilmektedir. Rivâyetlerin biri diğeri ile karşılaştırıldığında, bu ihtilaflar daha da yoğunlaşmaktadır. Kısacası olayın keyfiyeti, Resulullah’ın (s.a.a) olayla ilgili söyledikleri, İbn-i Ümm-ü Mektum’un sözleri bu rivâyetlerde incelenip birbiriyle karşılaştırıldığında, bir sürü ihtilaf ve çelişki açıkça görülmektedir. Fakat biz sözün fazla uzamaması için onlara girmiyor ve daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere, verdiğimiz kaynaklara başvurup, onları bizzat birbiriyle karşılaştırmalarını tavsiye ediyoruz.
Burada rivâyetlerle ilgili iki nükteye de değinip geçmek istiyoruz. Önceden de aktardığımız gibi, rivâyetlerin bazısında şöyle diyor: “Allah Resulü, Abdullah geldiğinde şöyle demişti: ‘Şimdi bu Kureyşli, bu adama uyanların hepsi bir avuç kör, köle ve sefil insanlardan ibarettir, diyecek’ diye içinden geçirerek, ona surat asmış ve sırtını dönmüştü.”
Şimdi evvela râvî, Resulullah’ın içini nasıl okumuş ve içinde böyle bir şey söylediğinden nasıl haberdar olmuştu?! Saniyen Resulullah’a iman eden kimselerin nasıl birileri olduklarını, müşrikler bilmiyor muydu ki, Allah Resulü böyle bir telaşa kapılsın ve sırrının ifşa olmasından rahatsız olsun. Salisen, aşağılık kompleksinden başka bir yorumu olmayan böyle bir düşünceyi, bu insanlar, insanlığın onuru Allah’ın Resulü ve Habibi’ne nasıl yakıştırabiliyorlar acaba?!
Bir diğer rivâyette ise şöyle geçmektedir: “Bu olaydan ve bu olay üzerine inen bu âyetlerden sonra, Allah Resulü’nün bir daha bir zengine önem verdiği ve bir fakiri ihmal ettiği görülmedi!!”
Yıllar boyu ilahî talim ve terbiyeden geçtikten sonra peygamberliğe ulaşan, bu olaydan önce defalarca benzer konularda kendisine ilahî direktifler ve âyetler2 inen Peygamber’in (s.a.a) bütün bunlardan gaflet edip, zengine karşı o şekil ve fakire karşı da o şekil davranıp, sonra adeta uykudan uyanırcasına bir daha benzer bir davranışta bulunmuyor. Böyle bir şey mâkul ve mantıklı olabilir mi?!
3- Bu münasebetle nâzil olduğu iddia edilen ayetlerde kınanan şahsın, zengine, kâfir bile olsa ilgi gösterip önem veren, fakire karşı mu’min bile olsa ilgisiz ve duyarsız kalıp onun tezkiyesine önem vermeyen bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Oysa hepimiz Allah Resulü’nün böyle bir ahlak ve karaktere sahip olmadığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki fakire surat asıp sırt çevirme gibi hem İslâmî âhlaka ters düşen, hem de bunu yapan kimsenin kibir ve gururunun da bir göstergesi olabilecek bir davranış, Allah Resulü gibi birisinin davranışı kesinlikle olamaz. Zira düşmanlarına karşı bile böyle bir davranışı nakledilmeyen Resul-i Kibriya’nın mu’min bir dostuna karşı böyle bir davranışta bulunması nasıl düşünülebilir?!
“O mu’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir”3 âyetini Rabbi’miz onun hakkında indirmemiş midir?!
Yine Abese’den önce bi’setin başlarında ikinci veya dördüncü sûre olarak nâzil olan Kalem suresinde4 Rabb-ûl Âlemin, Habibi’ni “Hiç şüphesiz sen yüce bir âhlak üzeresin” diye tavsif etmiyor mu? O halde, böyle yüce bir ahlaka sahip olan birisinden, kınamayı gerektiren ahlak dışı ve mütekebbirâne bir davranış nasıl sergilenebilir?! Bi’setin başlarında bu yüce özelliğiyle tanıtılan Peygamber’in, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen ahlakında, daha çok ilerleme ve kamilleşme hasıl olması gerekirken, (hâşâ) geriledi mi ki böyle bir davranışta bulunsun?! Acaba Allah-u Teâlâ “Hulk-i azim” ile nitelendirdiği bir kimsenin gerçek ahlakından haberdar değil miydi? Yoksa biliyordu da bu şekilde tanıtmasında bir hikmet ve maslahat mı söz konusuydu?!
4- Bildiğimiz gibi “İnzâr” âyeti diye meşhur olan ve Abese’den iki yıl önce inen Şuârâ suresinin 14-15. âyetlerinde şöyle hitap ediyor Rabbimiz Habibi’ne: “(Önce) en yakın akrabalarını uyar ve sana uyan mu’minlere kanatlarını ger (onlara şefkat ve merhamet ile davran).”
İki yıl öncesinde mu’minlere bu şekilde davranmakla öğütlenen Peygamber (s.a.a), acaba bunlar aklında olduğu halde mi Abdullah’a öyle davrandı; yoksa unutmuş muydu? Birinci şıkkı söylersek, o zaman Resulullah’ın bizzat kendisine inen açık ilahî emirlere muhalefet ettiğini kabul etmiş oluruz; yok önceden inen âyetin emrini unutarak böyle davrandı dersek, o zaman da başka âyetleri ve hükümleri unutmadığını nereden garantileyebiliriz?!
5- Söz konusu âyetlerin birisinde şu tabir kullanılmıştır: “Sana ne onun arınıp, arınmadığından.”?!5 Bu hitabın da Peygamber’e yönelik olması uygun değildir. Zira Allah Resulü’nün başlıca görevi insanları Allah’a davet edip onların talim ve tezkiyesiyle meşgul olmak değil midir? Cuma suresinde:
“O (Allah) ümmiler içinde kendilerinden olan ve onlara (Allah’ın) âyetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamberi gönderendir.”6buyurmamış mıdır?
6- Allâme Tabâtabâî’nin de değindiği gibi: “İnsanlar arasında üstünlük ölçüsünün fakirlik-zenginlik değil, salih ve iyi amaller olduğunu idrak edip kavrayan bizzat insanın aklıdır; İslam’dan önce Hanif dini de aynı değerleri insanlara telkin etmiştir. Hal böyle iken, önceden zikrettiğimiz âyetler nâzil olmasaydı dahi, Allah Resulü’nün böyle bir davranışın kötülüğünü, zengin bir kâfiri, fakir bir mu’mine tercihin ne kadar kötü olduğunu, anlamış olması gerekirdi; oysa öyle olmadığını görüyoruz; bu da bu iddianın ne kadar tutarsız olduğunu gösteriyor.
Önceden de değindiğimiz gibi bazıları, Allah Resulü’nün bu davranışında herhangi bir dünyevî maksat gütmediğini, o müşriklerle ilgilenmesi de onların hidâyetine olan şiddetli arzusundan kaynaklanıyordu. Abdullah’a karşı davranışında da onun fakirliği böyle bir davranışa onu itmemişti; sadece Abdullah’ın, sözünü kesmesi ve meclis âdâbına riâyet etmemesinden kaynaklanıyordu. Özellikle diyorlar, Abdullah’ın a’ma olduğunu dikkate alırsak Resulullah’ın davranışının, onu incitici bir davranış olmadığını daha iyi kavramış oluruz. Bir de Abdullah ile Resulullah (s.a.a) arasındaki samimiyeti unutmazsak, birbirleriyle samimi ilişkileri olan kimseler arasında bu tür ilişkiler doğal bir şeydir.
Fakat bizce bunlar fazla tutarlı gerekçeler değillerdir. Zira evvela, zengin, fakir sıfatlarına cümlede yer verilmesi, bizce bu özelliklerin yapılan davranışta etkili olduğunu gösteriyor. Meclise gelen şahsın “A’ma” diye nitelendirilmesi hakkında da aynı şeyi söylemek mümkündür. Yani surat asıp sırtını dönen kimsenin bu davranışında, onun a’ma olduğunun etkili olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde bir mu’minden, onda olan bir kusur veya noksanlığı ön plana çıkararak bahsetmenin ne anlamı olabilir? Evet bu sıfatlar yapılan davranışta etkili olmasaydı, gelen şahsı “a’ma”, “fakir” gibi sıfatlar yerine başka özellikleriyle tanıtmak daha uygun, hatta en uygun olmaz mıydı? Söz konusu müşrik veya müşriklerden”zengin” nitelemesiyle bahsetmek de aynı.
Saniyen bu iddia doğru olsaydı, o zaman Allah-u Teâlâ Resulü’nü kınama yerine methetmeliydi; övmeliydi. Zira niyeti, Allah’ın dinini yüceltmek, insanların hidâyeti için çırpınmak, kısacası üzerine yüklenen görevini yerine getirmekten başka bir şey olmayan bir kimseyi, kınamak mı gerekir, yoksa övmek mi?
Diğer iddiaya gelince; diyelim ki Abdullah’ın gözleri kör olduğu için Resulullah’ın bu davranışının ona yönelik bir sakıncası olmasın; ancak Allah’ın Resulün’den böylesine bir davranışı etraftan seyredenlere karşı nasıl?! Onların gözleri kör değildi ya! İnsanlara örnek olarak tanıtılan bir Peygamber’den böyle bir davranışın onların gözleri önünde sergilenmesi, onun örneklik konumuna gölge düşürmez mi?!
Resulullah ile Abdullah arasındaki samimiyete gelince, evvela bu samimiyetin Mekke’de değil, Medine’de gerçekleştiğini söylemek daha gerçekçi olabilir; saniyen iki kişi arasındaki samimiyet, artık onun haklarını çiğnemeği ve her türlü, mesela tahkire varan davranışları da meşru ve mubâh kılar mı?! Hele Allah Resulü gibi birisinden böyle bir şey mazur görülebilir mi?!
7- Bizce Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu âyetlerle ilgili nakledilen sebeb-i nüzul, normal, tabîî ve mâkul ölçülerle de bağdaşmamaktadır. Zira bu rivâyetlerde, Abdullah’ın a’ma ve mecliste olup bitenlerden habersiz olduğu için içeriye gürültülü bir şekilde girdiği ve yüksek sesle konuştuğu ve dikkatleri dağıttığı söyleniyor. Diyelim ki öyle olsun; fakat bu problemin kolay bir çözüm yolu varken, Allah Resulü’nün öyle bir davranış içerisine girmiş olmasını bir türlü hazmedemiyoruz! Hepimiz biliyoruz ki Abdullah mu’min ve temiz kalpli bir Müslüman’dı; fakat durumdan habersizdi. Ona iki kelimeyle durumun ne olduğu hatırlatılıp, biraz beklemesi istenseydi, değil karşı gelmek, bundan memnun bile kalırdı.
Hayır, Resulullah’ın rahatsızlığını buna değil, mesela “Şimdi şu Kureyşli adam, Muhammed’e uyanlar, bir avuç kör, köle ve sefil insanlardır diyecekler” gibi saçma rivâyetlere dayandırırsanız, o da sizin bileceğiniz iştir.
8- Bu âyetlerde kınanan şahsın Resulullah olmadığının önemli kanıtlarından birisi de (Merhum Allâme Tabâtabâî’nin de değindiği gibi), bu sûrenin 17. âyetinden sonra başlayan ağır ifadelerdir. Evet şöyle buyuruyor söz konusu âyetlerde:
“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! * (Allah) onu hangi şeyden yarattı? * (Değersiz) bir nütfeden yarattı ve onu biçimlendirdi. * Ona yolu kolaylaştırdı; sonra da onu öldürdü ve kabre gömdürdü; sonra dilediği zaman onu diriltir. * Hayır, (Allah’ın) ona emrettiğini, o yerine getirmedi.”
Sûredeki âyetlerin zâhiri ve siyâkı, onların birbirleriyle ilintili olduklarını ve bir zincir halkaları gibi birbirlerini takip ettiklerini gösteriyor. Bunun aksini söyleyebilmek için harici bir delil ve karine olması gerekir; oysa burada böyle bir şey söz konusu değildir. Kısacası âyetlerdeki siyâk, bu âyetlerin bazısında yer alan “Kahrolası insan, ne kadar da nankördür” kabilinden ifadelerin de a’ma ve fakir mu’mine surat asıp sırt çeviren ve onu ihmal edip, zengin müşrike yönelip ona önem veren kimseye ait olduğunu gösteriyor. Aksi takdirde âyetler arasında mana kopukluğu meydana gelecektir. A’maya surat asanın Peygamber (s.a.a) olduğunu söylersek, o zaman “Kahrolası insan ..” tabirinin de Hazret’e ait olduğunu söylememiz gerekir; bunu ise hiçbir kimse söylememiştir; söyleyemez de.
İşte bu problemin hallinden âciz kalan bir çok müfessir, herhangi bir delil göstermeden bu surenin iki parça halinde nazil olduğunu, bir kısmının on yedinci âyete kadar, bir kısmının ise daha sonra indiğini söylemişlerdir. Böylece âyetler arasını ayırarak bu önemli problemin altından kalkmağa çalışmışlardır, ama nafile; dikkat eden herkes bu surenin bir bütün olduğunu ve o şekilde de nazil olduğunu görür.
Bu âyetlerde insanın nankörlüğünden, onun değersiz bir nütfeden yaratılması, ölüm ve fenâya mahkum olması ve Allah’ın emirlerini yerine getirmemesinden bahsetmesi de söz konusu şahsın, o çirkin, mütekebbirâne ve nankörce davranışıyla tam anlamıyla örtüşen ve onun bu adi davranışına İlahi bir tavırdan ibarettir
Bütün bu delillere dayanarak biz, söz konusu âyetlerdeki kınamanın Allah Resulü’ne yönelik olamayacağını, dolayısıyla âyetlerde kınanan şahsın başka birisi olduğunu iddia ediyoruz. İmâm Cafer-i Sâdık’tan (a.s) nakledilen bir hadis de bizim bu görüşümüzü te’yid etmektedir. O hadiste şöyle geçmektedir:
“Abese suresindeki kınama ayetleri, Benî Ümeyye’den olan bir kişinin hakkında nazil olmuştur; söz konusu şahıs Resulullah’ın yanında bulunduğu sırada Abdullah b. Ümm-i Mektum meclise gelmiş, onu gören Emevî şahıs ondan iğrenerek, yüzünü ekşitmiş ve el-eteğini toplayarak yüzünü ondan çevirmişti. Bunun üzerine Allah-u Teâla, söz konusu âyetleri indirerek bu olayı (başkalarına ibret olsun diye ) kınamıştır.”7
Bu rivâyet maalesef nâkıs bir şekilde nakledilmiştir. Eğer geniş ve detaylı bir şekilde nakledilseydi, hem olayın tam olarak aydınlanmasını, hem de âyetlerin daha net bir şekilde tefsir edilmesini sağlardı belki de. Elbette rivâyetin haberi ahad olduğunun da farkındayız; bu yüzden de onu müstakil bir delil olarak değil, bir te’yid olarak vermekteyiz.
Buraya kadar aktardığımız delillere ve son rivâyete dayanarak; âyetlerdeki bazı tabirlerden de ilhamla olayın nasıl vuku bulduğunu, tahmini olarak şu şekilde tasvir edebiliriz .Yine de en iyisini Allah bilir:
Münafık veya zaif-ül iman bir Emevî, bir taraftan dine ve insanların hidayetine önem verdiğini gösterip Resulullah’a ve Müslümanlara şirin gözükmek için söz konusu müşrik veya müşriklerle meclise gelmiş, öte yandan müşriklerin ve Kureyşli’lerin yanındaki yerini korumak, onlarla ilgilenir gözükmek ve onları mu’min fakirlere tercih ettiği mesajını vermek için söz konusu çirkin davranışı sergilemiş ve tabiri câizse bir taşla iki kuş vurmaya çalışmıştır. Fakat Allah-u Teâlâ, mu’minin azameti ve izzetini, müşrik ve münafığın zillet ve değersizliğini ortaya koymak, başkalarına ibret dersi vermek için söz konusu âyetleri indirmiştir.
Burada bir nüktenin hatırlatılması da faydalı olabilir belki. O da şudur ki: Biraz önce İmâm Cafer-i Sâdık’tan naklettiğimiz hadisin doğru olduğunu düşünürsek, o zaman olayın vukuu hakkında bir senaryonun uydurulmuş olması ihtimali güçlük kazanmış olur. Zira o hadiste, ayetlerde kınanan şahsın Emevî birisi olduğu vurgulanmaktadır. Öbür taraftan tarih boyunca Emevî’lerin, özellikle zâlimâne saltanatları boyunca kendi menfaatleri doğrultusunda uydurmadıkları hadis ve rivâyet kalmamış ve maalesef bunlardan bir çoğu en muteber bilinen kaynaklara kadar sızmıştır. Bizce burada da aynı şeyin en azından bir ihtimal olarak göz ardı edilmemesinde fayda var.
Buna işlediğimiz konuyla ilgili bir örnek de zikredebiliriz. Bildiğiniz gibi takip ettiğimiz konuyla ilgili rivâyetler arasında şöyle bir rivâyet de gözümüze çarpmaktadır: “Bu olaydan sonra Allah Resulü Abdullah İbn-i Ümm-i Mektum’u her gördüğünde şöyle derdi: “Merhabalar olsun, merhabalar olsun o kimseye ki Allah onun hakkında beni kınadı…”
Bakın İmâm Cafer-i Sâdık (a.s) bu rivâyeti nasıl nakletmektedir: “Allah Resulü onu her gördüğünde şöyle derdi: “Hayır Allah’a andolsun ki Rabbim senin hakkında beni asla kınamaz.” Bunu o kadar tekrar eder ve Abdullah’a o kadar lütufta bulunurdu ki artık Abdullah Resulullah’a engel olmaya çalışırdı.”8
Görüldüğü gibi bu hadis de tahrife uğramış ve nefy (olumsuzluk) edatı cümleden kaldırılarak tam tersi bir mana ve sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır.
O zaman, “Allah Resulü bu cümleyi neden söylerdi” derseniz, bunun iki nedeni olabilir: Evvela bu cümleyle Abdullah’a o çirkin davranışta bulunan ve ilahî kınamayı hak eden kimseye tariz söz konusu olabilir. Sanki bu cümleyle Allah Resulü şöyle demek istiyor: “Allah’a and olsun ki ben hiçbir zaman filan adamın yaptığı gibi yapmam ..”
Saniyen, âyette bulunan ve zahirde Resulullah’a hitap edilen cümlelerden, birileri gerçekten Resulullah’ın kastedildiğini sanmasın veya kasıtlı olarak öyle lanse etmeğe çalışmasın diye Allah Resulü bu üsluba baş vurmuş olabilir.
Burada belki de başından beri sabırsızlıkla beklediğiniz bir sorunun cevabına geçmek istiyoruz; o da âyetlerdeki hitaplar konusudur.
Deniliyor ki, eğer gerçekten bu âyetlerde kınanan ve eleştirilen kimse Allah Resulü değilse, o zaman neden âyetlerde Resulullah muhatap alınmış ve daha çok Resulullah’ı ilgilendiren tabirler kullanılmıştır. Buna iki türlü cevap verilebilir:
a)- Gerçi âyetlerde hitap Peygamber’e yöneltilmiştir, ancak asıl muhatap Peygamber (s.a.a) değildir. Yani Peygamber kanalıyla başkasına mesaj verilmek isteniyor. Bu hemen her dilde bulunan: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali bir dolaylı mesaj verme üslubudur. Bunun örneklerine Kur’ân-ı Kerim’de sık-sık rastlamaktayız. Mesela İsrâ suresinin 23. ve 24. âyetinde Resulullah’a hitaben şöyle buyurmaktadır:
İsrâ suresinin 23. ve 24.: “Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa onlara “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. a Onlara acıyarak alçak gönüllük kanadını ger ve de ki: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de onları esirge.”
Açıktır ki bu âyette ki hitapta asıl muhatap Resulullah değil, Müslümanlardır; zira Allah Resulü küçük yaşta anne babasını kaybetmişti.
b)- Bu âyetlerde bulunan hitaplar hatta zahirde dahi Resulullah’a değil, söz konusu davranışta bulunan şahısın bizzat kendisine yöneliktir. Çünkü birinci hitapta diyor ki: “Nereden biliyorsun belki o (Abdullah) arınıp temizlenecek?” Burada kimin eliyle temizleneceği üzerinde durulmuyor ki hemen “Bu, Emevî’nin işi değildir, o halde hitabın Peygamber’e yönelik olması gerekir” denilsin. Ayeti şöyle tefsir edersek ne sakıncası vardır: “Sen ne biliyorsun; belki o, Peygamber’in eliyle) arınacaktır?” Muhtemelen o Emevî adam, Abdullah’a karşı tutum ve davranışıyla onun tezkiye ve hidayete layık birisi olmadığını, veya tezkiyesinin İslam için bir fayda ve önem arz etmediğini, aksine Kureyşli zenginin önemli olduğunu ve güya hidayetinin İslam için önem taşıdığını vurgulamak istemesi üzerine söz konusu âyetle ona cevap verilmek istenmiştir.
Olayın bu şekilde cereyan ettiğini düşünürsek o zaman diğer hitapların tefsiri de kolaylaşmış olur. Mesela önceden de dediğimiz gibi “Sana ne onun arınıp arınmadığından?” cümlesinin Resulullah’a yönelik olması, Allah Resulü’nün konumu ve görevi itibariyle münasip gözükmemektedir. Ancak bu hitabın söz konusu Emevî’ye yönelik olması, konumu ve niyeti itibariyle ona uygun bir cümledir.
Yine “O zenginlik taslayan kimse var ya, sen ona önem veriyor, onunla ilgileniyorsun; ama Allah’tan korktuğu halde koşarak sana gelen (fakir mu’min)i sen ihmal ediyor, ona değer vermiyorsun” cümlesi Emevî şahısın karakteri ve niyetine uygun bir cümledir; ama kesinlikle Allah Resulü’nün şahsiyetine, yüce ahlakına, o güne kadar Müşriklere ve mu’minlere, zenginlere ve fakirlere karşı sergilediği tutum ve davranışlarla örtüşmemektedir. (Bunun delillerine ve örneklerine önceden değindik.)
“Sana koşup gelen…” cümlesinden de bu şahısın bizzat kendisine değil, onun da bulunduğu toplantıya, yani Resulullah’ın tebliğ ve hidayet meclisine geldiği kast edilmiş olabilir.
Evet bizim bu âyetlerin tefsiriyle ilgili söyleyeceklerimiz bunlardan ibarettir. Şimdi belki de bazı kardeşlerimiz, bizim bu çırpınışlarımızı gereksiz çabalar olarak değerlendirebilirler. Ama biz olaya kesinlikle öyle bakmıyor ve bu çabaları bir zaruret olarak görüyoruz. Zira bu olayı, âyetlerin zâhiri görünüşüne ve önceden de değindiğimiz rivâyetlere dayanarak tefsir etmenin, bir taraftan Allah Resulü’nün masumluğunu ve örneklik konumunu ortaya koyan açık ve net âyetlerle çeliştiğini, diğer taraftan deliller bölümünde ortaya koyduğumuz çeşitli ve önemli mahzurlarla karşılaşacağımızı düşünüyoruz. O deliller ve âyetler ma’kul ve mantıklı bir şekilde cevaplanmadığı müddetçe, bu âyetleri onlarla çelişmeyecek şekilde bir türlü tefsir etmeğe mecburuz. Bunu beceremediğimiz takdirde de, Resulullah’a itham etme çabasına girme yerine, kendi acziyetimizi itiraf edip en azından âyetleri müteşâbih kabul ederek onlar hakkında susmayı yeğlemeliğiz. Yoksa âyetlerin Resulullah’la ilgili olduğunu kabul edip, sonra da bunu bazı tutarsız ve uzak ihtimallerle, masumiyetle çelişmeyen bir tutum olarak değerlendirmek bizce sorunu çözmeye yetmeyecektir.
Burada bir hususu da hatırlatıp bu konudaki bahsimize son vermek istiyoruz. Önceden de değindiğimiz gibi biz, zikrettiğimiz sekiz-dokuz delille dördüncü görüşü tercih etmekteyiz. Ancak bu görüşü geçtikten sonra üçüncü görüşü diğer görüşlere nazaran daha tutarlı ve ma’kul bulmaktayız. Zira en azından o görüş, ilk âyetlerde bahsedilen surat asma ve sırt çevirme gibi çirkin bir davranışı Allah Resulün’den uzaklaştırmaktadır. Zaten âyette de üçüncü şahıs kipiyle adı belli olmayan birisinden bahsedilmektedir. Yani bu âyetlerde “Sen” diye bir hitap da söz konusu değildir ki bazıları Allah Rersulü’ne yönelik tefsir etme ihtiyacı duymuş olsun. Diğer âyetlerdeki hitaplar ve o hitaplardaki uyarıya gelince, bu uyarı Allah Resulü’nün, o Emevî’ye tepkisiz kalmasına yönelik olarak tefsir edilmiştir. Bunun da masumiyetle çelişmeyen bir terk-i evladan ibaret olduğu ileri sürülmüştür. Dediğimiz gibi bu görüş bizi tam tatmin etmemekle birlikte, en azından diğer görüşlerden daha iyidir ve bahsettiğimiz mahzurların çoğu bu görüşe dayanarak da halledilebilir.