Abdullah b. Übey b. Selûl, münafıkların reisi idi. Hz. Re­sû­lul­lah’­ın aziz şah­si­yetini nazarlardan düşürmek, İslamiyetin inkişafına mani olmak ve Müslü­manları birbirine düşürmek için elinden gelen gayreti ömrü boyunca göster­mekten geri durmamıştı. Bu menhus maksadını tahakkuk ettirmek için de bir­çok iftirada bulun­muştu. Müslümanların tesanüde en çok muhtaç ol­duğu bir zamanda bu adam tesanütlerini bozucu hareketlerde bulunurdu. Fa­kat Ce­nab‑ı Hakk’ın inayeti ve Re­sû­lul­lah’ın tedbir ve himmeti ile bu teşeb­büsleri hep akim kalırdı.

Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında ayet-i kerimeler, hatta “Münafıkûn” adın­da müstakil bir sure nâzil olmuştu.

Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah, bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hal ve ha­re­ketlerini kontrol altında bulundurur ve İslam câmiasının ittifak ve tesanü­dü­nü bozucu plânları karşısında hep tedbirli olurdu.

İşte, İslam câmiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullan­maktan geri kalmayan bu adam, Hicret’in 9. senesi Zilkade ayında öldü.[1]

Pey­gam­be­ri­mizin, Cenaze Namazını Kıldırması

Abdullah b. Übey, münafıkların reisiyken, oğlu Abdullah son derece sa­mi­mi ve müttakî bir Müslümandı. Bu, “ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran” Ce­nab-ı Hakk’ın kudret ve hikmetinin bir tecellisiydi. Baba münafıkların reisi, oğul mücahit bir Müslüman…

Babasının ölümü üzerine oğlu Abdullah, Hz. Resûllah’­ın huzuruna çıkarak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Gömleğini bana ver­sen de, babamı onunla kefenlesem…” dedi; sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onun namazını kılıp istiğfarda bulunsa­nız!”[2]diye ri­cada bulundu.

Gariptir ki hayatı boyunca İslamiyet aleyhinde plânların tasavvuru ve ta­hakkukuyla meşgul olan bu adamın kefelenmesi için, Resûl-i Ekrem Efendi­miz, sırtından gömleğini çıkarıp Hz. Abdullah’a verdi ve “Cenaze hazırlanınca bana haber veriniz, namazını kılayım!”[3]diye buyurdu.

Hz. Ömer’in İkazı

Cenaze hazırlanmıştı. Peygamber Efendimiz namazı kılmaya kalkarken, Hz. Ömer arkasından ridâsına yapıştı ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah sizi münafıklar üzerine namaz kıl­maktan neh­yetmedi mi?”[4]dedi.

Peygamber Efendimiz, gülümseyerek, “Ben, istiğfar et­mek veya etmemekte serbest bırakılmışım. Ben de tercihimi yaptım! Allah Teâlâ, ‘Habibim! Bu mü­nafıklara, sen ister istiğfar et, istersen istiğfar etme (etmen de, etme­men de mü­sâvîdir). (Eğer) onlar için yetmiş defa istiğfar et­sen, Allah onları asla affetme­yecektir’ (Tevbe, 80) buyur­muş­tur”[5]dedi.

Daha sonra Re­sû­lul­lah ﷺ, Abdullah b. Übey’in cenaze namazını kıldı ve kabri başına kadar da gitti.[6]

Nâzil Olan Ayet

Aradan çok zaman geçmeden, Pey­gam­be­ri­mize, münafık ölüleri hakkında Cenab-ı Hak tarafından şu kesin emir verildi:

“Münafıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman namaz kılma; kabri başında (gömülürken veya ziyaret için) durma! Çünkü onlar, Allah’ı ve Resû­lünü tanımadılar ve fâsık olarak can verdiler.”[7]

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, hiçbir münafığın cenaze namazını kıl­madı, kabrinin başında da durmadı.[8]

Hikmet

Peygamber Efendimizin, böylesine ömrünün her safhasında İslam cemaa­tini bölmek gayretiyle yaşayan bir adamın cenazesine karşı bu alâkasının şüp­hesiz birçok hik­meti vardı.

En mühim hikmeti, onun etrafında toplanmış olanların samimi iman etme­lerini temin etmekti. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimize, gömleğini niçin ver­di­ği ve cenaze namazını niçin kıldığı sorulduğunda, şu cevabı vermişti:

“Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, kendisini Rabbimden gele­cek azaptan kurtaramayacaktır; fakat ben, bu sâyede onun kavminden bin ki­şinin samimi Müslüman olmasını umuyorum!”[9]

Gerçekten de, Resûl-i Ekrem’in, Abdullah b. Übey’e bu derece lütufkâr dav­ranmasını gören bin kişi, samimiyetle Müslüman olmuştur.[10]

Bunu gören Hz. Ömer de, davranışından pişmanlık duy­muş ve “Allah ve Re­sûlü elbette daha iyi bilir!” demiştir.[11]


_____________________________________

[1]İbn Kesir, Sîre, c. 4, s. 64.
[2]Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 18.
[3]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 2, s. 18; Buharî, Sahih, c. 2, s. 76; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 280.
[4]Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 2, s. 18; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1865.
[5]İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 197; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 16; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 279.
[6]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 197; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 16; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 279.
[7]Tevbe, 84.
[8]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 197; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 16.
[9]Taberî, Tefsir, c. 10, 206.
[10]Aynî, Umdetü’l-Kari, c. 8, s. 54.
[11]İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 197.