Sahabilerin hepsinin sünnete değer verip ona tabi olmak hususunda azami gay­ret gösterdiklerine şüphe yoktur. Fakat bazıları, sünnete bağlılık noktasında çok daha ileriy­diler. Hele bunlardan bir tanesi vardı ki, kılı kırk yararcasına Re­sû­lul­lah’a uymaya ça­lışırdı. Sadece ibadetle ilgili hususlarda değil, beşerî işlerinde dahi Peygamberimizi tak­lit ederdi. Mesela Re­sû­lul­lah bir yere giderken nere­de inmiş, ne şekilde yürümüş, hangi sokaktan geçmiş, nerede oturmuş, nerede abdest almış ve nerede namaz kılmışsa aynısını tatbik ederdi. Müslümanlar bu­nu bildiklerinden, onda ne görseler “sünnet” diye tereddütsüz yapmaya çalışır­lardı.

Bir defasında saçlarının tamamını kestirmişti. Bir taraftan tıraş oluyor, bir ta­raftan da yanındakilere, “Ey insanlar, bu, sünnet değildir. Fakat saçlarım bana eziyet verdiği için kestiriyorum.” demek mecburiyetinde kalıyordu. Çünkü on­ların sünnet zannıyla böyle yapmalarından endişe etmişti. İşte bu bahtiyar sahabi, Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah’tan başkası değildi.

Hz. Abdullah, babası Müslüman olduğunda beş yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple hiç puta tapmamıştı. İslamiyet’i anlayabilecek bir yaşa geldiğinde he­men Müslüman oldu. Daha sonra da Medine’ye hicret etti.

Abdullah (r.a.) iyice büyümüş, delikanlılık çağına gelmişti. Bedir Savaşı için hazırlanan orduya katılmak istiyor, kabına sığmıyordu. Fakat Peygamberimiz, yaşı küçük olan birkaç kişiyle birlikte onun da orduya katılmasına müsaade et­medi. Bu, Hz. Abdullah’ı çok üzdü. Kendisi bununla ilgili olarak şöyle der:

“Beni ufak tefek bulduğu için savaşa katılmama müsaade etmedi. Sabaha ka­dar ağlayarak, üzüntü içinde kıvranıp uykusuz geçirdiğim başka bir gece hatırlamıyorum.”

Hz. Abdullah, yaşının küçük olması dolayısıyla Uhud Savaşı’na da katılama­dı. Fakat bundan sonra artık Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Çok büyük kahramanlıklar göstererek Re­sû­lul­lah’ın takdirini kazandı.[1]

Abdullah (r.a.), Hicret’ten sonra kendilerini sadece İslamiyet’i öğrenmeye adayan ve başka bir işle meşgul olmayan Suffe Ashâbı’na dâhil oldu. Onlarla birlikte mescitte yatıp kalkmaya başladı. Böylece küçük yaştan itibaren hem Peygamberimizden, hem de birlikte kaldığı sahabilerden feyiz aldı. Bilgisini artırdı. Kısa zamanda Suffe Ashâbı’nın mümtaz şahsiyetleri arasında yer aldı. İlim meclislerine katıldı, İslami meselelerde derin bilgi ve söz sahibi oldu.

Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ı çok sever, zaman zaman ona bazı tavsiyeler­de bulunurdu. Bir defasında, o sıralar henüz çok genç olan Hz. Abdullah’ın omuzundan tutarak şöyle buyurdu:

“Ey Abdullah, dünyada kendini garip bir yolcu kabul et, kabir ehlinden say. Ey Ömer’in oğlu, ahirette dinar da dirhem de yoktur, orada iyilik ve kötülüğün karşılaştırılması vardır. Elbisesini gururla çeken kimselerin yüzüne o gün Allah bakmaz.”[2]

Artık Hz. Abdullah, ondan sonraki bütün hayatını bu tavsiyelerin ışığında ya­şadı.

Hz. Abdullah mescitte kaldığı günlerde bir rüya görmüştü. Rüyasında iki me­lek kendisini alarak cehenneme götürmüştü. “Cehennemden Allah’a sığınırım, cehennemden Allah’a sığınırım, cehennemden Allah’a sığınırım!” demeye baş­ladı. O sırada onları başka bir melek karşıladı ve Hz. Abdullah’a, “Korkma.” de­di. Abdullah (r.a.) bu rüyayı kız kar­deşi Hafsa (r.a.) vasıtasıyla Peygamberimiz­den sordurdu. Re­sû­lul­lah ﷺ, “Abdullah ne iyi birisidir; bir de geceleyin namaz kılsa!” buyurdu. Bundan böyle Hz. Abdullah geceleyin pek az uyumaya başladı. Gece namazı kılmaya devam etti.[3]

Abdullah’ın (r.a.) Re­sû­lul­lah’a derin bir muhabbeti vardı. Kalbi, ruhu, bütün varlığı onun sevgisiyle doluydu. Bu sevgi sebebiyledir ki, zaruri işleri dışında Re­sû­lul­lah’tan bir an bile ayrılmamış, “Nübüvvet mektebinden kana kana feyiz almıştı. Bütün vaktini ilim öğrenmeye ayırmıştı. Ne var ki, her fâni gibi Peygam­berimiz de bu dünyadan ayrıldı. Bu ayrılık Hz. Abdullah’ı hicrana boğdu. Re­sû­lul­lah’tan bahsedildiğinde gözyaşlarını tutamazdı. Bir yolculuğa çıkarken ve yolculuktan dönüşte ilk olarak Peygamberimizin kabrini ziyaret ederdi.

Hz. Abdullah, babası Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Mısır’ın, Kuzey Afri­ka’nın, Horasan’ın ve Taberistan’ın fethinde bulundu. İdarecilik işlerinde babasına yardımcı oldu. Müslümanların karşılaştıkları müşkil meseleleri halletti. Kıyamete kadar gelecek olan Müslüman nesillerin önünde onlara yol gös­teren yıldız sahabilerden birisi olan Hz. Abdullah’ın sünnete uymaktan son­ra en bariz vasfı, cömertliğiydi. Bu bahtiyar sa­ha­bi, “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe fazilet ve üstün sevaba erişemezsiniz.”[4]mealin­deki âyet-i keri­menin hakikatine erenlerdendi. Bununla alakalı olarak gelen rivayetlerde, onun bu husustaki örnek davranışlarından misaller verilir.

Bir defasında devesine binmişti. Devenin yürüyüşü çok hoşuna gitti:

“Ne güzel, ne güzel!” deyip deveyi çöktürdü. Yanında bulunan Hz. Nâfi’ye (r.a.), devenin semerini indirmesini söyledi. Semeri indirildikten sonra ona:

“Sen hiç bu kadar güzel başlı bir deve gördün mü?” diye sordu. Artık anlaşılmıştı ki, o bu güzel deveyi hacda kurban edecekti… Hz. Nâfi ona:

“Bu deveye yazık olur, satarsan parasıyla birkaç tane kurbanlık deve alabilirsin.” dediyse de, aldırış etmeyen Hz. Abdullah, ona deveyi işaretlemesini ve kurbanlık deve­lerin arasına katmasını söyledi. Çünkü o, en çok sevdiği şeyleri Allah yolun­da feda etmeyi hayatının temel bir düsturu olarak benimsemişti.[5]

Abdullah bin Ömer’in en meşhur hasleti, fakirlere, yetimlere ve kimsesiz­lere gösterdiği alakadır. Hz. Abdullah, sofrasında her zaman bir yetim veya fakir bulunmasına dikkat ederdi. Öğle ve akşam yemeklerine oturduğunda, hemen civardaki yetimlere haber gönderir ve yemeğe onlar geldikten sonra başlardı. Mescitten çıkarken, yol üstünde karşılaştığı fakirleri evine götürür, yemek yedirirdi. Hanımı, onun çoğu zaman bu âdeti yüzünden aç kal­ması sebebiyle üzülürdü. Çünkü Hz. Abdullah bütün yemeğini fakirlere ik­ram ederdi. Bu yüzden hanımı bir defasında mescit çıkışında duran fakirlere haber göndererek onlara kendisinin yemek vereceğini bildirdi. Hz. Abdullah mescitten çıkınca yolda kimseyi bulamadı. Eve döndüğünde:

“Bana filan ki­şileri çağırın.” diye emretti. Hanımı o kişilere yemek gönderdiğini söyleyin­ce:

“Sizin maksadınız bana yemek yedirmemek galiba!” diyerek, o gün ve ak­şam yemeklerini yemedi.[6]

Onun ibretli ve ahenkli hayatından bizler için örnek bir levha, “Lem’alar”da zikredilir. Hz. Abdullah bir gün 40 paralık bir mesele için çarşıda şid­detli bir münakaşa ve pazarlık etti. Onun bu tavrını gören bir başka sahabi, büyük İslam halifesi Hz. Ömer’in oğlunun bu kadar küçük bir miktar için hara­retli münakaşasını tuhaf bir cimrilik olarak görüp garip karşıladı.

Sonra merak saikasıyla Hz. Abdullah’ın peşine düştü. Onun evinin kapısında bekleyen bir fakirin yanında bir müddet oyalandığını ve sonra içeri girdiğini gördü. Birazdan Hz. Abdullah evinin diğer kapısından çıktı ve o kapıda bir fakir daha görerek yanına gi­dip biraz yanında kaldı. Sonra da gitti. İyice meraklanan sahabi, fakirlerin yanına gide­rek, Hz. Abdullah’ın yanlarında ne yaptığını sor­du. Her ikisi de onun kendilerine birer altın verdiğini söylediler. Şaşkınlığı iyice artan sahabi, sonunda meseleyi doğrudan Hz. Abdullah’a sormaya karar verdi. Çarşıda 40 para için hararetle pazarlık yaparken fa­kirlere bu kadar cömert davranmasının hikmetini bizzat ona sordu. Şöyle bir cevapla karşılaştı:

“Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemal-i akıldan [akıllılıktan] ve alış verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, his­set [cimrilik] değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hissettir ve ne de bu israftır.”[7]

Verdiğimiz birkaç misalde şefkat ve merhameti, muvazene ve muhakemesi ve Rabb’ine teslimiyeti açıkça görülen Hz. Abdullah, aynı zamanda zulüm kar­şısında hakkı çekinmeden haykırabilen, mert ve cesur bir karaktere sahipti. Ha­yatının son yıllarında Haccâc’a karşı yaptığı sert çıkışlar bunu gösterir.

Bir defasında Zalim Haccâc’ın cuma hutbesini çok fazla uzatması üzerine oturduğu yerden:

“Güneş seni beklemez!” diye bağırmış ve onun:

“Senin başını kesmek isterdim!” sözüne de:

“Bilirim, yaparsın; çünkü sen sefihin birisin!” diye cevap vermişti.

Hz. Abdullah mesuliyetinden çekindiği için idareciliği kabul etmezdi. Hz. Osman’ın ısrarla yaptığı teklifini her seferinden reddetti.

İlim tarihine “Dört Abdullah” olarak geçen Abdullah’lardan birisi olan Hz. Abdullah’ın tefsir, fıkıh ve bilhassa hadis ilminde apayrı bir yeri vardı. 2 bin 630 hadis rivayet ederek “en çok hadis rivayet eden” sahabiler arasında Ebû Hüreyre’den sonra ikinci sırayı aldı.

Hz. Abdullah hadis rivayet ederken “ince eleyip sık dokurdu.” Rivayet ettiği hadislerde kelimelere, harflere dahi dikkat ederdi. Aynı manaya gelse bile Re­sû­lul­lah’ın kullandığı kelimeden başka bir kelime kullanmazdı. Hadis rivayet ederken tane tane konuşurdu. Dinleyiciler ona hayran kalırlardı. Rivayet ettiği hadislerden bazıları:

“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz. Tehlikeli bir durumda kalsa yalnız bırakmaz… Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşı­larsa, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’ın üzüntüsünü giderirse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”[8]

“Şu dört şey kimde bulunursa tam bir münafık olur. Bunlardan biri kendisin­de bulunan kimse de, onu terk edinceye kadar münafıklığın vasfını taşımış olur. Bu dört şey şunlardır: Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünde durmaz. Anlaşma yaptığı zaman vazgeçer. Düşmanlık yaptığında sınırı aşar ve daha çok kötülükte bulunur…”[9]

Peygamberimiz bir adamı bir diğerini utangaçlığından dolayı ayıplarken gör­dü. Adam şöyle diyordu:

“Bu utangaçlığın sana çok zararı olur.”

Bunun üzerine Re­sû­lul­lah ﷺ:

“Bırak onu. Şüphesiz ki hayâ, imandandır.” buyurdu.[10]

Hz. Abdullah hadis, tefsir ve fıkıh ilmine vâkıf olduğu hâlde fetva verirken çok titiz davranırdı. Kesin olarak bilmediği veya tereddüdü olduğu meseleler­de, “Ben bu meseleyi bilmiyorum.” deme tevazuunu gösterirdi. Çokları onun bu samimi itirafına hayret ederlerdi. Bir defasında Hz. Abdullah’tan fetva istemiş­lerdi. O, “Ben bu meseleyi bilmiyorum.” dedi. Suali soran ısrar edince Hz. Ab­dullah, “Ben senin vasıtanla cehenneme köprü kuramam!” diye karşılık ver­di.

Hz. Abdullah, Hicret’in 73. yılında 86 yaşındayken Hakk’ın rahmetine kavuştu. Onun şu sözü, ilim yolunda çalışanlara gerçekten bir rehber mertebesindedir:

“İnsan şu vasıflara sahip olmadıkça gerçek âlim olamaz: Kendisinden üstün kimseye haset etmeyecek. Kendisinden aşağıda olanı hakir görmeyecek. İlmine karşılık dünyalık bir fayda arzu etmeyecek…”


_______________________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 277.
[2]Buhârî, Rikak: 3.
[3]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 140.
[4]Âl-i İmrân Sûresi, 192.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 3: 229.
[6]Hilye, 1: 298.
[7]Lem’alar, s. 134.
[8]Buhârî, Mezâlim: 3; Müslim, Birr: 58.
[9]Buhârî, İman: 24; Müslüm, İman: 106.
[10]Müslim, İman: 59.