Genç bir çobandı. Akabe bin Ebî Muît’in koyunlarını güderdi. Bir gün koyunlarının başında iken iki misafir geldi. Misafirler susadıklarını söyleyerek ondan süt rica ettiler. Genç çoban onlara şöyle cevap verdi:
“Var, ama veremem! Bu koyunlar bana emanet edilmiştir. Sahibinin iznini almadan süt veremem. Aksi hâlde emanete hıyanet etmiş olurum.”
Bunun üzerine misafirler, henüz çocuk yaştaki çobandan, hayatında hiç teke yüzü görmemiş bir keçi istediler. Çoban o vasıftaki bir keçiyi alıp onlara götürdü. Misafirlerden biri keçiyi tuttu, dua etti. Sonra da sütten kesilmiş keçiyi sağmaya başladı. Sanki keçinin memeleri bir anda sütle doluvermişti… Bir tabak götürüp sütü ona doldurdular. Sağılan sütü sırayla içip susuzluklarını giderdikten sonra, keçiyi sağan zat tekrar dua etti, keçi eski hâline döndü.
Karşısındaki zatın Allah’ın Resûl’ü ﷺ, yanındakinin de Hz. Ebû Bekir (r.a.) olduğunu bilmeyen genç çoban, heyecan içinde sordu:
“Şu okuduklarınızı bana da öğretir misiniz?”
Resûlullah mübarek elini çobanın başına koyarak ona:
“Sen öğretilmiş bir gençsin” diye cevap verdi.
Ve daha İslam’a girdiği anda Allah Resûlü’nün mübarek dualarına mazhar olan bu çocuk yaştaki çoban, sonradan Kur’ân’ı Kerim’i okuma hususunda bütün diğer Ashâbın üstüne çıktı ve sahabilerin “Altı Abdullah”ından biri olarak tarihe geçti.
Evet, bu masum ve hassas çoban, Abdullah bin Mes’ud Hazretleri idi (r.a.). Böylece ilk Müslümanlardan olma şerefini kazanıyordu.
Mekke’de müşriklerin baskısının şiddetlendiği sıralarda sahabiler bir araya toplanmış, Kureyşlilere karşı Kur’ân’ı açıktan okuyamadıklarından yakınıyorlardı. Hz. Abdullah:
“Ben, Kur’ân’ı onlara duyururum.” dedi. Diğerleri:
“Onların sana bir şey yapmalarından korkarız!” diye cevap verdiler. Kur’ân’ı aşireti ve sülalesi kuvvetli birinin okumasından yana olduklarını söylediler. Abdullah:
“Bana müsaade edin, Allah beni korur.” deyip çıktı ve Kâbe’nin yakınında Kureyş müşriklerinin toplandığı yere gitti. Besmele çekerek Rahmân Sûresi’nin başından okumaya başladı.
Çok şaşıran müşrikler, ilk şaşkınlıkları öfkeye dönüştükten sonra, hemen Abdullah’ın yanına gittiler ve yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Ama Abdullah yine susmadı, okumaya devam etti. Bilahare arkadaşlarının yanına döndü. Onlar endişeyle yanına koştuklarında, Abdullah şöyle diyordu:
“Vallahi benim gözümde, Allah’ın düşmanları arasında bunlardan daha basit olanı yoktur. İsterseniz yarın da gidip aynı şeyi yapayım.”
Genç ve çelimsiz bir çobanken imanın sırrına erip bütün dünyaya meydan okuyabilecek, manevi bir kuvvete erişen Hz. Abdullah, Mekke’nin sözde büyük liderlerini hiçe saydığını açıkça göstermiş ve hepsini küçük düşürmüştü. Dolayısıyla maksat hâsıl olmuştu. Bu sebeple sahabiler, Hz. Abdullah’ın ertesi günü de oraya gidip kendisini yeniden tehlikeye atmasını uygun görmediler.[1]
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) iki defa hicret etme faziletini kazanan sahabilerdendi. Müşriklerin işkenceleri dayanılmaz bir hâl alınca Habeşistan’a hicret etti. Fakat Peygamberimizin hasretine dayanamadı. Bir müddet sonra tekrar Mekke’ye döndü. Hicret izni çıkınca da Medine’ye hicret etti. Resûlullah ﷺ onu Zübeyr bir Avvam’la kardeş yaptı.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ı mescidin bitişiğinde bir yere yerleştirmişti. Bu sebeple her an Resûlullah’ın hizmetine koşardı. Abdullah (r.a.), Peygamberimizin devamlı beraberinde yürür, ayakkabılarını giydirir, âsasını, yastık, koku ve misvak gibi hususi eşyalarını taşırdı. Peygamberimiz uyuduğunda kendisini İbni Mes’ud uyandırırdı. Bu yüzden onun sahabiler arasındaki unvanı, “Sahibü’s-Sevadı ve’s-Sivâk” idi. Hz. Abdullah, Resûlullah ile o kadar beraber oluyordu ki, Medine’ye ilk gelenler onu Ehl-i Beyt’ten zannediyorlardı… Hayber’in Fethi’nden sonra Medine’ye gelen meşhur sahabilerden Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.) bununla ilgili olarak şöyle der:
“Ben ve kardeşim Medine’ye geldiğimizde, Resûlullah’ın yanına çok girip çıktığı için onu ve annesini Resûlullah’ın Ehl-i Beyt’inden sanıyorduk.”[2]
Bir rehber olarak Resûlullah’a en yakın zatın kim olduğu sorulduğunda, “Yol göstericilik ve huy bakımından Allah Resûlü’ne en yakın olan kimse, Abdullah bin Mes’ud’dur.” demişti.
Onun Resûlullah’a olan yakınlığıyla ilgili bir diğer rivayeti de Abdurrahman bin Yezîd’den öğreniyoruz. O, bu hususta şöyle diyor:
“Biz bir defa Huzeyfetü’l-Yemen’e (r.a.) gelip, sahabiler içerisinde meslek ve meşrep cihetiyle Resûlullah’a en yakın olan kimdir ki, biz onu bilip onun hâline bakarak hayatından örnek alalım, diye sorduk. Hz. Huzeyfe şöyle dedi: ‘Güzel yaşayışıyla, meslek, meşrep ve siret cihetiyle Resûlullah’a en yakın olan, Abdullah ibni Mes’ud’dur. Ondan başkasını bilmiyoruz.’”
Hz. Abdullah çok güzel Kur’ân okurdu. Peygamberimiz, sahabilere Kur’ân’ı dört kişiden öğrenmelerini tavsiye ediyordu. Bunlardan birisi de Hz. Abdullah idi.[3]
Buhârî’de yer alan bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz, Hz. Abdullah’tan kendisine Kur’ân okumasını istemişti. Bunun üzerine İbni Mes’ud Hazretleri:
“Ey Allah’ın Resûl’ü! Kur’ân sana indirildiği hâlde ben mi sana okuyacağım?!” diye sordu. Peygamberimiz de:
“Evet, onu başkasından dinlemek benim hoşuma gider!” diye cevap verdi.
İbni Mes’ud okumaya başladı. “Her ümmetten bir şahit gönderdiğimiz zaman durumları ne olacak?” mealindeki âyete kadar geldiğinde, Resûlullah:
“Şimdilik yeter.” dedi; o anda gözlerinden yaşlar boşanıyordu…[4]
Abdullah bin Mes’ud’un (r.a.) Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bir defasında şöyle buyurdu:
“Benden sonra iki kişiye, Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz. Ammar’ın gösterdiği yoldan gidiniz. İbni Mes’ud’un tavsiyelerine sımsıkı sarılınız.”[5]
Başka bir gün Hz. Abdullah bir şey almak için bir ağaca çıkmıştı. Bu arada çok zayıf olan bacakları göründü. Bazı sahabiler bunu görünce gülüştüler. Peygamberimiz bunu hoş karşılamadı ve şöyle buyurdu:
“Niçin gülüşüyorsunuz?! Abdullah’ın bacakları kıyamet günü Uhud Dağı’ndan daha ağır gelecektir.”[6]
İbni Mes’ud (r.a.), Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara iştirak etti. Büyük kahramanlıklar gösterdi. Bedir Savaşı’nda yaralı bir hâlde bulduğu Ebû Cehil’in kafasını keserek Resûlullah’a götürdü. Peygamberimizin vefatından sonra da Yermük Savaşı’na katıldı.
Suffe Ashâbı’ndan olan, Resûlullah’ın hususi hayatıyla içli dışlı bulunan, ondan zarurî durumlar haricinde ayrılmayan, bütün ömrünü Kur’ân’a adayan ve Resûlullah’ın huzuruna teklifsizce girip çıkabilen Hz. Abdullah’ın ilmî vukufu emsalsizdi. Bilhassa tefsir ilminde müstesna bir yeri vardı. Kendisi bu hususta şöyle der:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’ndan hiçbir sûre yoktur ki, onun nerede indiğini en iyi bilen ben olmayayım! Hiçbir âyet yoktur ki, niçin indiğini en iyi bilen ben olmayayım… Develerin ulaşabileceği yerde Allah’ın Kitabı’nı benden daha iyi bilen birinin olduğunu bilsem, mutlaka deveye binip ona giderdim.”[7]
İbni Mes’ud (r.a.), hadis ilminde de mümtazdı. 848 hadis rivayet etti. Hadis rivayet ederken çok ihtiyatlı davranırdı. Benzi solar, renkten renge girerdi. Çoğu zaman “Resûlullah buyurdu.” şeklinde kesin söylemez, ona yalan isnat etmekten korkardı. Onun rivayet ettiği hadislerden birkaçı şöyledir:
Resûlullah ﷺ: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bunun üzerine bir zat: “Yâ Resûlallah, insan, elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını sever, arzu eder.” dedi. Resûlullah ﷺ: “Şüphesiz ki, Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibir ise kendini yüksek görerek hakkı inkâr etmek ve insanları hor görmektir.” buyurdu.[8]
“Doğruluğa sarılınız. Şüphesiz ki, doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. İnsan doğruyu söyleye söyleye, neticede Allah indinde ‘Sıddık [pek doğru sözlü]’ mertebesine yazılır. Yalan söylemekten kaçının. Çünkü yalan söyleye söyleye neticede Allah yanında ‘Kezzâb [çok yalancı]’ olarak yazılır.”[9]
“Kim geçim sıkıntısından dolayı insanlara dert yanarsa, onun ihtiyacı giderilmez, açığı kapanmaz. Fakat kim geçim darlığını Allah’a arz ederse, Allah, onun sıkıntısını giderir, bolluğa çıkarır.”[10]
“Hastalığa veya başka türlü bir sıkıntıya maruz kalan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah bu vesileyle, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, onun günahlarını affetmesin.”
[11]Hz. Abdullah’ın fıkıh ilminde de müstesna bir yeri vardı. Birçok fetva verdi. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.) gibi büyük bir âlim, onun bu husustaki ilmine saygı duyar, “İbni Mes’ud içinizdeyken bana bir şey sormayın.” derdi. Hz. Ömer de, “İbni Mes’ud, ilimle doldurulmuş bir dağarcıktır.” diyerek iltifatta bulunurdu.
Abdullah (r.a.) iyi bir âlim olduğu gibi, iyi bir öğreticiydi de… Bildiklerini en güzel şekilde başkalarına öğretirdi. Hz. Ali’nin bulunduğu bir mecliste, “Biz, Hz. Abdullah’tan daha güzel ahlaklı, öğretme hususunda daha şefkatli, daha hoş sohbet ve daha takvalı bir kimseyi görmedik.” denildi. Hz. Ali: “Bunu gerçekten samimi olarak mı söylüyorsunuz?” dediğinde, “evet” cevabını aldı ve “Şahit ol ya Rab, ben de aynen bunların dediklerini ve daha fazlasını tasdik ediyorum.” dedi.[12]
Bu liyakatini bildiği içindir ki, Hz. Ömer onu Kûfe’ye muallim olarak vazifelendirdi. Kûfe halkına da şöyle bir mektup yazdı:
“Size emîr olarak Ammar bin Yâsir’i, muallim olarak da Abdullah bin Mes’ud’u gönderiyorum. Her ikisi de sahabinin mümtaz şahsiyetlerindendir. Onlara tabi olun, itaat edin ve sözlerini dinleyin. Bilmiş olun ki, Abdullah bin Mes’ud hususunda sizi nefsime tercih ettim.”
Hz. Ömer bu son cümlesiyle, kendisinin de Hz. Abdullah’a çok zaman ihtiyaç duyduğunu, ama buna rağmen Kûfelileri nefsine tercih ederek onlara Hz. İbni Mes’ud’dan istifade imkânını verdiğini söylüyordu.
Bu vazifeyi en güzel bir şekilde yerine getiren İbni Mes’ud (r.a.), Hz. Osman zamanında kadılık ve fetva verme hizmetine devam etti. Ayrıca Beytülmâl memurluğu da yaptı. O yıllarda Bizanslılarla savaşan mücahitlerin ihtiyaçları Kûfe’den temin ediliyordu. İbni Mes’ud (r.a.) bu vazifesini de iyi bir şekilde eda etti. Hz. Osman’ın hilafetinin son yıllarında fitne hareketleri yayılınca Hicaz’a döndü.
Hz. Abdullah, vefatına yakın hastalandı. Hz. Osman (r.a.) onu ziyarete geldiğinde şikâyetini sordu.
“Bir tek şikâyetim var, o da günahlarımdır!” diye cevap veren Hz. Abdullah bin Mes’ud, ne istediğini soran Hz. Osman’a, Allah’ın rahmetini istediğini söylüyordu. Hz. Osman bu defa:
“Sana bir şey alalım mı?” diye sordu. Cevap kısaydı:
“İhtiyacım yok.” Bunun üzerine Hz. Osman:
“Çocuklarına bırakırsın.” dediğinde şu cevabı aldı:
“Çocuklarımın aç kalacağından mı korkuyorsun?! Ben onlara her gece Vâkıa Sûresi’ni okumalarını emrederdim. Çünkü Resûlullah’ın ‘Kim her gece Vâkıa Sûresi’ni okursa, dünyada fakirlik sıkıntısı çekmez.’ buyurduğunu işittim.”[13]
Hz. Abdullah 64 yaşındayken Hicret’in 32. yılında vefat etti. Bâki Mezarlığı’na defnedildi.
İbretli sözlerinden ikisi:
“Harama dalıp zengin olmaktansa, fakir kalmayı sevmeli; Allah’a isyan edip şeref kazanmaktansa, O’na itaat edip mütevazi kalmayı daha iyi görmeli.”
Abdullah (r.a.), “Sakın biriniz imme’a olmasın!” dedi. “İmme’a nedir?” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“İmme’a, ‘Benim şahsi görüşüm yoktur. İnsanlar ne yaparsa ben de öyle yaparım. Müslüman olurlarsa Müslüman olurum, kâfir olurlarsa ben de kâfir olurum.’ diyen kimsedir. Siz, ‘Bütün insanlar küfre dönse, ben Müslüman kalmaya kararlıyım.’ Deyiniz.”
________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 257.
[2]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 110; Tirmizî, Menâkıb: 38.
[3]Tirmizî, Menâkıb: 38.
[4]Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân: 32-33.
[5]Tirmizî, Menâkıb: 38.
[6]Tabakât, 3: 155.
[7]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 115.
[8]Müslim, İman: 147; Tirmizî, Birr: 60.
[9]Buhârî, Edeb: 69; Müslim, Birr: 105.
[10]Tirmizî, Zühd: 18.
[11]Buhârî, Merdâ: 3; Müslim, Birr: 45.
[12]Üsdü’l-Gàbe, 259.
[13]age.