Bir davayı temsil etme durumundaki insanların hayatında öyle ehemmiyetli anlar var­dır ki, o sırada yaptıkları küçük bir ihmal birçoklarının felaketine se­bebiyet verebildi­ği gibi, gösterdikleri fedakârlıklar da pek çok insanın saadeti­ne ve kurtuluşuna vesile olur.

İşte insanlığın yıldız şahsiyetleri sahabiler, daima birer saadet rehberi olmuş­lardır. Türlü çile ve ıstıraplara katlanmışlar, ama arkalarındaki birçok kimseye de dünya ve ahiret saadetini yaşatmışlardır.

İlk Müslümanlardan olan Abdullah bin Huzâfe de (r.a.) böyle bahtiyar biriy­di. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede birçok Müslüman’la birlikte esir düşmüştü. Bizanslılar, ellerine geçirdikleri esirlere önce Hı­ristiyanlık telkini yapar, kabul ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi hâlde çeşit­li işkencelerle öldürürlerdi.

Abdullah bin Huzâfe’nin, Sahabenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğre­nen kral, ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, Hıristiyanlığı kabul etmesi için devamlı telkinler yaptırıyordu. Fakat Abdullah bin Huzâfe bu tekliflerin hiçbirisi­ne kulak asmıyor, Kelime-i Şehadet’i haykırmaya devam ediyordu. Kral henüz ümidini kesmemişti. Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından birisinin Hıristi­yanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak, Bizans’ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık âlemi için büyük bir mu­vaffakiyet olacaktı. Onun için kral, Hz. Abdullah’ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan artırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyor­du.

En sonunda şöyle bir teklifte bulundu:

“Hıristiyan olmayı kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.”

İslam imanını bütün varlığına sindirmiş olan Hz. Abdullah, izzetle haykırarak şu cevabı verdi:

“Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklanı da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral:

“Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise:

“Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.

Sonra Hz. Abdullah çarmıha gerildi ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkinlerine devam ediliyordu. Aynı zamanda bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olma­yı reddetmiş olan diğer Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Derken o Müslüman, kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz. Abdullah, yanan kemik cızırtılarını duydular. Sonra kazanın yanına Hz. Ab­dullah getirildi.

Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı. Kral, Hz. Abdullah’ın korkusun­dan ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz. Abdullah yine tekliflerini reddetti. Kral:

“O hâlde niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Bu soruya Hz. Abdullah’ın ce­vabı şu oldu:

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden kork­ma­yız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, ‘Başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse!’ diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevk etti.”

İslam izzetinin müşahhas bir timsali olan Hz. Abdullah’ın bu sözleri karşısın­da kral yeni bir teklifte bulundu:

“Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.”

Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile imanından fedakârlık gös­termeyen Abdullah, bir Hıristiyan’ın başından nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:

“Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediği­ni yaparım.”

Hz. Abdullah, kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:

“Bu adamın, Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum.”

Hz. Abdullah, kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı.

Abdullah bin Huzâfe’nin imanından gelen izzet ve fedakârlığı 80 Müslüman’ın kurtarılmasına ve daha nicelerinin imanının kurtulmasına vesile olmuştu.

Esirlerle birlikte Medine’ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşılandı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben:

“Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile ol­muştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü.[1]

Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah ile birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah bin Huzâfe, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti.

Hz. Peygamber’in mektubunu İran kisrasına götüren de o idi. “Perviz” adındaki İran kisrası, Hz. Peygamber’in mektubunu yırtmıştı. Bunu haber alan Re­sû­lul­lah da:

“Ya Rab! O nasıl mektubumu parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” demiş ve ilave etmişti: “Bundan başka kisra gelmez.”

Bir müddet sonra, Perviz’in oğlu Şirviye, babasını hançerle paralamış ve Sa’d bin Ebî Vakkas da (r.a.) onun saltanatının altını üstüne getirmişti.

Sağlığında Hz. Peygamber’in ihbarının çıktığını gören Abdullah bin Huzâfe, Hz. Osman devrinde Mısır’da vefat etti.[2]

Allah ondan razı olsun!


_________________________

[1]Üsdü’l-Gàbe, 3: 142; İsâbe, 2: 297.
[2]İstiâb, 2: 283; Mektûbât, s. 151.