Hicret’ten önceydi… Peygamberimiz, İslamiyet’i yayması ve oradaki Müslümanlara öğretmesi için sahabilerden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) Medine’ye göndermişti. Hz. Mus’ab iyi konuşan, meselesini insanları kırmadan rahatça anlatabilen bir kabiliyete sahipti. Zaten Resûlullah onu bunun için böyle mühim bir vazifeye göndermişti. Gerçekten de Hz. Mus’ab bu vazifeyi en güzel şekilde ifa etti. Peygamberliğin 13. yılında 73’ü erkek 2’si kadın 75 kişiyle Akabe’ye geldi. Peygamberimizle buluştu.
İşte Peygamberimize biat etmek üzere gelen bu 75 kişiden biri de Abbas bin Ubâde idi (r.a.). Hz. Abbas’ın çok tesirli hitabeti vardı. Burada çok güzel bir konuşma yaptı:
“Siz Resûlullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vereceksiniz. Birçok tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz. Eğer bir tehlikeyle karşılaştığınızda Resûlullah’ı düşman eline bırakacaksanız şimdiden bu işten vazgeçiniz. Söz verip de bunu yerine getirmeyecek olursanız, vallahi, bu hem dünyada hem de ahirette yüz karasıdır! Eğer her türlü tehlikeye karşı onu koruyacaksanız, bu, dünyada da ahirette de hayırlıdır.”
Bu konuşma üzerine Akabe Biatı’na gelenler hep bir ağızdan:
“Onu korumak uğrunda her türlü tehlikeye razıyız!” diye bağırdılar. Sonra da teker teker Resûlullah’a biat ettiler. Bu durum Resûlullah’ı çok memnun etti.
Akabe’de biat işi devam ederken müşrikler bunu haber aldılar. Peygamberimiz, Medineli Müslümanlara:
“Hemen konak yerlerinize dönünüz.” buyurdu. Hz. Abbas bin Ubâde bütün samimiyetiyle:
“Yâ Resûlallah, Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer arzu ederseniz yarın sabah Mina’daki halka hücum eder, onları kılıçtan geçiririz!” diye bir teklifte bulundu. Fakat Peygamberimiz ﷺ:
“Henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.” buyurarak buna müsaade etmedi.
Hz. Abbas, Akabe Biatı’ndan sonra Mekke’ye yerleşti. Peygamberimize yakın olmak istiyordu. Oysa o sırada müşrikler, Müslümanlara karşı giriştikleri işkence ve tazyiki artırmışlardı. Fakat Hz. Abbas’ın Resûlullah ile beraber olmak uğruna göze alamayacağı tehlike yoktu. Nitekim Mekke’de bulunduğu müddetçe birçok sıkıntıyla karşılaştı. Hicret emri çıkınca da Medine’ye hicret etti. Böylece hem Muhacir, hem de Ensar olma şerefini kazandı. Müslümanlar arasında “Ensar’ın muhaciri” diye isimlendirilirdi. Peygamberimiz onunla Muhacirîn ileri gelenlerinden Osman bin Ma’zun (r.a.) arasında kardeşlik tahsis etti.
Abbas (r.a.) mazereti dolayısıyla Bedir Savaşı’na katılamadı. Fakat bunun ıstırabını yaşadı. Peygamberimizin Uhud Savaşı için hazırladığı orduya ilk iştirak edenlerdendi. Okçuların Resûlullah’ın emrine muhalefet etmeleri sebebiyle bozguna uğrandığı bir sırada sebat edenlerden birisi de Hz. Abbas’tı. Abbas (r.a.) bir yandan düşmana kılıç sallıyor, bir yandan da:
“Ey Müslümanlar topluluğu! Sizin uğradığınız bu musibet, Peygamberinize isyanınızın neticesidir. O size, sabır ve sebat ederseniz yardıma nail olacağınızı vaat etmişti. Eğer biz Resûlullah’ı koruyanların arasında bulunmaz da ona bir zarar gelecek olursa, artık Rabb’imiz katında ileri sürebileceğimiz hiçbir mazeret yoktur.” diye bağırıyordu.
Hz. Abbas, konuşmasını tamamladıktan sonra kılıncının kınını kırdı. Zırhını ve miğferini çıkardı. Ve müşriklerin arasında kaldı. Birçok yara almasına rağmen müşrikler Resûlullah’a bir zarar verirler endişesiyle ayakta durmaya, düşmana kılıç sallamaya çalışıyordu. Nihayet kuvveti tükendi. Son nefesine kadar Resûlullah’ı korumanın saadeti içerisinde şehadet mertebesine erdi. Allah ondan razı olsun![1]